“Yüzlerce anayı evlatsız, kadını kocasız bırakacak kadar candan benimsedi haki üniformayı. Ve demokrasinin katledilmesinin paravanı oldu, sarışın güzel kadın…”
Sahici olmaya çalışan plastik mi yoksa plastik rolü yapan bir gerçek mi? Tansu Çiller’i yazmak için oturduğumda önce bu soruya cevap vermeliymişim gibi hissediyorum. Türkiye’nin ilk ve tek kadın başbakanı olarak seçildiğinde büyük heyecan uyandırmıştı. Yalnızca siyasette değil sosyal hayatta da bir büyük dönüşümün işareti ve sürükleyicisi olacağı düşünülüyordu. Sosyal dönüşüm, Ertuğrul Özkök gibi bıyık solcularının bıyıklarının uçmasıyla sınırlı kaldı. Siyasette ise umulanın aksine, yumuşama yerine gerilimi artırıcı etkisi oldu.
Çiller’i kalın çerçeveli gözlükleri ile Erdoğan’ın yanında görülen yaşlı kadın olarak tanıyan gençler için hızlı bir özet geçeyim. 1991 seçimlerine giderken küllerinden doğan Süleyman Demirel’in ‘ben değiştim’ diyebilmek için vitrin malzemelerine ihtiyacı vardı. 80 öncesindeki Çoban Sülü imajı 90’lı yıllara hitap etmiyordu. Turgut Özal’ın batılı ve liberal yüzü toplumsal dönüşümün simgesi olmuş, Çoban Sülü ve kasketli Ecevit’i değişime zorlamıştı. Kırsal nüfusun azalması ve çarpık da olsa kentleşme de vitrin yenilemesini zorunlu kılıyordu. O artık ‘baba’ olarak çağırılıyordu ve yanında bir kızının olması artı değer katacaktı imajına. Aranan kişi bulundu. Boğaziçi’nde ekonomi profesörü, ABD eğitimli, dil bilen sarışın güzel bir kadın: Tansu Çiller.
DYP gibi taşralı, erkek egemen bir parti için çok radikal bir değişimdi. Ama nihayetinde Demirel’in yanında yürüyecek bir vitrin süsüydü. Beklenmedik bu gelişme hem Çiller’in hem de ülkenin hayatını değiştirdi. Cumhurbaşkanı Özal’ın ani vefatıyla bütün taşlar yerinden oynadı. Demirel, Çankaya Köşküne taşınınca gözler onun koltuğuna oturacak isme çevrildi. Baba giderken partiyi yine bir emanetçiye bırakmak istedi. Yasaklı dönemdeki Hüsamettin Cindoruk tecrübesinden dili yandığından bu defa daha muti ve düşük bir profile işaret edecekti: İsmet Sezgin. Özal’ın partiyi teslim ettiği Mesut Yılmaz’la yaşadıkları da elbette gözünü korkutmuştu. “Kasıma kadar İsmet Abi” formülü teşkilatlara ulaştırıldı. Fakat Sezgin gibi on yıllardır yanında siyaset yapan iki isim kulislerde bu formülü boşa çıkarma hazırlığı içindeydi. Köksal Toptan saç stilini değiştirmiş ve genel başkanlık yarışı için ortaya atılmıştı. İkinci isim lider olmak değil lideri belirlemek üzere harekete geçecekti. Necmettin Cevheri, Çiller’e kongre kazandırmak için alttan alta hazırlık yapıyordu. Demirel’in “İki kürek kemiğim arasındaki hançeri çıkaramıyorum” diye anlatacağı ve küseceği eski arkadaşı, kamuoyu desteğini arkasına alarak Tansu Hanım’ı Başbakan yaptı. Daha iki yıl önce siyasete atılmış, hayatında kongre görmemiş acemi politikacı, sadece Sezgin ve Toptan’ı değil Demirel’i de yenmişti.
“Leydi’nin topuk sesi”ni duyan ve ona göre konumlananlar arasında Hürriyet ve onun illüzyonist yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de vardı. Gazeteci Yavuz Gökmen’in daha sonra kitabının da adını alacak olan “Sarışın güzel kadın” bir umut olarak kitlelere sunuldu. Çağdaş, özgürlükçü ve toplumu kucaklayacak kadınsı bir siyaset bekleyenler kısa sürede hayal kırıklığına uğradı. Topuklu leydi ambalajından, çizmeli, eli kırbaçlı bir hanımağa çıktı. Çiller, literatüre 90’lı yıllar olarak geçen Demirel’in tabiriyle ‘rutin dışına çıkan’ devletin en kirli dönemlerinden birinin başaktörü oldu.
