Kabile devletinde o kabilenin kendi iç dinamikleri vardır, Muz cumhuriyetlerinde ise genellikle tek bir adam tüm gücü kendinde toplar.
KABİLE DEVLETİ VE MUZ CUMHURİYETİ
Kürsüde yine. Belli ki Ukrayna’daki basın konferansı sırasında uykusunu iyi almış. Sırbistan’da bu sefer. ABD büyükelçisini fırçalıyor. “Eğer büyükelçi bunu [vize kararını] kendi kafasına göre aldıysa [onu] Amerikan üst yönetiminin bir dakika [görevde] tutmaması gerekir”. Tutuklanan şahıs hakkında çoktan hüküm verilmiş zat-ı âlileri tarafından: “Bu ajanlar [tutuklanan elçilik personeli, sorgulanmasına karar verilen bir diğer elçilik personeli, her ikisinin de gözaltına alınmış bulunan eşleri ve çocukları] Amerikan Başkonsolosluğu’na nasıl sızdı? Eğer bunlar sızmadıysa, bunları buraya kim soktu [kim onları işe aldı], Bunların [bu soruların] üzerinde durulması lazım. Hiçbir devlet kendisini içerden tehdit edecek bu ajanlara müsaade etmez”.
Bu cümleler, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının. Bu onun resmi unvanı. Çevresi ve destekçileri kendisine kısaca “reis” diyorlar. Bu açıklamaların yapıldığı günden bir gün önce, Erdoğan Türkiye’nin bir “kabile devleti olmadığını” söylüyor. Yukarıdaki açıklamaların yapıldığı gün ise, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan kişi, Türkiye’nin bir muz cumhuriyeti olmadığını haykırıyor. Sonra şu cümleleri telaffuz ediyor: “Bir resmi bankamızın genel müdür yardımcısını görevli gittiği ülkenizde yaka paça tutup [yasadışı uluslararası organize suça karıştığı iddiasıyla tutuklayıp] hapse atarken bize mi sordunuz, bizden izin mi aldınız?”
Ve yapılanlara [Zarrab davasına ve Halkbank genel müdür yardımcısının tutuklu yargılanmasına, Erdoğan’ın eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’ın ise tutuklama kararı ile arananlar listesine alınmasına] Türkiye’nin “misliyle karşılık verileceğini” söylüyor. Evet, misliyle karşılık verilmiş işte, bu anlaşılıyor. Misillemede bulunarak, ABD büyükelçiliğinde irtibat memuru olarak görev yapan Türk vatandaşı personel ve aileleri, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmayan ülkenin “Cumhurbaşkanı” ve “Başbakanı” tarafından vurgulandığı üzere, misliyle karşılık verme stratejisine uygun olarak takibata alınmış.
DEVLETİN NEREDEN NEREYE GELDİĞİNİN İTİRAFI
Bu noktada Yıldırım’ın sarf ettiği “Türkiye bir hukuk devleti” cümlesinin kulağı tırmalayıcı etkisi ile diğer cümlelerle bu cümle arasındaki ışık yılı farklılıktan doğan istemsiz gülümseme, yaşanan sürecin trajikomik boyutu. Erdoğan ve Yıldırım’ın söyledikleri, Türkiye Cumhuriyeti devletinin nereden nereye geldiğini netlikle ortaya koyuyor. Gelinen aşamada devleti tanımlarken kullanılması gereken terimleri hem diktatör hem de sadık Başbakanı ortaya koydular. Yoksa yolda hukuk devleti bir şekilde kayıp mı oldu? Yoksa ne hukuk, ne de devlet kaldı durumunu mu yaşıyoruz? Türkiye’nin bir kabile devleti olmaması söylemi bu nedenle ortaya konmuş bulunuluyor. Çünkü herkes biliyor bu gerçeği. Kendileri de biliyor.
Biliyorum, yukarıdaki paragraf, kendi içinde mizahi bir dinamiğe sahip. Ve bizim bu doğal kara mizahla rekabet etme şansımız yok. Ama konu ciddi şekilde analiz edilebilecek evreyi çoktan aşmış durumda. O halde denemekten başka çare yok. Konunun ciddiyetini bir kez de mizahi bir perspektiften ele almak ruh sağlığımız için belki de en iyisi.
Bakın muz cumhuriyetleri ve kabile devletlerini kategorik olarak birbirinden ayırmak lazım. Kabile devletinde en azından o kabilenin kendi iç dinamikleri vardır ve lider bu dinamikleri dikkate almak zorundadır. Büyücüsü, yaşlıları, avcıları dikkate alır reis, ona göre akılcı hareket eder. Muz cumhuriyetlerinde ise genellikle tek bir adam tüm gücü kendinde toplar. Sistemin üzerinde kurulu olduğu çıkar ilişkileri ağı, yegâne sadakat unsurudur. Liderin etrafında fır dönen avenelerin her biri bu gerçeği bilir ve rasyonel ama ahlaksız bir fırsatçılıkla kendi avantalarını kovalar. Lidere neden bağlı olduklarını izah ederken, onun karizmasından, ileri görüşlülüğünden, cesaretinden, vatanseverliğinden, dindarlığından, duygusallığından, dik duruşundan falan söz ederler. Olmayan bir mit yaratırlar. Tıpkı olmayan düşmanlar, olmayan aleyhte çalışan lobiler, olmayan ötekiler yarattıkları gibi.
Ne de harika işliyor! Ne kadar iyi yutturduk! Sonra bir sonraki ihale, alınacak rüşvetin döviz kuru (bu aralar dolar da avro da avantajlı!) gibi vatan-millet meseleleriyle ilgilenmeye devam ederler. Evet kabile devletleri ve muz cumhuriyetlerinde durum böyledir. Aralarında farklılıklar vardır. Seç, beğen, al: kabile devleti mi tercih edersiniz, yoksa muz cumhuriyeti mi? Korkmayın, serbestçe seçin. Her ikisini de reis yönetecek.
