“Daha çok kazanma ve biriktirme hırsının yanında kaybetmeyi göze alamama… Ve ne pahasına olursa olsun güçlünün yanında konumlanma… Pala’nın hikayesinin özeti böyle. Ve bu noktada Recep Tayyip Erdoğan’la yolları birleşiyor.”
Gazeteci Bülent Korucu, Metamorfoz Portreler’de İskender Pala’yı yazdı. Korucu yazısı için ‘Erdoğan’ın İskender’i’ başlığını attı.
Kazanmak ya da kaybetmek işte bütün mesele… “Anadolu’nun Şekspir’i” bu cümleyi henüz kurmadı ama bütün hayatıyla o mananın ete kemiğe bürünmüş hali gibi. Odağında hep daha çok kazanmak var, bunun için kavga vermekten çekinmez ve hedefe ulaştıran en kısa yol olarak gücün yanında konuşlanmayı görür. Hep mi böyleydi yoksa yaşadığı mağduriyetten sonra mı hırslandı; bilmiyorum. Ancak hayatı, kazananın her şeyi aldığı bir kumar olarak gördüğünü söyleyebiliriz.
Yaşadığı mağduriyeti küçümsüyor değilim; sadece benzer bir sonuç doğurduğuna çok tanık olmadım. “Yaşadıklarımı hak etmedim” düşüncesi normal; onu sıradışı kılan suçluyu aradığı yer ve istediği diyet. Kalemini kıranlardan çok, yanlış yönlendirerek kazaya sebep olduğunu düşündüğü insanlara kızıyor. Ve telafiyi de onlardan istiyor. “Ben bedel ödedim ve siz bunu tazmin etmek, kitaplarımı almak ve satmak zorundasınız” cümlesinin o kadar çok tanığı var ki…
İskender Pala’nın 28 Şubat darbesinin mağdurlarından biri olduğu muhakkak. Emekliliğine birkaç ay kala bütün sosyal hakları elinden alınarak ihraç edilmesi hayatının akışını değiştirdi. Gümüş yüzük takmak, eşinin başörtüsü ve pardesü ile dolaşması, kızının imam hatip lisesine gitmesi gibi unsurların kendisini TSK’da günah keçisi haline getirdiğini anlatıyor. Böyle yaşamaya zorlayanlara duyduğu öfkeyi saklamıyor. Asıl öfkesi ise söz konusu kişilerin daha sonra değişmesi ve hayat tarzlarından vazgeçmesi. Bir de ona ihraçtan sonra sahip çıkmamaları…
“Zannederim onlardan hiçbirisi şimdi ‘Acaba bu adamın ordudan ihracında benim de bir payım var mı?’ diye asla düşünmüyordu. Üstelik randevu almadan telefon etmeden başörtüm, poturum ve bir kucak sakalımla bu adamı makamında çat kapı ziyarete gittiğim zaman acaba bir zararım dokundu mu, birileri bundan bir anlam çıkardı da şimdi ordudan onun için mi ihraç ediyorlar yoksa, diye de hiç akıl etmediler.”
İşi ve geliri olmayan biri olarak lojmandan da çıkarılınca yaşadıkları; gördüğü vefasızlıklar bir müddet sonra travmaya dönüşüyor. “İskender Bey telefon rehberinden benim numaramı siler misin?” talebi travmayı tetikleyen son darbe gibidir.
Pala’nın yaşadıkları ve duyduğu hayal kırıklığı anlaşılabilir. Fakat tazmin talebine halel gelmemesi için olsa gerek olumlu örneklerden pek bahsetmez. İhracının ikinci günü ziyaretine gelip “28 Şubat bir mengene gibi bizi de nefessiz bırakmaya çalışıyor. Yine de ekmeğimizi sizinle paylaşmak isteriz” deyip yazı sayısını ve telif ücretini artıran Zaman yöneticilerine ve mensubu olmadığı halde her başı sıkıştığında koştuğu Hizmet Hareketi’ne kitabında yer yoktur mesela.
Evde akşama kadar sigara içip aylak aylak bekleyen baba figürünü tekrar yaşamamak üzerine kurdu sonraki hayatını. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsının yanında kaybetmeyi göze alamama… Ve ne pahasına olursa olsun güçlünün yanında konumlanma… Pala’nın hikayesinin özeti böyle. Ve bu noktada Recep Tayyip Erdoğan’la yolları birleşiyor.
Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde, Orgeneral İlhami Erdil’e ondan bahsederken ‘Bizim İskender’ dediğini ve bardağı taşıran damlanın bu olduğunu anlatır Pala. O günlerde ‘Erdoğan’ın İskender’i’ olması düşük ihtimal. Sonrasında en güvenli liman olarak AKP’ye demir attı ve yazdıklarıyla çelişmek pahasına ayrılmadı. Ortaya saçılan yolsuzlukları da normalleştirdi, cezaevlerine doldurulan bebekli anneleri de. Yeter ki onun gemisi yüzsün, kitapları kilo kilo satılsın, Saray’da kaptığı koltuk zarar görmesin.
2014’te Balçiçek İlter’e verdiği bir röportajda 17 Aralık Yolsuzluk soruşturmalarından hareketle şu ifadeleri kullandı: “Bu kavganın kaybedeni bellidir. Cemaat özür dilesin.” Elbette Metin Külünk kadar ileri gidip ‘günah işleme özgürlüğüne müdahale’ demeyecektir. Ona göre, “Seçilmişlerin iş başında olduğu bir yönetime bu türlü muhalefet edilmesi tam bir müdahaledir. Bu dava bir tarafın mağlubiyetiyle bitmiştir, kaybeden bellidir. Ve özür dilemelidir.” Yolsuzluk vardır veya yoktur tartışmasına girmez bile; önemli olan seçilmiş ve bizden olmaktır.
Oysa neredeyse her yıl bir ‘tane’ yazdığı ve dini temaların yoğun kullanıldığı romanlarda söyledikleri bambaşkadır. “İnsanın giyinebileceği en iyi elbise güzel ahlaktır” der Katre-i Matem’de. Yolsuzluğu ahlaksızlık görmüyor olamaz herhalde. “Meşakkati vardır diye azmi bırakmak, karanlıkta oturup nuru bırakmaktır” diye Mihmandar’da eleştirdiği şeyi tercih etmektedir belki de.
İki darbe arasında yaşadıklarını anlattığı kitaptaki “Eğer kişilere veya ideolojilere göre eğilip bükülürsem eğer gerçeği menfaatlerime feda edersem kendime saygım kalmaz” cümlesini kurduğu için pişman mıdır? Sanmıyorum gemisinin yürüten kaptan olarak bunları düşünmek dahi istemez.
Beklentim en azından dönemin mağdurlarına biraz empati yapmasıydı, ne yazık ki o kadar bile değilmiş. 28 Şubat’taki ihraçlardan daha kötü şartlarda işini, hayata dair her şeyini kaybeden insanlara göz ucuyla olsun bakmadı. Onun en azından üzerinde ‘Sandık Emeklisi’ yazan bir sağlık karnesi varmış, şimdi onu da çok görüyorlar… Haksız yere yargılananlara dair kelam etmek cesaret ister hiç olmazsa KHK ile işini kaybeden 150 bin kişi hakkında birkaç şey mırıldansaydı… Şah-Sultan’da “İnsanlar arasında aklı en kıt kişi, kendinden daha zayıf ve çaresiz olana zulmedendir” ifadesine takıldım. Zulme seyirci ve payanda olanlar için bir cümlesi var mı hatırlamıyorum. O artık her şeyiyle Erdoğan’ın İskender’i, öyle bir cümleyi rüyasında kursa ödü kopar…
“Bir düşünün, hepsi silah kullanmayı bilen bu insanlar bir terör örgütü kursaydı, neler olurdu. İstelerdi ülkeyi ele geçirmek için stratejiler hazırlayamazlar mıydı? Ergenekon’un bile ancak 300 civarında üyesi vardır.” Yukarıdaki ifade Pala’ya ait. 15 Temmuz’dan sonra atılan ve generallerin yarısından fazlası, kurmay subayların yüzde 80’ine tekabül eden 21 bin asker için kurduğunu sanmayın. Emniyetten atılan 40 bine yakın polis de değil kastettiği. Yüksek Askeri Şura kararıyla kendisi gibi atılan 3 bin kişiden söz ediyor. Doğru bir mantık ama niye sadece işine gelene? Resmi rakamlara göre 15 Temmuz’da sokağa çıkan 8 bin askerden sadece 4 bini muvazzaf, polis ise hiç yok. Pekala atılan 60 bin silahlı asker ve polis Pala’nın dediği gibi gerçekten darbe yapmaya kalksaydı sonuç böyle mi olurdu? Elbette ki hayır, ama İskender Pala’nın bunu yazabilecek ne cesareti ne erdemi var.