İki büyük hırsı Çiller’in hem Türkiye tarihinde hem de Ortadoğu coğrafyasında iyi izler bırakmasına engel oldu. Ona açılan krediyi çarçur etmekle kalmadı, ülkeye normal bir siyasetçinin çok üzerinde zararlar verdi. Tıpkı ‘müslüman demokrat ülke’ vaadiyle aldığı kredilerle tek adam rejimi inşa eden Recep Tayyip Erdoğan gibi.
Para hırsıyla kendini esir haline getirdi. ABD’deki mal varlığı ve kocasıyla birlikte adının karıştığı İstanbul Bankası davasına, görevdeyken yaptığı ihaleler eklendi. Tofaş, TEDAŞ ve örtülü ödenek gibi yolsuzluk dosyalarından aklanmak ve Yüce Divan’a gitmemek en büyük önceliği haline geldi. Kendisini ve partisini bitiren kararların altında hep Çiller’in korkuları vardı. 28 Şubat döneminde Refah Partisi ile kurduğu koalisyon da, yarı yolda ‘havada ikmal yapıp’ başbakanlığa oturmak istemesi de hep kişisel hırslarıyla aldığı kararlardı. Necmettin Erbakan’a iktidar yolunu açarken demokrasi adına yapmıyordu; koltuğu ondan kapmaya çalışırken de demokrasi hasarını minimize etme amacı bulunmuyordu.
İkinci büyük açmazı bitmek bilmeyen iktidar hırsı. Henüz başbakan değilken sarf ettiği Kürt sorunu ve demokrasi cümlelerine karşılık rakibi Mesut Yılmaz Kırmızı Kitap’ı gündeme getirmişti. Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ni okuyunca normalleşeceğini ima etmişti. Yılmaz’ın dediği hatta daha fazlası oldu. Bir yanına Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, öbür yanına Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ı alan Çiller, köylerin yakılması ve faili meçhul cinayetler gibi ağır suçlarla dolu bir sabıka kaydı bıraktı. Bu konuda, iktidar hırsından ziyade mal varlığı yüzünden yaşadığı siyasi ipotek etken oldu. Suç üstü yakalanmış bir başbakan olarak derin devletin kuklası haline geldi. Erdoğan rejimiyle birlikte yakın tarihin en kanlı ve kirli döneminin sanığı olarak şimdilerde Saray’la birlikte anılması tesadüf değil. Bu yaştan sonra Dışişleri Bakanlığı’na atanma iddialarını şişirme buluyorum, ancak genişletme kararı alınan Yüksek İstişare Kurulu’nun üyesi olması kuvvetle muhtemel.
Demokratlığı mı roldü yoksa faşistliği mi? Aslında ikisi de… Daha doğrusu Başbakan rolü yapan bir anti siyasi kişilikti. Tek derdi bir şirket gibi çalışan ailesi ve onun çıkarlarıydı. Benzer bir hikayeyi yaşayan Erdoğan’dan farkı da siyaset dışılığı. AKP lideri, siyaseti bir refleks haline getirebildiği, daha hızlı ve kolay manevra yapabildiği için uzun soluklu oldu. Bir de ilk dönem hem parti kadroları hem de bürokraside daha nitelikli bir ekiple çalıştı. O da Çiller gibi suçüstü yakalanınca kurtuluşu derin devletle nikah kıymakta buldu. Çiller tamamen kukla haline gelirken Erdoğan eşit hatta kimi durumlarda çoğunluk hissesi sahibi ortak konumunu kabul ettirdi.
Çiller çok gaf yapıyordu, çünkü rollerini içselleştirmiyordu. Hatta bazı rolleri irrite olarak oynadığı o kadar belliydi ki… Mesela ‘ana’ rolü üzerinde çok iğreti duruyordu; Demir Leydi’yi ise çok severek oynadığı belliydi. Yüzlerce anayı evlatsız, kadını kocasız bırakacak kadar candan benimsedi haki üniformayı. Ve demokrasinin katledilmesinin paravanı oldu, sarışın güzel kadın…
Bülent Korucu / TR724
“Yüzlerce anayı evlatsız, kadını kocasız bırakacak kadar candan benimsedi haki üniformayı. Ve demokrasinin katledilmesinin paravanı oldu, sarışın güzel kadın…”
Sahici olmaya çalışan plastik mi yoksa plastik rolü yapan bir gerçek mi? Tansu Çiller’i yazmak için oturduğumda önce bu soruya cevap vermeliymişim gibi hissediyorum. Türkiye’nin ilk ve tek kadın başbakanı olarak seçildiğinde büyük heyecan uyandırmıştı. Yalnızca siyasette değil sosyal hayatta da bir büyük dönüşümün işareti ve sürükleyicisi olacağı düşünülüyordu. Sosyal dönüşüm, Ertuğrul Özkök gibi bıyık solcularının bıyıklarının uçmasıyla sınırlı kaldı. Siyasette ise umulanın aksine, yumuşama yerine gerilimi artırıcı etkisi oldu.