ABD MAKAMLARINDAN ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ DERSİ
Bu teorik saptamalardan sonra, gelelim yukarıdaki beyanlara verilen tepkilere. Yukarıdaki beyanları verenlerin bir kabile devleti veya bir muz cumhuriyeti olmadığının farkında olsalar gerek, ABD makamları hemen yanıt verdiler dün bu söylenenlere. Reisin büyükelçiye yüklenerek yatıştırma siyasetine girdiğini gören Beyaz Saray, en resmi şekilde ABD’nin büyükelçilerinin kendi başlarına karar almadıklarını, verilmiş olan vize kararının Beyaz Saray (Başkan Trump), Ulusal Güvenlik Birimi ve dışişleri ile koordineli bir biçimde alındığını belirtti. Ders Uluslararası İlişkilere Giriş, konu diplomatik misyonların görev ve işlevi, faydalı bilgi: diplomatik misyonlar gönderildikleri ülke yönetimlerini temsil eder. Üniversite okumanın gerçekten bazı yararları var. Ama olsun. Beyaz Saray, bu dersi bence severek ve bedava verdi.
Şunu demiş oldu aslında: Bu Amerikan hükümetinin resmi devlet politikasıdır. Tek sesle konuşulmaktadır. Kararın sadece arkasında değiliz, kararı alan biziz diyor Beyaz Saray! Büyükelçi John Bass, AKP Genel Başkan Yardımcısı olan bir zatın (adını aklımda tutamıyorum bir türlü!) Türkiye’nin bir kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmadığının altını adeta bir kez daha kalın çizgilerle çizercesine “bas(s) git!” ifadesi sonrasında, bir açıklama yaparak, Türkiye diplomatik misyonlarına ve personeline gereken güvenlik sağlanana kadar alınan önlemin sürdürüleceğini söyledi. Bu kararı neden aldıklarını izah eden Bass, kendi personelleri olan Türk vatandaşı görevlilerin asılsız suçlamalarla tutuklandığını, bu tutuklamaların sebebinin bahsi geçen kişilerin görevleri ile ilintili olduğunu, tutuklanan personele temel hakları hiçe sayılarak avukatla görüşme izni verilmediğini belirtti. Tüm çabalarına rağmen bu tutuklamaların hukuksal gerekçelerinin ve eğer varsa suç kanıtlarının kendileri tarafından öğrenilemediğini ekledi. Bass, personelleri hakkında medyaya servis edilen bilgilerden de rahatsızlık duyduklarını, hukuk devleti vurgusu kapsamında dile getirdi. Anlaşılan ABD, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmayan Türkiye’de yaşanan “hukuksal prosedürleri” anlamakta güçlük çekiyordu!
Hâlbuki aslında her şey nasıl da gayet açıktı. Yıldırımın dediği gibi, sen kalk Türkiye devlet bankası olan Halkbank’ın genel müdür yardımcısını ABD’de tutukla. Yani Zarrab davasına yama. Ardından, sıkı dost, saat koleksiyoncusu, küçük güzel şeylere ilgisini gizlemeyen ve el yazılı faturaları asla atmayıp, onları saklayan ve yeri geldiğinde meclis kürsüsünden sallayan eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da aynı dosyada tutuklama kararı al. Dahası, aynı dosyada Erdoğan’ların adı geçsin. Bir de zaman baskısı yok mu! Her geçen gün, İranlı hayırsever genç işadamı Zarrab bülbül gibi şakıyor.
ORTADOĞU’DA UYGULAMA DEĞİL RETORİK ÖN PLANDADIR
Oysa Erdoğan ne güzel formüller üretiyordu: “Ver papazı, al papazı”. Yani, bak benim elimde senin din görevlin rehine. Sen benim istediklerimi ver (Zarrab ve Gülen – öncelik sıralaması da bu, ama kimse neden diye sormuyor), ben de senin istediklerini vereyim. Trump hiç mi Kapalıçarşı’da hediyelik eşya pazarlığı yapmamış, hiç mi Ortadoğu’dan bir güzel halı almamıştı? Hiç mi butik arsaların kar marjları üzerine kafa yormamıştı! Zor sorular. Bilmiyorum yanıtlarını. Sanırım bu Amerikalılar pazarlıktan anlamıyorlardı. Hâlbuki ben onların kapitalist olduğunu, serbest piyasaya inandıklarını sanmıştım. Belki üniversitede İktisada Giriş dersinde hocayı daha iyi dinlemeliydim! Ama iyi ki Türkiye bir kabile devleti ya da muz cumhuriyeti değil! Yoksa bu mevki ve makamda bu teorik konuların pratiğini nasıl yapabilirdim diyor mudur reis? Bilmiyorum. Bildiğim, papazı alıp papazı vermek konusunda pürüzler vardı. Şimdi Türk hukuk devleti, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmadığımız için, ABD büyükelçilik personeli şahısların ailelerini gözaltına almış, böylelikle bir kez daha tüm dünyaya Türk adaletine neden güvenmek gerektiğini göstermişti. Zaten Erdoğan’ın partisi de “adalet” ile kalkınmayı birleştiriyor, adalet olmadan kalkınma olamayacağını veciz şekilde ortaya koyuyordu. Evet, uygulama değil, retorik ön plandadır Ortadoğu’da.
ABD’nin yaptığı bu “büyük haksızlık” nedeniyle, kabile devleti ve muz cumhuriyeti vatandaşı olmayan birinci sınıf hukuk devleti ve ileri demokrasi ülkesi vatandaşlarımız, ciddi tepkiler vermeye ve ABD’yi aldığı adaletsiz kararı gözden geçirmeye zorladılar. Mesela Genelkurmay eski başkanı İlker Paşa, ABD vizesi olmakla beraber, bu son kararı protesto ettiği için ABD’ye gitmeyeceğini açıkladı. Bu durum Beyaz Saray ve özellikle de Pentagon’da ciddi sarsıntılara sebep olsa gerek, Pentagon dün yaşanan krizin ABD’nin Suriye’deki operasyonlarını etkilemeyeceğini belirtti. Bahçeli “Hani dosttuk?” diyerek, Nevada ve Arizona’daki Türk kökenli Amerikan yerlilerini hüzne boğdu. Türk berberleri de protesto olarak Amerikan tıraşı yapmıyormuş alınan son bilgilere göre. Tüm bunlar, eminim ABD yetkililerini aldıkları kararı yeniden gözden geçirmeye itmiştir. Ya Türkler sattığımız i-Phoneları Sarayburnu’ndan Boğaz’a atarsa diye de düşünmüşler midir? Bilmiyorum. Bildiğim, eğer bunu düşünmüşlerse, korkmasınlar. Bişeycik olmaz. Türkler İncirlik’e incir ağacı da dikmez. Rasyonelizdir. Kaldı ki Türkiye asla bir kabile devleti ve muz cumhuriyeti de değildir.