“Daha çok kazanma ve biriktirme hırsının yanında kaybetmeyi göze alamama… Ve ne pahasına olursa olsun güçlünün yanında konumlanma… Pala’nın hikayesinin özeti böyle. Ve bu noktada Recep Tayyip Erdoğan’la yolları birleşiyor.”
Gazeteci Bülent Korucu, Metamorfoz Portreler’de İskender Pala’yı yazdı. Korucu yazısı için ‘Erdoğan’ın İskender’i’ başlığını attı.
Kazanmak ya da kaybetmek işte bütün mesele… “Anadolu’nun Şekspir’i” bu cümleyi henüz kurmadı ama bütün hayatıyla o mananın ete kemiğe bürünmüş hali gibi. Odağında hep daha çok kazanmak var, bunun için kavga vermekten çekinmez ve hedefe ulaştıran en kısa yol olarak gücün yanında konuşlanmayı görür. Hep mi böyleydi yoksa yaşadığı mağduriyetten sonra mı hırslandı; bilmiyorum. Ancak hayatı, kazananın her şeyi aldığı bir kumar olarak gördüğünü söyleyebiliriz.
Yaşadığı mağduriyeti küçümsüyor değilim; sadece benzer bir sonuç doğurduğuna çok tanık olmadım. “Yaşadıklarımı hak etmedim” düşüncesi normal; onu sıradışı kılan suçluyu aradığı yer ve istediği diyet. Kalemini kıranlardan çok, yanlış yönlendirerek kazaya sebep olduğunu düşündüğü insanlara kızıyor. Ve telafiyi de onlardan istiyor. “Ben bedel ödedim ve siz bunu tazmin etmek, kitaplarımı almak ve satmak zorundasınız” cümlesinin o kadar çok tanığı var ki…
İskender Pala’nın 28 Şubat darbesinin mağdurlarından biri olduğu muhakkak. Emekliliğine birkaç ay kala bütün sosyal hakları elinden alınarak ihraç edilmesi hayatının akışını değiştirdi. Gümüş yüzük takmak, eşinin başörtüsü ve pardesü ile dolaşması, kızının imam hatip lisesine gitmesi gibi unsurların kendisini TSK’da günah keçisi haline getirdiğini anlatıyor. Böyle yaşamaya zorlayanlara duyduğu öfkeyi saklamıyor. Asıl öfkesi ise söz konusu kişilerin daha sonra değişmesi ve hayat tarzlarından vazgeçmesi. Bir de ona ihraçtan sonra sahip çıkmamaları…
“Zannederim onlardan hiçbirisi şimdi ‘Acaba bu adamın ordudan ihracında benim de bir payım var mı?’ diye asla düşünmüyordu. Üstelik randevu almadan telefon etmeden başörtüm, poturum ve bir kucak sakalımla bu adamı makamında çat kapı ziyarete gittiğim zaman acaba bir zararım dokundu mu, birileri bundan bir anlam çıkardı da şimdi ordudan onun için mi ihraç ediyorlar yoksa, diye de hiç akıl etmediler.”
İşi ve geliri olmayan biri olarak lojmandan da çıkarılınca yaşadıkları; gördüğü vefasızlıklar bir müddet sonra travmaya dönüşüyor. “İskender Bey telefon rehberinden benim numaramı siler misin?” talebi travmayı tetikleyen son darbe gibidir.
Pala’nın yaşadıkları ve duyduğu hayal kırıklığı anlaşılabilir. Fakat tazmin talebine halel gelmemesi için olsa gerek olumlu örneklerden pek bahsetmez. İhracının ikinci günü ziyaretine gelip “28 Şubat bir mengene gibi bizi de nefessiz bırakmaya çalışıyor. Yine de ekmeğimizi sizinle paylaşmak isteriz” deyip yazı sayısını ve telif ücretini artıran Zaman yöneticilerine ve mensubu olmadığı halde her başı sıkıştığında koştuğu Hizmet Hareketi’ne kitabında yer yoktur mesela.
Evde akşama kadar sigara içip aylak aylak bekleyen baba figürünü tekrar yaşamamak üzerine kurdu sonraki hayatını. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsının yanında kaybetmeyi göze alamama… Ve ne pahasına olursa olsun güçlünün yanında konumlanma… Pala’nın hikayesinin özeti böyle. Ve bu noktada Recep Tayyip Erdoğan’la yolları birleşiyor.
Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde, Orgeneral İlhami Erdil’e ondan bahsederken ‘Bizim İskender’ dediğini ve bardağı taşıran damlanın bu olduğunu anlatır Pala. O günlerde ‘Erdoğan’ın İskender’i’ olması düşük ihtimal. Sonrasında en güvenli liman olarak AKP’ye demir attı ve yazdıklarıyla çelişmek pahasına ayrılmadı. Ortaya saçılan yolsuzlukları da normalleştirdi, cezaevlerine doldurulan bebekli anneleri de. Yeter ki onun gemisi yüzsün, kitapları kilo kilo satılsın, Saray’da kaptığı koltuk zarar görmesin.
2014’te Balçiçek İlter’e verdiği bir röportajda 17 Aralık Yolsuzluk soruşturmalarından hareketle şu ifadeleri kullandı: “Bu kavganın kaybedeni bellidir. Cemaat özür dilesin.” Elbette Metin Külünk kadar ileri gidip ‘günah işleme özgürlüğüne müdahale’ demeyecektir. Ona göre, “Seçilmişlerin iş başında olduğu bir yönetime bu türlü muhalefet edilmesi tam bir müdahaledir. Bu dava bir tarafın mağlubiyetiyle bitmiştir, kaybeden bellidir. Ve özür dilemelidir.” Yolsuzluk vardır veya yoktur tartışmasına girmez bile; önemli olan seçilmiş ve bizden olmaktır.
Oysa neredeyse her yıl bir ‘tane’ yazdığı ve dini temaların yoğun kullanıldığı romanlarda söyledikleri bambaşkadır. “İnsanın giyinebileceği en iyi elbise güzel ahlaktır” der Katre-i Matem’de. Yolsuzluğu ahlaksızlık görmüyor olamaz herhalde. “Meşakkati vardır diye azmi bırakmak, karanlıkta oturup nuru bırakmaktır” diye Mihmandar’da eleştirdiği şeyi tercih etmektedir belki de.
İki darbe arasında yaşadıklarını anlattığı kitaptaki “Eğer kişilere veya ideolojilere göre eğilip bükülürsem eğer gerçeği menfaatlerime feda edersem kendime saygım kalmaz” cümlesini kurduğu için pişman mıdır? Sanmıyorum gemisinin yürüten kaptan olarak bunları düşünmek dahi istemez.
Beklentim en azından dönemin mağdurlarına biraz empati yapmasıydı, ne yazık ki o kadar bile değilmiş. 28 Şubat’taki ihraçlardan daha kötü şartlarda işini, hayata dair her şeyini kaybeden insanlara göz ucuyla olsun bakmadı. Onun en azından üzerinde ‘Sandık Emeklisi’ yazan bir sağlık karnesi varmış, şimdi onu da çok görüyorlar… Haksız yere yargılananlara dair kelam etmek cesaret ister hiç olmazsa KHK ile işini kaybeden 150 bin kişi hakkında birkaç şey mırıldansaydı… Şah-Sultan’da “İnsanlar arasında aklı en kıt kişi, kendinden daha zayıf ve çaresiz olana zulmedendir” ifadesine takıldım. Zulme seyirci ve payanda olanlar için bir cümlesi var mı hatırlamıyorum. O artık her şeyiyle Erdoğan’ın İskender’i, öyle bir cümleyi rüyasında kursa ödü kopar…
“Bir düşünün, hepsi silah kullanmayı bilen bu insanlar bir terör örgütü kursaydı, neler olurdu. İstelerdi ülkeyi ele geçirmek için stratejiler hazırlayamazlar mıydı? Ergenekon’un bile ancak 300 civarında üyesi vardır.” Yukarıdaki ifade Pala’ya ait. 15 Temmuz’dan sonra atılan ve generallerin yarısından fazlası, kurmay subayların yüzde 80’ine tekabül eden 21 bin asker için kurduğunu sanmayın. Emniyetten atılan 40 bine yakın polis de değil kastettiği. Yüksek Askeri Şura kararıyla kendisi gibi atılan 3 bin kişiden söz ediyor. Doğru bir mantık ama niye sadece işine gelene? Resmi rakamlara göre 15 Temmuz’da sokağa çıkan 8 bin askerden sadece 4 bini muvazzaf, polis ise hiç yok. Pekala atılan 60 bin silahlı asker ve polis Pala’nın dediği gibi gerçekten darbe yapmaya kalksaydı sonuç böyle mi olurdu? Elbette ki hayır, ama İskender Pala’nın bunu yazabilecek ne cesareti ne erdemi var.