Kabile devletinde o kabilenin kendi iç dinamikleri vardır, Muz cumhuriyetlerinde ise genellikle tek bir adam tüm gücü kendinde toplar.
KABİLE DEVLETİ VE MUZ CUMHURİYETİ
Kürsüde yine. Belli ki Ukrayna’daki basın konferansı sırasında uykusunu iyi almış. Sırbistan’da bu sefer. ABD büyükelçisini fırçalıyor. “Eğer büyükelçi bunu [vize kararını] kendi kafasına göre aldıysa [onu] Amerikan üst yönetiminin bir dakika [görevde] tutmaması gerekir”. Tutuklanan şahıs hakkında çoktan hüküm verilmiş zat-ı âlileri tarafından: “Bu ajanlar [tutuklanan elçilik personeli, sorgulanmasına karar verilen bir diğer elçilik personeli, her ikisinin de gözaltına alınmış bulunan eşleri ve çocukları] Amerikan Başkonsolosluğu’na nasıl sızdı? Eğer bunlar sızmadıysa, bunları buraya kim soktu [kim onları işe aldı], Bunların [bu soruların] üzerinde durulması lazım. Hiçbir devlet kendisini içerden tehdit edecek bu ajanlara müsaade etmez”.
Bu cümleler, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının. Bu onun resmi unvanı. Çevresi ve destekçileri kendisine kısaca “reis” diyorlar. Bu açıklamaların yapıldığı günden bir gün önce, Erdoğan Türkiye’nin bir “kabile devleti olmadığını” söylüyor. Yukarıdaki açıklamaların yapıldığı gün ise, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan kişi, Türkiye’nin bir muz cumhuriyeti olmadığını haykırıyor. Sonra şu cümleleri telaffuz ediyor: “Bir resmi bankamızın genel müdür yardımcısını görevli gittiği ülkenizde yaka paça tutup [yasadışı uluslararası organize suça karıştığı iddiasıyla tutuklayıp] hapse atarken bize mi sordunuz, bizden izin mi aldınız?”
Ve yapılanlara [Zarrab davasına ve Halkbank genel müdür yardımcısının tutuklu yargılanmasına, Erdoğan’ın eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’ın ise tutuklama kararı ile arananlar listesine alınmasına] Türkiye’nin “misliyle karşılık verileceğini” söylüyor. Evet, misliyle karşılık verilmiş işte, bu anlaşılıyor. Misillemede bulunarak, ABD büyükelçiliğinde irtibat memuru olarak görev yapan Türk vatandaşı personel ve aileleri, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmayan ülkenin “Cumhurbaşkanı” ve “Başbakanı” tarafından vurgulandığı üzere, misliyle karşılık verme stratejisine uygun olarak takibata alınmış.
DEVLETİN NEREDEN NEREYE GELDİĞİNİN İTİRAFI
Bu noktada Yıldırım’ın sarf ettiği “Türkiye bir hukuk devleti” cümlesinin kulağı tırmalayıcı etkisi ile diğer cümlelerle bu cümle arasındaki ışık yılı farklılıktan doğan istemsiz gülümseme, yaşanan sürecin trajikomik boyutu. Erdoğan ve Yıldırım’ın söyledikleri, Türkiye Cumhuriyeti devletinin nereden nereye geldiğini netlikle ortaya koyuyor. Gelinen aşamada devleti tanımlarken kullanılması gereken terimleri hem diktatör hem de sadık Başbakanı ortaya koydular. Yoksa yolda hukuk devleti bir şekilde kayıp mı oldu? Yoksa ne hukuk, ne de devlet kaldı durumunu mu yaşıyoruz? Türkiye’nin bir kabile devleti olmaması söylemi bu nedenle ortaya konmuş bulunuluyor. Çünkü herkes biliyor bu gerçeği. Kendileri de biliyor.
Biliyorum, yukarıdaki paragraf, kendi içinde mizahi bir dinamiğe sahip. Ve bizim bu doğal kara mizahla rekabet etme şansımız yok. Ama konu ciddi şekilde analiz edilebilecek evreyi çoktan aşmış durumda. O halde denemekten başka çare yok. Konunun ciddiyetini bir kez de mizahi bir perspektiften ele almak ruh sağlığımız için belki de en iyisi.
Bakın muz cumhuriyetleri ve kabile devletlerini kategorik olarak birbirinden ayırmak lazım. Kabile devletinde en azından o kabilenin kendi iç dinamikleri vardır ve lider bu dinamikleri dikkate almak zorundadır. Büyücüsü, yaşlıları, avcıları dikkate alır reis, ona göre akılcı hareket eder. Muz cumhuriyetlerinde ise genellikle tek bir adam tüm gücü kendinde toplar. Sistemin üzerinde kurulu olduğu çıkar ilişkileri ağı, yegâne sadakat unsurudur. Liderin etrafında fır dönen avenelerin her biri bu gerçeği bilir ve rasyonel ama ahlaksız bir fırsatçılıkla kendi avantalarını kovalar. Lidere neden bağlı olduklarını izah ederken, onun karizmasından, ileri görüşlülüğünden, cesaretinden, vatanseverliğinden, dindarlığından, duygusallığından, dik duruşundan falan söz ederler. Olmayan bir mit yaratırlar. Tıpkı olmayan düşmanlar, olmayan aleyhte çalışan lobiler, olmayan ötekiler yarattıkları gibi.
Ne de harika işliyor! Ne kadar iyi yutturduk! Sonra bir sonraki ihale, alınacak rüşvetin döviz kuru (bu aralar dolar da avro da avantajlı!) gibi vatan-millet meseleleriyle ilgilenmeye devam ederler. Evet kabile devletleri ve muz cumhuriyetlerinde durum böyledir. Aralarında farklılıklar vardır. Seç, beğen, al: kabile devleti mi tercih edersiniz, yoksa muz cumhuriyeti mi? Korkmayın, serbestçe seçin. Her ikisini de reis yönetecek.
ABD MAKAMLARINDAN ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ DERSİ
Bu teorik saptamalardan sonra, gelelim yukarıdaki beyanlara verilen tepkilere. Yukarıdaki beyanları verenlerin bir kabile devleti veya bir muz cumhuriyeti olmadığının farkında olsalar gerek, ABD makamları hemen yanıt verdiler dün bu söylenenlere. Reisin büyükelçiye yüklenerek yatıştırma siyasetine girdiğini gören Beyaz Saray, en resmi şekilde ABD’nin büyükelçilerinin kendi başlarına karar almadıklarını, verilmiş olan vize kararının Beyaz Saray (Başkan Trump), Ulusal Güvenlik Birimi ve dışişleri ile koordineli bir biçimde alındığını belirtti. Ders Uluslararası İlişkilere Giriş, konu diplomatik misyonların görev ve işlevi, faydalı bilgi: diplomatik misyonlar gönderildikleri ülke yönetimlerini temsil eder. Üniversite okumanın gerçekten bazı yararları var. Ama olsun. Beyaz Saray, bu dersi bence severek ve bedava verdi.
Şunu demiş oldu aslında: Bu Amerikan hükümetinin resmi devlet politikasıdır. Tek sesle konuşulmaktadır. Kararın sadece arkasında değiliz, kararı alan biziz diyor Beyaz Saray! Büyükelçi John Bass, AKP Genel Başkan Yardımcısı olan bir zatın (adını aklımda tutamıyorum bir türlü!) Türkiye’nin bir kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmadığının altını adeta bir kez daha kalın çizgilerle çizercesine “bas(s) git!” ifadesi sonrasında, bir açıklama yaparak, Türkiye diplomatik misyonlarına ve personeline gereken güvenlik sağlanana kadar alınan önlemin sürdürüleceğini söyledi. Bu kararı neden aldıklarını izah eden Bass, kendi personelleri olan Türk vatandaşı görevlilerin asılsız suçlamalarla tutuklandığını, bu tutuklamaların sebebinin bahsi geçen kişilerin görevleri ile ilintili olduğunu, tutuklanan personele temel hakları hiçe sayılarak avukatla görüşme izni verilmediğini belirtti. Tüm çabalarına rağmen bu tutuklamaların hukuksal gerekçelerinin ve eğer varsa suç kanıtlarının kendileri tarafından öğrenilemediğini ekledi. Bass, personelleri hakkında medyaya servis edilen bilgilerden de rahatsızlık duyduklarını, hukuk devleti vurgusu kapsamında dile getirdi. Anlaşılan ABD, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmayan Türkiye’de yaşanan “hukuksal prosedürleri” anlamakta güçlük çekiyordu!
Hâlbuki aslında her şey nasıl da gayet açıktı. Yıldırımın dediği gibi, sen kalk Türkiye devlet bankası olan Halkbank’ın genel müdür yardımcısını ABD’de tutukla. Yani Zarrab davasına yama. Ardından, sıkı dost, saat koleksiyoncusu, küçük güzel şeylere ilgisini gizlemeyen ve el yazılı faturaları asla atmayıp, onları saklayan ve yeri geldiğinde meclis kürsüsünden sallayan eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da aynı dosyada tutuklama kararı al. Dahası, aynı dosyada Erdoğan’ların adı geçsin. Bir de zaman baskısı yok mu! Her geçen gün, İranlı hayırsever genç işadamı Zarrab bülbül gibi şakıyor.
ORTADOĞU’DA UYGULAMA DEĞİL RETORİK ÖN PLANDADIR
Oysa Erdoğan ne güzel formüller üretiyordu: “Ver papazı, al papazı”. Yani, bak benim elimde senin din görevlin rehine. Sen benim istediklerimi ver (Zarrab ve Gülen – öncelik sıralaması da bu, ama kimse neden diye sormuyor), ben de senin istediklerini vereyim. Trump hiç mi Kapalıçarşı’da hediyelik eşya pazarlığı yapmamış, hiç mi Ortadoğu’dan bir güzel halı almamıştı? Hiç mi butik arsaların kar marjları üzerine kafa yormamıştı! Zor sorular. Bilmiyorum yanıtlarını. Sanırım bu Amerikalılar pazarlıktan anlamıyorlardı. Hâlbuki ben onların kapitalist olduğunu, serbest piyasaya inandıklarını sanmıştım. Belki üniversitede İktisada Giriş dersinde hocayı daha iyi dinlemeliydim! Ama iyi ki Türkiye bir kabile devleti ya da muz cumhuriyeti değil! Yoksa bu mevki ve makamda bu teorik konuların pratiğini nasıl yapabilirdim diyor mudur reis? Bilmiyorum. Bildiğim, papazı alıp papazı vermek konusunda pürüzler vardı. Şimdi Türk hukuk devleti, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmadığımız için, ABD büyükelçilik personeli şahısların ailelerini gözaltına almış, böylelikle bir kez daha tüm dünyaya Türk adaletine neden güvenmek gerektiğini göstermişti. Zaten Erdoğan’ın partisi de “adalet” ile kalkınmayı birleştiriyor, adalet olmadan kalkınma olamayacağını veciz şekilde ortaya koyuyordu. Evet, uygulama değil, retorik ön plandadır Ortadoğu’da.
ABD’nin yaptığı bu “büyük haksızlık” nedeniyle, kabile devleti ve muz cumhuriyeti vatandaşı olmayan birinci sınıf hukuk devleti ve ileri demokrasi ülkesi vatandaşlarımız, ciddi tepkiler vermeye ve ABD’yi aldığı adaletsiz kararı gözden geçirmeye zorladılar. Mesela Genelkurmay eski başkanı İlker Paşa, ABD vizesi olmakla beraber, bu son kararı protesto ettiği için ABD’ye gitmeyeceğini açıkladı. Bu durum Beyaz Saray ve özellikle de Pentagon’da ciddi sarsıntılara sebep olsa gerek, Pentagon dün yaşanan krizin ABD’nin Suriye’deki operasyonlarını etkilemeyeceğini belirtti. Bahçeli “Hani dosttuk?” diyerek, Nevada ve Arizona’daki Türk kökenli Amerikan yerlilerini hüzne boğdu. Türk berberleri de protesto olarak Amerikan tıraşı yapmıyormuş alınan son bilgilere göre. Tüm bunlar, eminim ABD yetkililerini aldıkları kararı yeniden gözden geçirmeye itmiştir. Ya Türkler sattığımız i-Phoneları Sarayburnu’ndan Boğaz’a atarsa diye de düşünmüşler midir? Bilmiyorum. Bildiğim, eğer bunu düşünmüşlerse, korkmasınlar. Bişeycik olmaz. Türkler İncirlik’e incir ağacı da dikmez. Rasyonelizdir. Kaldı ki Türkiye asla bir kabile devleti ve muz cumhuriyeti de değildir.