“Daha çok kazanma ve biriktirme hırsının yanında kaybetmeyi göze alamama… Ve ne pahasına olursa olsun güçlünün yanında konumlanma… Pala’nın hikayesinin özeti böyle. Ve bu noktada Recep Tayyip Erdoğan’la yolları birleşiyor.”
Gazeteci Bülent Korucu, Metamorfoz Portreler’de İskender Pala’yı yazdı. Korucu yazısı için ‘Erdoğan’ın İskender’i’ başlığını attı.
Kazanmak ya da kaybetmek işte bütün mesele… “Anadolu’nun Şekspir’i” bu cümleyi henüz kurmadı ama bütün hayatıyla o mananın ete kemiğe bürünmüş hali gibi. Odağında hep daha çok kazanmak var, bunun için kavga vermekten çekinmez ve hedefe ulaştıran en kısa yol olarak gücün yanında konuşlanmayı görür. Hep mi böyleydi yoksa yaşadığı mağduriyetten sonra mı hırslandı; bilmiyorum. Ancak hayatı, kazananın her şeyi aldığı bir kumar olarak gördüğünü söyleyebiliriz.
Yaşadığı mağduriyeti küçümsüyor değilim; sadece benzer bir sonuç doğurduğuna çok tanık olmadım. “Yaşadıklarımı hak etmedim” düşüncesi normal; onu sıradışı kılan suçluyu aradığı yer ve istediği diyet. Kalemini kıranlardan çok, yanlış yönlendirerek kazaya sebep olduğunu düşündüğü insanlara kızıyor. Ve telafiyi de onlardan istiyor. “Ben bedel ödedim ve siz bunu tazmin etmek, kitaplarımı almak ve satmak zorundasınız” cümlesinin o kadar çok tanığı var ki…
İskender Pala’nın 28 Şubat darbesinin mağdurlarından biri olduğu muhakkak. Emekliliğine birkaç ay kala bütün sosyal hakları elinden alınarak ihraç edilmesi hayatının akışını değiştirdi. Gümüş yüzük takmak, eşinin başörtüsü ve pardesü ile dolaşması, kızının imam hatip lisesine gitmesi gibi unsurların kendisini TSK’da günah keçisi haline getirdiğini anlatıyor. Böyle yaşamaya zorlayanlara duyduğu öfkeyi saklamıyor. Asıl öfkesi ise söz konusu kişilerin daha sonra değişmesi ve hayat tarzlarından vazgeçmesi. Bir de ona ihraçtan sonra sahip çıkmamaları…
“Zannederim onlardan hiçbirisi şimdi ‘Acaba bu adamın ordudan ihracında benim de bir payım var mı?’ diye asla düşünmüyordu. Üstelik randevu almadan telefon etmeden başörtüm, poturum ve bir kucak sakalımla bu adamı makamında çat kapı ziyarete gittiğim zaman acaba bir zararım dokundu mu, birileri bundan bir anlam çıkardı da şimdi ordudan onun için mi ihraç ediyorlar yoksa, diye de hiç akıl etmediler.”
İşi ve geliri olmayan biri olarak lojmandan da çıkarılınca yaşadıkları; gördüğü vefasızlıklar bir müddet sonra travmaya dönüşüyor. “İskender Bey telefon rehberinden benim numaramı siler misin?” talebi travmayı tetikleyen son darbe gibidir.
Pala’nın yaşadıkları ve duyduğu hayal kırıklığı anlaşılabilir. Fakat tazmin talebine halel gelmemesi için olsa gerek olumlu örneklerden pek bahsetmez. İhracının ikinci günü ziyaretine gelip “28 Şubat bir mengene gibi bizi de nefessiz bırakmaya çalışıyor. Yine de ekmeğimizi sizinle paylaşmak isteriz” deyip yazı sayısını ve telif ücretini artıran Zaman yöneticilerine ve mensubu olmadığı halde her başı sıkıştığında koştuğu Hizmet Hareketi’ne kitabında yer yoktur mesela.
Evde akşama kadar sigara içip aylak aylak bekleyen baba figürünü tekrar yaşamamak üzerine kurdu sonraki hayatını. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsının yanında kaybetmeyi göze alamama… Ve ne pahasına olursa olsun güçlünün yanında konumlanma… Pala’nın hikayesinin özeti böyle. Ve bu noktada Recep Tayyip Erdoğan’la yolları birleşiyor.
Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde, Orgeneral İlhami Erdil’e ondan bahsederken ‘Bizim İskender’ dediğini ve bardağı taşıran damlanın bu olduğunu anlatır Pala. O günlerde ‘Erdoğan’ın İskender’i’ olması düşük ihtimal. Sonrasında en güvenli liman olarak AKP’ye demir attı ve yazdıklarıyla çelişmek pahasına ayrılmadı. Ortaya saçılan yolsuzlukları da normalleştirdi, cezaevlerine doldurulan bebekli anneleri de. Yeter ki onun gemisi yüzsün, kitapları kilo kilo satılsın, Saray’da kaptığı koltuk zarar görmesin.
2014’te Balçiçek İlter’e verdiği bir röportajda 17 Aralık Yolsuzluk soruşturmalarından hareketle şu ifadeleri kullandı: “Bu kavganın kaybedeni bellidir. Cemaat özür dilesin.” Elbette Metin Külünk kadar ileri gidip ‘günah işleme özgürlüğüne müdahale’ demeyecektir. Ona göre, “Seçilmişlerin iş başında olduğu bir yönetime bu türlü muhalefet edilmesi tam bir müdahaledir. Bu dava bir tarafın mağlubiyetiyle bitmiştir, kaybeden bellidir. Ve özür dilemelidir.” Yolsuzluk vardır veya yoktur tartışmasına girmez bile; önemli olan seçilmiş ve bizden olmaktır.
Oysa neredeyse her yıl bir ‘tane’ yazdığı ve dini temaların yoğun kullanıldığı romanlarda söyledikleri bambaşkadır. “İnsanın giyinebileceği en iyi elbise güzel ahlaktır” der Katre-i Matem’de. Yolsuzluğu ahlaksızlık görmüyor olamaz herhalde. “Meşakkati vardır diye azmi bırakmak, karanlıkta oturup nuru bırakmaktır” diye Mihmandar’da eleştirdiği şeyi tercih etmektedir belki de.
İki darbe arasında yaşadıklarını anlattığı kitaptaki “Eğer kişilere veya ideolojilere göre eğilip bükülürsem eğer gerçeği menfaatlerime feda edersem kendime saygım kalmaz” cümlesini kurduğu için pişman mıdır? Sanmıyorum gemisinin yürüten kaptan olarak bunları düşünmek dahi istemez.
Beklentim en azından dönemin mağdurlarına biraz empati yapmasıydı, ne yazık ki o kadar bile değilmiş. 28 Şubat’taki ihraçlardan daha kötü şartlarda işini, hayata dair her şeyini kaybeden insanlara göz ucuyla olsun bakmadı. Onun en azından üzerinde ‘Sandık Emeklisi’ yazan bir sağlık karnesi varmış, şimdi onu da çok görüyorlar… Haksız yere yargılananlara dair kelam etmek cesaret ister hiç olmazsa KHK ile işini kaybeden 150 bin kişi hakkında birkaç şey mırıldansaydı… Şah-Sultan’da “İnsanlar arasında aklı en kıt kişi, kendinden daha zayıf ve çaresiz olana zulmedendir” ifadesine takıldım. Zulme seyirci ve payanda olanlar için bir cümlesi var mı hatırlamıyorum. O artık her şeyiyle Erdoğan’ın İskender’i, öyle bir cümleyi rüyasında kursa ödü kopar…
“Bir düşünün, hepsi silah kullanmayı bilen bu insanlar bir terör örgütü kursaydı, neler olurdu. İstelerdi ülkeyi ele geçirmek için stratejiler hazırlayamazlar mıydı? Ergenekon’un bile ancak 300 civarında üyesi vardır.” Yukarıdaki ifade Pala’ya ait. 15 Temmuz’dan sonra atılan ve generallerin yarısından fazlası, kurmay subayların yüzde 80’ine tekabül eden 21 bin asker için kurduğunu sanmayın. Emniyetten atılan 40 bine yakın polis de değil kastettiği. Yüksek Askeri Şura kararıyla kendisi gibi atılan 3 bin kişiden söz ediyor. Doğru bir mantık ama niye sadece işine gelene? Resmi rakamlara göre 15 Temmuz’da sokağa çıkan 8 bin askerden sadece 4 bini muvazzaf, polis ise hiç yok. Pekala atılan 60 bin silahlı asker ve polis Pala’nın dediği gibi gerçekten darbe yapmaya kalksaydı sonuç böyle mi olurdu? Elbette ki hayır, ama İskender Pala’nın bunu yazabilecek ne cesareti ne erdemi var.