Kabile devletinde o kabilenin kendi iç dinamikleri vardır, Muz cumhuriyetlerinde ise genellikle tek bir adam tüm gücü kendinde toplar.
KABİLE DEVLETİ VE MUZ CUMHURİYETİ
Kürsüde yine. Belli ki Ukrayna’daki basın konferansı sırasında uykusunu iyi almış. Sırbistan’da bu sefer. ABD büyükelçisini fırçalıyor. “Eğer büyükelçi bunu [vize kararını] kendi kafasına göre aldıysa [onu] Amerikan üst yönetiminin bir dakika [görevde] tutmaması gerekir”. Tutuklanan şahıs hakkında çoktan hüküm verilmiş zat-ı âlileri tarafından: “Bu ajanlar [tutuklanan elçilik personeli, sorgulanmasına karar verilen bir diğer elçilik personeli, her ikisinin de gözaltına alınmış bulunan eşleri ve çocukları] Amerikan Başkonsolosluğu’na nasıl sızdı? Eğer bunlar sızmadıysa, bunları buraya kim soktu [kim onları işe aldı], Bunların [bu soruların] üzerinde durulması lazım. Hiçbir devlet kendisini içerden tehdit edecek bu ajanlara müsaade etmez”.
Bu cümleler, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının. Bu onun resmi unvanı. Çevresi ve destekçileri kendisine kısaca “reis” diyorlar. Bu açıklamaların yapıldığı günden bir gün önce, Erdoğan Türkiye’nin bir “kabile devleti olmadığını” söylüyor. Yukarıdaki açıklamaların yapıldığı gün ise, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan kişi, Türkiye’nin bir muz cumhuriyeti olmadığını haykırıyor. Sonra şu cümleleri telaffuz ediyor: “Bir resmi bankamızın genel müdür yardımcısını görevli gittiği ülkenizde yaka paça tutup [yasadışı uluslararası organize suça karıştığı iddiasıyla tutuklayıp] hapse atarken bize mi sordunuz, bizden izin mi aldınız?”
Ve yapılanlara [Zarrab davasına ve Halkbank genel müdür yardımcısının tutuklu yargılanmasına, Erdoğan’ın eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’ın ise tutuklama kararı ile arananlar listesine alınmasına] Türkiye’nin “misliyle karşılık verileceğini” söylüyor. Evet, misliyle karşılık verilmiş işte, bu anlaşılıyor. Misillemede bulunarak, ABD büyükelçiliğinde irtibat memuru olarak görev yapan Türk vatandaşı personel ve aileleri, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmayan ülkenin “Cumhurbaşkanı” ve “Başbakanı” tarafından vurgulandığı üzere, misliyle karşılık verme stratejisine uygun olarak takibata alınmış.
DEVLETİN NEREDEN NEREYE GELDİĞİNİN İTİRAFI
Bu noktada Yıldırım’ın sarf ettiği “Türkiye bir hukuk devleti” cümlesinin kulağı tırmalayıcı etkisi ile diğer cümlelerle bu cümle arasındaki ışık yılı farklılıktan doğan istemsiz gülümseme, yaşanan sürecin trajikomik boyutu. Erdoğan ve Yıldırım’ın söyledikleri, Türkiye Cumhuriyeti devletinin nereden nereye geldiğini netlikle ortaya koyuyor. Gelinen aşamada devleti tanımlarken kullanılması gereken terimleri hem diktatör hem de sadık Başbakanı ortaya koydular. Yoksa yolda hukuk devleti bir şekilde kayıp mı oldu? Yoksa ne hukuk, ne de devlet kaldı durumunu mu yaşıyoruz? Türkiye’nin bir kabile devleti olmaması söylemi bu nedenle ortaya konmuş bulunuluyor. Çünkü herkes biliyor bu gerçeği. Kendileri de biliyor.
Biliyorum, yukarıdaki paragraf, kendi içinde mizahi bir dinamiğe sahip. Ve bizim bu doğal kara mizahla rekabet etme şansımız yok. Ama konu ciddi şekilde analiz edilebilecek evreyi çoktan aşmış durumda. O halde denemekten başka çare yok. Konunun ciddiyetini bir kez de mizahi bir perspektiften ele almak ruh sağlığımız için belki de en iyisi.
Bakın muz cumhuriyetleri ve kabile devletlerini kategorik olarak birbirinden ayırmak lazım. Kabile devletinde en azından o kabilenin kendi iç dinamikleri vardır ve lider bu dinamikleri dikkate almak zorundadır. Büyücüsü, yaşlıları, avcıları dikkate alır reis, ona göre akılcı hareket eder. Muz cumhuriyetlerinde ise genellikle tek bir adam tüm gücü kendinde toplar. Sistemin üzerinde kurulu olduğu çıkar ilişkileri ağı, yegâne sadakat unsurudur. Liderin etrafında fır dönen avenelerin her biri bu gerçeği bilir ve rasyonel ama ahlaksız bir fırsatçılıkla kendi avantalarını kovalar. Lidere neden bağlı olduklarını izah ederken, onun karizmasından, ileri görüşlülüğünden, cesaretinden, vatanseverliğinden, dindarlığından, duygusallığından, dik duruşundan falan söz ederler. Olmayan bir mit yaratırlar. Tıpkı olmayan düşmanlar, olmayan aleyhte çalışan lobiler, olmayan ötekiler yarattıkları gibi.
Ne de harika işliyor! Ne kadar iyi yutturduk! Sonra bir sonraki ihale, alınacak rüşvetin döviz kuru (bu aralar dolar da avro da avantajlı!) gibi vatan-millet meseleleriyle ilgilenmeye devam ederler. Evet kabile devletleri ve muz cumhuriyetlerinde durum böyledir. Aralarında farklılıklar vardır. Seç, beğen, al: kabile devleti mi tercih edersiniz, yoksa muz cumhuriyeti mi? Korkmayın, serbestçe seçin. Her ikisini de reis yönetecek.
ABD MAKAMLARINDAN ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ DERSİ
Bu teorik saptamalardan sonra, gelelim yukarıdaki beyanlara verilen tepkilere. Yukarıdaki beyanları verenlerin bir kabile devleti veya bir muz cumhuriyeti olmadığının farkında olsalar gerek, ABD makamları hemen yanıt verdiler dün bu söylenenlere. Reisin büyükelçiye yüklenerek yatıştırma siyasetine girdiğini gören Beyaz Saray, en resmi şekilde ABD’nin büyükelçilerinin kendi başlarına karar almadıklarını, verilmiş olan vize kararının Beyaz Saray (Başkan Trump), Ulusal Güvenlik Birimi ve dışişleri ile koordineli bir biçimde alındığını belirtti. Ders Uluslararası İlişkilere Giriş, konu diplomatik misyonların görev ve işlevi, faydalı bilgi: diplomatik misyonlar gönderildikleri ülke yönetimlerini temsil eder. Üniversite okumanın gerçekten bazı yararları var. Ama olsun. Beyaz Saray, bu dersi bence severek ve bedava verdi.
Şunu demiş oldu aslında: Bu Amerikan hükümetinin resmi devlet politikasıdır. Tek sesle konuşulmaktadır. Kararın sadece arkasında değiliz, kararı alan biziz diyor Beyaz Saray! Büyükelçi John Bass, AKP Genel Başkan Yardımcısı olan bir zatın (adını aklımda tutamıyorum bir türlü!) Türkiye’nin bir kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmadığının altını adeta bir kez daha kalın çizgilerle çizercesine “bas(s) git!” ifadesi sonrasında, bir açıklama yaparak, Türkiye diplomatik misyonlarına ve personeline gereken güvenlik sağlanana kadar alınan önlemin sürdürüleceğini söyledi. Bu kararı neden aldıklarını izah eden Bass, kendi personelleri olan Türk vatandaşı görevlilerin asılsız suçlamalarla tutuklandığını, bu tutuklamaların sebebinin bahsi geçen kişilerin görevleri ile ilintili olduğunu, tutuklanan personele temel hakları hiçe sayılarak avukatla görüşme izni verilmediğini belirtti. Tüm çabalarına rağmen bu tutuklamaların hukuksal gerekçelerinin ve eğer varsa suç kanıtlarının kendileri tarafından öğrenilemediğini ekledi. Bass, personelleri hakkında medyaya servis edilen bilgilerden de rahatsızlık duyduklarını, hukuk devleti vurgusu kapsamında dile getirdi. Anlaşılan ABD, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmayan Türkiye’de yaşanan “hukuksal prosedürleri” anlamakta güçlük çekiyordu!
Hâlbuki aslında her şey nasıl da gayet açıktı. Yıldırımın dediği gibi, sen kalk Türkiye devlet bankası olan Halkbank’ın genel müdür yardımcısını ABD’de tutukla. Yani Zarrab davasına yama. Ardından, sıkı dost, saat koleksiyoncusu, küçük güzel şeylere ilgisini gizlemeyen ve el yazılı faturaları asla atmayıp, onları saklayan ve yeri geldiğinde meclis kürsüsünden sallayan eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da aynı dosyada tutuklama kararı al. Dahası, aynı dosyada Erdoğan’ların adı geçsin. Bir de zaman baskısı yok mu! Her geçen gün, İranlı hayırsever genç işadamı Zarrab bülbül gibi şakıyor.
ORTADOĞU’DA UYGULAMA DEĞİL RETORİK ÖN PLANDADIR
Oysa Erdoğan ne güzel formüller üretiyordu: “Ver papazı, al papazı”. Yani, bak benim elimde senin din görevlin rehine. Sen benim istediklerimi ver (Zarrab ve Gülen – öncelik sıralaması da bu, ama kimse neden diye sormuyor), ben de senin istediklerini vereyim. Trump hiç mi Kapalıçarşı’da hediyelik eşya pazarlığı yapmamış, hiç mi Ortadoğu’dan bir güzel halı almamıştı? Hiç mi butik arsaların kar marjları üzerine kafa yormamıştı! Zor sorular. Bilmiyorum yanıtlarını. Sanırım bu Amerikalılar pazarlıktan anlamıyorlardı. Hâlbuki ben onların kapitalist olduğunu, serbest piyasaya inandıklarını sanmıştım. Belki üniversitede İktisada Giriş dersinde hocayı daha iyi dinlemeliydim! Ama iyi ki Türkiye bir kabile devleti ya da muz cumhuriyeti değil! Yoksa bu mevki ve makamda bu teorik konuların pratiğini nasıl yapabilirdim diyor mudur reis? Bilmiyorum. Bildiğim, papazı alıp papazı vermek konusunda pürüzler vardı. Şimdi Türk hukuk devleti, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmadığımız için, ABD büyükelçilik personeli şahısların ailelerini gözaltına almış, böylelikle bir kez daha tüm dünyaya Türk adaletine neden güvenmek gerektiğini göstermişti. Zaten Erdoğan’ın partisi de “adalet” ile kalkınmayı birleştiriyor, adalet olmadan kalkınma olamayacağını veciz şekilde ortaya koyuyordu. Evet, uygulama değil, retorik ön plandadır Ortadoğu’da.
ABD’nin yaptığı bu “büyük haksızlık” nedeniyle, kabile devleti ve muz cumhuriyeti vatandaşı olmayan birinci sınıf hukuk devleti ve ileri demokrasi ülkesi vatandaşlarımız, ciddi tepkiler vermeye ve ABD’yi aldığı adaletsiz kararı gözden geçirmeye zorladılar. Mesela Genelkurmay eski başkanı İlker Paşa, ABD vizesi olmakla beraber, bu son kararı protesto ettiği için ABD’ye gitmeyeceğini açıkladı. Bu durum Beyaz Saray ve özellikle de Pentagon’da ciddi sarsıntılara sebep olsa gerek, Pentagon dün yaşanan krizin ABD’nin Suriye’deki operasyonlarını etkilemeyeceğini belirtti. Bahçeli “Hani dosttuk?” diyerek, Nevada ve Arizona’daki Türk kökenli Amerikan yerlilerini hüzne boğdu. Türk berberleri de protesto olarak Amerikan tıraşı yapmıyormuş alınan son bilgilere göre. Tüm bunlar, eminim ABD yetkililerini aldıkları kararı yeniden gözden geçirmeye itmiştir. Ya Türkler sattığımız i-Phoneları Sarayburnu’ndan Boğaz’a atarsa diye de düşünmüşler midir? Bilmiyorum. Bildiğim, eğer bunu düşünmüşlerse, korkmasınlar. Bişeycik olmaz. Türkler İncirlik’e incir ağacı da dikmez. Rasyonelizdir. Kaldı ki Türkiye asla bir kabile devleti ve muz cumhuriyeti de değildir.