“Daha çok kazanma ve biriktirme hırsının yanında kaybetmeyi göze alamama… Ve ne pahasına olursa olsun güçlünün yanında konumlanma… Pala’nın hikayesinin özeti böyle. Ve bu noktada Recep Tayyip Erdoğan’la yolları birleşiyor.”
Gazeteci Bülent Korucu, Metamorfoz Portreler’de İskender Pala’yı yazdı. Korucu yazısı için ‘Erdoğan’ın İskender’i’ başlığını attı.
Kazanmak ya da kaybetmek işte bütün mesele… “Anadolu’nun Şekspir’i” bu cümleyi henüz kurmadı ama bütün hayatıyla o mananın ete kemiğe bürünmüş hali gibi. Odağında hep daha çok kazanmak var, bunun için kavga vermekten çekinmez ve hedefe ulaştıran en kısa yol olarak gücün yanında konuşlanmayı görür. Hep mi böyleydi yoksa yaşadığı mağduriyetten sonra mı hırslandı; bilmiyorum. Ancak hayatı, kazananın her şeyi aldığı bir kumar olarak gördüğünü söyleyebiliriz.
Yaşadığı mağduriyeti küçümsüyor değilim; sadece benzer bir sonuç doğurduğuna çok tanık olmadım. “Yaşadıklarımı hak etmedim” düşüncesi normal; onu sıradışı kılan suçluyu aradığı yer ve istediği diyet. Kalemini kıranlardan çok, yanlış yönlendirerek kazaya sebep olduğunu düşündüğü insanlara kızıyor. Ve telafiyi de onlardan istiyor. “Ben bedel ödedim ve siz bunu tazmin etmek, kitaplarımı almak ve satmak zorundasınız” cümlesinin o kadar çok tanığı var ki…
İskender Pala’nın 28 Şubat darbesinin mağdurlarından biri olduğu muhakkak. Emekliliğine birkaç ay kala bütün sosyal hakları elinden alınarak ihraç edilmesi hayatının akışını değiştirdi. Gümüş yüzük takmak, eşinin başörtüsü ve pardesü ile dolaşması, kızının imam hatip lisesine gitmesi gibi unsurların kendisini TSK’da günah keçisi haline getirdiğini anlatıyor. Böyle yaşamaya zorlayanlara duyduğu öfkeyi saklamıyor. Asıl öfkesi ise söz konusu kişilerin daha sonra değişmesi ve hayat tarzlarından vazgeçmesi. Bir de ona ihraçtan sonra sahip çıkmamaları…
“Zannederim onlardan hiçbirisi şimdi ‘Acaba bu adamın ordudan ihracında benim de bir payım var mı?’ diye asla düşünmüyordu. Üstelik randevu almadan telefon etmeden başörtüm, poturum ve bir kucak sakalımla bu adamı makamında çat kapı ziyarete gittiğim zaman acaba bir zararım dokundu mu, birileri bundan bir anlam çıkardı da şimdi ordudan onun için mi ihraç ediyorlar yoksa, diye de hiç akıl etmediler.”
İşi ve geliri olmayan biri olarak lojmandan da çıkarılınca yaşadıkları; gördüğü vefasızlıklar bir müddet sonra travmaya dönüşüyor. “İskender Bey telefon rehberinden benim numaramı siler misin?” talebi travmayı tetikleyen son darbe gibidir.
Pala’nın yaşadıkları ve duyduğu hayal kırıklığı anlaşılabilir. Fakat tazmin talebine halel gelmemesi için olsa gerek olumlu örneklerden pek bahsetmez. İhracının ikinci günü ziyaretine gelip “28 Şubat bir mengene gibi bizi de nefessiz bırakmaya çalışıyor. Yine de ekmeğimizi sizinle paylaşmak isteriz” deyip yazı sayısını ve telif ücretini artıran Zaman yöneticilerine ve mensubu olmadığı halde her başı sıkıştığında koştuğu Hizmet Hareketi’ne kitabında yer yoktur mesela.
Evde akşama kadar sigara içip aylak aylak bekleyen baba figürünü tekrar yaşamamak üzerine kurdu sonraki hayatını. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsının yanında kaybetmeyi göze alamama… Ve ne pahasına olursa olsun güçlünün yanında konumlanma… Pala’nın hikayesinin özeti böyle. Ve bu noktada Recep Tayyip Erdoğan’la yolları birleşiyor.
Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde, Orgeneral İlhami Erdil’e ondan bahsederken ‘Bizim İskender’ dediğini ve bardağı taşıran damlanın bu olduğunu anlatır Pala. O günlerde ‘Erdoğan’ın İskender’i’ olması düşük ihtimal. Sonrasında en güvenli liman olarak AKP’ye demir attı ve yazdıklarıyla çelişmek pahasına ayrılmadı. Ortaya saçılan yolsuzlukları da normalleştirdi, cezaevlerine doldurulan bebekli anneleri de. Yeter ki onun gemisi yüzsün, kitapları kilo kilo satılsın, Saray’da kaptığı koltuk zarar görmesin.
2014’te Balçiçek İlter’e verdiği bir röportajda 17 Aralık Yolsuzluk soruşturmalarından hareketle şu ifadeleri kullandı: “Bu kavganın kaybedeni bellidir. Cemaat özür dilesin.” Elbette Metin Külünk kadar ileri gidip ‘günah işleme özgürlüğüne müdahale’ demeyecektir. Ona göre, “Seçilmişlerin iş başında olduğu bir yönetime bu türlü muhalefet edilmesi tam bir müdahaledir. Bu dava bir tarafın mağlubiyetiyle bitmiştir, kaybeden bellidir. Ve özür dilemelidir.” Yolsuzluk vardır veya yoktur tartışmasına girmez bile; önemli olan seçilmiş ve bizden olmaktır.
Oysa neredeyse her yıl bir ‘tane’ yazdığı ve dini temaların yoğun kullanıldığı romanlarda söyledikleri bambaşkadır. “İnsanın giyinebileceği en iyi elbise güzel ahlaktır” der Katre-i Matem’de. Yolsuzluğu ahlaksızlık görmüyor olamaz herhalde. “Meşakkati vardır diye azmi bırakmak, karanlıkta oturup nuru bırakmaktır” diye Mihmandar’da eleştirdiği şeyi tercih etmektedir belki de.
İki darbe arasında yaşadıklarını anlattığı kitaptaki “Eğer kişilere veya ideolojilere göre eğilip bükülürsem eğer gerçeği menfaatlerime feda edersem kendime saygım kalmaz” cümlesini kurduğu için pişman mıdır? Sanmıyorum gemisinin yürüten kaptan olarak bunları düşünmek dahi istemez.
Beklentim en azından dönemin mağdurlarına biraz empati yapmasıydı, ne yazık ki o kadar bile değilmiş. 28 Şubat’taki ihraçlardan daha kötü şartlarda işini, hayata dair her şeyini kaybeden insanlara göz ucuyla olsun bakmadı. Onun en azından üzerinde ‘Sandık Emeklisi’ yazan bir sağlık karnesi varmış, şimdi onu da çok görüyorlar… Haksız yere yargılananlara dair kelam etmek cesaret ister hiç olmazsa KHK ile işini kaybeden 150 bin kişi hakkında birkaç şey mırıldansaydı… Şah-Sultan’da “İnsanlar arasında aklı en kıt kişi, kendinden daha zayıf ve çaresiz olana zulmedendir” ifadesine takıldım. Zulme seyirci ve payanda olanlar için bir cümlesi var mı hatırlamıyorum. O artık her şeyiyle Erdoğan’ın İskender’i, öyle bir cümleyi rüyasında kursa ödü kopar…
“Bir düşünün, hepsi silah kullanmayı bilen bu insanlar bir terör örgütü kursaydı, neler olurdu. İstelerdi ülkeyi ele geçirmek için stratejiler hazırlayamazlar mıydı? Ergenekon’un bile ancak 300 civarında üyesi vardır.” Yukarıdaki ifade Pala’ya ait. 15 Temmuz’dan sonra atılan ve generallerin yarısından fazlası, kurmay subayların yüzde 80’ine tekabül eden 21 bin asker için kurduğunu sanmayın. Emniyetten atılan 40 bine yakın polis de değil kastettiği. Yüksek Askeri Şura kararıyla kendisi gibi atılan 3 bin kişiden söz ediyor. Doğru bir mantık ama niye sadece işine gelene? Resmi rakamlara göre 15 Temmuz’da sokağa çıkan 8 bin askerden sadece 4 bini muvazzaf, polis ise hiç yok. Pekala atılan 60 bin silahlı asker ve polis Pala’nın dediği gibi gerçekten darbe yapmaya kalksaydı sonuç böyle mi olurdu? Elbette ki hayır, ama İskender Pala’nın bunu yazabilecek ne cesareti ne erdemi var.