Kabile devletinde o kabilenin kendi iç dinamikleri vardır, Muz cumhuriyetlerinde ise genellikle tek bir adam tüm gücü kendinde toplar.
KABİLE DEVLETİ VE MUZ CUMHURİYETİ
Kürsüde yine. Belli ki Ukrayna’daki basın konferansı sırasında uykusunu iyi almış. Sırbistan’da bu sefer. ABD büyükelçisini fırçalıyor. “Eğer büyükelçi bunu [vize kararını] kendi kafasına göre aldıysa [onu] Amerikan üst yönetiminin bir dakika [görevde] tutmaması gerekir”. Tutuklanan şahıs hakkında çoktan hüküm verilmiş zat-ı âlileri tarafından: “Bu ajanlar [tutuklanan elçilik personeli, sorgulanmasına karar verilen bir diğer elçilik personeli, her ikisinin de gözaltına alınmış bulunan eşleri ve çocukları] Amerikan Başkonsolosluğu’na nasıl sızdı? Eğer bunlar sızmadıysa, bunları buraya kim soktu [kim onları işe aldı], Bunların [bu soruların] üzerinde durulması lazım. Hiçbir devlet kendisini içerden tehdit edecek bu ajanlara müsaade etmez”.
Bu cümleler, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının. Bu onun resmi unvanı. Çevresi ve destekçileri kendisine kısaca “reis” diyorlar. Bu açıklamaların yapıldığı günden bir gün önce, Erdoğan Türkiye’nin bir “kabile devleti olmadığını” söylüyor. Yukarıdaki açıklamaların yapıldığı gün ise, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan kişi, Türkiye’nin bir muz cumhuriyeti olmadığını haykırıyor. Sonra şu cümleleri telaffuz ediyor: “Bir resmi bankamızın genel müdür yardımcısını görevli gittiği ülkenizde yaka paça tutup [yasadışı uluslararası organize suça karıştığı iddiasıyla tutuklayıp] hapse atarken bize mi sordunuz, bizden izin mi aldınız?”
Ve yapılanlara [Zarrab davasına ve Halkbank genel müdür yardımcısının tutuklu yargılanmasına, Erdoğan’ın eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’ın ise tutuklama kararı ile arananlar listesine alınmasına] Türkiye’nin “misliyle karşılık verileceğini” söylüyor. Evet, misliyle karşılık verilmiş işte, bu anlaşılıyor. Misillemede bulunarak, ABD büyükelçiliğinde irtibat memuru olarak görev yapan Türk vatandaşı personel ve aileleri, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmayan ülkenin “Cumhurbaşkanı” ve “Başbakanı” tarafından vurgulandığı üzere, misliyle karşılık verme stratejisine uygun olarak takibata alınmış.
DEVLETİN NEREDEN NEREYE GELDİĞİNİN İTİRAFI
Bu noktada Yıldırım’ın sarf ettiği “Türkiye bir hukuk devleti” cümlesinin kulağı tırmalayıcı etkisi ile diğer cümlelerle bu cümle arasındaki ışık yılı farklılıktan doğan istemsiz gülümseme, yaşanan sürecin trajikomik boyutu. Erdoğan ve Yıldırım’ın söyledikleri, Türkiye Cumhuriyeti devletinin nereden nereye geldiğini netlikle ortaya koyuyor. Gelinen aşamada devleti tanımlarken kullanılması gereken terimleri hem diktatör hem de sadık Başbakanı ortaya koydular. Yoksa yolda hukuk devleti bir şekilde kayıp mı oldu? Yoksa ne hukuk, ne de devlet kaldı durumunu mu yaşıyoruz? Türkiye’nin bir kabile devleti olmaması söylemi bu nedenle ortaya konmuş bulunuluyor. Çünkü herkes biliyor bu gerçeği. Kendileri de biliyor.
Biliyorum, yukarıdaki paragraf, kendi içinde mizahi bir dinamiğe sahip. Ve bizim bu doğal kara mizahla rekabet etme şansımız yok. Ama konu ciddi şekilde analiz edilebilecek evreyi çoktan aşmış durumda. O halde denemekten başka çare yok. Konunun ciddiyetini bir kez de mizahi bir perspektiften ele almak ruh sağlığımız için belki de en iyisi.
Bakın muz cumhuriyetleri ve kabile devletlerini kategorik olarak birbirinden ayırmak lazım. Kabile devletinde en azından o kabilenin kendi iç dinamikleri vardır ve lider bu dinamikleri dikkate almak zorundadır. Büyücüsü, yaşlıları, avcıları dikkate alır reis, ona göre akılcı hareket eder. Muz cumhuriyetlerinde ise genellikle tek bir adam tüm gücü kendinde toplar. Sistemin üzerinde kurulu olduğu çıkar ilişkileri ağı, yegâne sadakat unsurudur. Liderin etrafında fır dönen avenelerin her biri bu gerçeği bilir ve rasyonel ama ahlaksız bir fırsatçılıkla kendi avantalarını kovalar. Lidere neden bağlı olduklarını izah ederken, onun karizmasından, ileri görüşlülüğünden, cesaretinden, vatanseverliğinden, dindarlığından, duygusallığından, dik duruşundan falan söz ederler. Olmayan bir mit yaratırlar. Tıpkı olmayan düşmanlar, olmayan aleyhte çalışan lobiler, olmayan ötekiler yarattıkları gibi.
Ne de harika işliyor! Ne kadar iyi yutturduk! Sonra bir sonraki ihale, alınacak rüşvetin döviz kuru (bu aralar dolar da avro da avantajlı!) gibi vatan-millet meseleleriyle ilgilenmeye devam ederler. Evet kabile devletleri ve muz cumhuriyetlerinde durum böyledir. Aralarında farklılıklar vardır. Seç, beğen, al: kabile devleti mi tercih edersiniz, yoksa muz cumhuriyeti mi? Korkmayın, serbestçe seçin. Her ikisini de reis yönetecek.
ABD MAKAMLARINDAN ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ DERSİ
Bu teorik saptamalardan sonra, gelelim yukarıdaki beyanlara verilen tepkilere. Yukarıdaki beyanları verenlerin bir kabile devleti veya bir muz cumhuriyeti olmadığının farkında olsalar gerek, ABD makamları hemen yanıt verdiler dün bu söylenenlere. Reisin büyükelçiye yüklenerek yatıştırma siyasetine girdiğini gören Beyaz Saray, en resmi şekilde ABD’nin büyükelçilerinin kendi başlarına karar almadıklarını, verilmiş olan vize kararının Beyaz Saray (Başkan Trump), Ulusal Güvenlik Birimi ve dışişleri ile koordineli bir biçimde alındığını belirtti. Ders Uluslararası İlişkilere Giriş, konu diplomatik misyonların görev ve işlevi, faydalı bilgi: diplomatik misyonlar gönderildikleri ülke yönetimlerini temsil eder. Üniversite okumanın gerçekten bazı yararları var. Ama olsun. Beyaz Saray, bu dersi bence severek ve bedava verdi.
Şunu demiş oldu aslında: Bu Amerikan hükümetinin resmi devlet politikasıdır. Tek sesle konuşulmaktadır. Kararın sadece arkasında değiliz, kararı alan biziz diyor Beyaz Saray! Büyükelçi John Bass, AKP Genel Başkan Yardımcısı olan bir zatın (adını aklımda tutamıyorum bir türlü!) Türkiye’nin bir kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmadığının altını adeta bir kez daha kalın çizgilerle çizercesine “bas(s) git!” ifadesi sonrasında, bir açıklama yaparak, Türkiye diplomatik misyonlarına ve personeline gereken güvenlik sağlanana kadar alınan önlemin sürdürüleceğini söyledi. Bu kararı neden aldıklarını izah eden Bass, kendi personelleri olan Türk vatandaşı görevlilerin asılsız suçlamalarla tutuklandığını, bu tutuklamaların sebebinin bahsi geçen kişilerin görevleri ile ilintili olduğunu, tutuklanan personele temel hakları hiçe sayılarak avukatla görüşme izni verilmediğini belirtti. Tüm çabalarına rağmen bu tutuklamaların hukuksal gerekçelerinin ve eğer varsa suç kanıtlarının kendileri tarafından öğrenilemediğini ekledi. Bass, personelleri hakkında medyaya servis edilen bilgilerden de rahatsızlık duyduklarını, hukuk devleti vurgusu kapsamında dile getirdi. Anlaşılan ABD, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmayan Türkiye’de yaşanan “hukuksal prosedürleri” anlamakta güçlük çekiyordu!
Hâlbuki aslında her şey nasıl da gayet açıktı. Yıldırımın dediği gibi, sen kalk Türkiye devlet bankası olan Halkbank’ın genel müdür yardımcısını ABD’de tutukla. Yani Zarrab davasına yama. Ardından, sıkı dost, saat koleksiyoncusu, küçük güzel şeylere ilgisini gizlemeyen ve el yazılı faturaları asla atmayıp, onları saklayan ve yeri geldiğinde meclis kürsüsünden sallayan eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da aynı dosyada tutuklama kararı al. Dahası, aynı dosyada Erdoğan’ların adı geçsin. Bir de zaman baskısı yok mu! Her geçen gün, İranlı hayırsever genç işadamı Zarrab bülbül gibi şakıyor.
ORTADOĞU’DA UYGULAMA DEĞİL RETORİK ÖN PLANDADIR
Oysa Erdoğan ne güzel formüller üretiyordu: “Ver papazı, al papazı”. Yani, bak benim elimde senin din görevlin rehine. Sen benim istediklerimi ver (Zarrab ve Gülen – öncelik sıralaması da bu, ama kimse neden diye sormuyor), ben de senin istediklerini vereyim. Trump hiç mi Kapalıçarşı’da hediyelik eşya pazarlığı yapmamış, hiç mi Ortadoğu’dan bir güzel halı almamıştı? Hiç mi butik arsaların kar marjları üzerine kafa yormamıştı! Zor sorular. Bilmiyorum yanıtlarını. Sanırım bu Amerikalılar pazarlıktan anlamıyorlardı. Hâlbuki ben onların kapitalist olduğunu, serbest piyasaya inandıklarını sanmıştım. Belki üniversitede İktisada Giriş dersinde hocayı daha iyi dinlemeliydim! Ama iyi ki Türkiye bir kabile devleti ya da muz cumhuriyeti değil! Yoksa bu mevki ve makamda bu teorik konuların pratiğini nasıl yapabilirdim diyor mudur reis? Bilmiyorum. Bildiğim, papazı alıp papazı vermek konusunda pürüzler vardı. Şimdi Türk hukuk devleti, kabile devleti ve muz cumhuriyeti olmadığımız için, ABD büyükelçilik personeli şahısların ailelerini gözaltına almış, böylelikle bir kez daha tüm dünyaya Türk adaletine neden güvenmek gerektiğini göstermişti. Zaten Erdoğan’ın partisi de “adalet” ile kalkınmayı birleştiriyor, adalet olmadan kalkınma olamayacağını veciz şekilde ortaya koyuyordu. Evet, uygulama değil, retorik ön plandadır Ortadoğu’da.
ABD’nin yaptığı bu “büyük haksızlık” nedeniyle, kabile devleti ve muz cumhuriyeti vatandaşı olmayan birinci sınıf hukuk devleti ve ileri demokrasi ülkesi vatandaşlarımız, ciddi tepkiler vermeye ve ABD’yi aldığı adaletsiz kararı gözden geçirmeye zorladılar. Mesela Genelkurmay eski başkanı İlker Paşa, ABD vizesi olmakla beraber, bu son kararı protesto ettiği için ABD’ye gitmeyeceğini açıkladı. Bu durum Beyaz Saray ve özellikle de Pentagon’da ciddi sarsıntılara sebep olsa gerek, Pentagon dün yaşanan krizin ABD’nin Suriye’deki operasyonlarını etkilemeyeceğini belirtti. Bahçeli “Hani dosttuk?” diyerek, Nevada ve Arizona’daki Türk kökenli Amerikan yerlilerini hüzne boğdu. Türk berberleri de protesto olarak Amerikan tıraşı yapmıyormuş alınan son bilgilere göre. Tüm bunlar, eminim ABD yetkililerini aldıkları kararı yeniden gözden geçirmeye itmiştir. Ya Türkler sattığımız i-Phoneları Sarayburnu’ndan Boğaz’a atarsa diye de düşünmüşler midir? Bilmiyorum. Bildiğim, eğer bunu düşünmüşlerse, korkmasınlar. Bişeycik olmaz. Türkler İncirlik’e incir ağacı da dikmez. Rasyonelizdir. Kaldı ki Türkiye asla bir kabile devleti ve muz cumhuriyeti de değildir.