Çiller’i kalın çerçeveli gözlükleri ile Erdoğan’ın yanında görülen yaşlı kadın olarak tanıyan gençler için hızlı bir özet geçeyim. 1991 seçimlerine giderken küllerinden doğan Süleyman Demirel’in ‘ben değiştim’ diyebilmek için vitrin malzemelerine ihtiyacı vardı. 80 öncesindeki Çoban Sülü imajı 90’lı yıllara hitap etmiyordu. Turgut Özal’ın batılı ve liberal yüzü toplumsal dönüşümün simgesi olmuş, Çoban Sülü ve kasketli Ecevit’i değişime zorlamıştı. Kırsal nüfusun azalması ve çarpık da olsa kentleşme de vitrin yenilemesini zorunlu kılıyordu. O artık ‘baba’ olarak çağırılıyordu ve yanında bir kızının olması artı değer katacaktı imajına. Aranan kişi bulundu. Boğaziçi’nde ekonomi profesörü, ABD eğitimli, dil bilen sarışın güzel bir kadın: Tansu Çiller.
DYP gibi taşralı, erkek egemen bir parti için çok radikal bir değişimdi. Ama nihayetinde Demirel’in yanında yürüyecek bir vitrin süsüydü. Beklenmedik bu gelişme hem Çiller’in hem de ülkenin hayatını değiştirdi. Cumhurbaşkanı Özal’ın ani vefatıyla bütün taşlar yerinden oynadı. Demirel, Çankaya Köşküne taşınınca gözler onun koltuğuna oturacak isme çevrildi. Baba giderken partiyi yine bir emanetçiye bırakmak istedi. Yasaklı dönemdeki Hüsamettin Cindoruk tecrübesinden dili yandığından bu defa daha muti ve düşük bir profile işaret edecekti: İsmet Sezgin. Özal’ın partiyi teslim ettiği Mesut Yılmaz’la yaşadıkları da elbette gözünü korkutmuştu. “Kasıma kadar İsmet Abi” formülü teşkilatlara ulaştırıldı. Fakat Sezgin gibi on yıllardır yanında siyaset yapan iki isim kulislerde bu formülü boşa çıkarma hazırlığı içindeydi. Köksal Toptan saç stilini değiştirmiş ve genel başkanlık yarışı için ortaya atılmıştı. İkinci isim lider olmak değil lideri belirlemek üzere harekete geçecekti. Necmettin Cevheri, Çiller’e kongre kazandırmak için alttan alta hazırlık yapıyordu. Demirel’in “İki kürek kemiğim arasındaki hançeri çıkaramıyorum” diye anlatacağı ve küseceği eski arkadaşı, kamuoyu desteğini arkasına alarak Tansu Hanım’ı Başbakan yaptı. Daha iki yıl önce siyasete atılmış, hayatında kongre görmemiş acemi politikacı, sadece Sezgin ve Toptan’ı değil Demirel’i de yenmişti.
“Leydi’nin topuk sesi”ni duyan ve ona göre konumlananlar arasında Hürriyet ve onun illüzyonist yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de vardı. Gazeteci Yavuz Gökmen’in daha sonra kitabının da adını alacak olan “Sarışın güzel kadın” bir umut olarak kitlelere sunuldu. Çağdaş, özgürlükçü ve toplumu kucaklayacak kadınsı bir siyaset bekleyenler kısa sürede hayal kırıklığına uğradı. Topuklu leydi ambalajından, çizmeli, eli kırbaçlı bir hanımağa çıktı. Çiller, literatüre 90’lı yıllar olarak geçen Demirel’in tabiriyle ‘rutin dışına çıkan’ devletin en kirli dönemlerinden birinin başaktörü oldu.
İki büyük hırsı Çiller’in hem Türkiye tarihinde hem de Ortadoğu coğrafyasında iyi izler bırakmasına engel oldu. Ona açılan krediyi çarçur etmekle kalmadı, ülkeye normal bir siyasetçinin çok üzerinde zararlar verdi. Tıpkı ‘müslüman demokrat ülke’ vaadiyle aldığı kredilerle tek adam rejimi inşa eden Recep Tayyip Erdoğan gibi.
Para hırsıyla kendini esir haline getirdi. ABD’deki mal varlığı ve kocasıyla birlikte adının karıştığı İstanbul Bankası davasına, görevdeyken yaptığı ihaleler eklendi. Tofaş, TEDAŞ ve örtülü ödenek gibi yolsuzluk dosyalarından aklanmak ve Yüce Divan’a gitmemek en büyük önceliği haline geldi. Kendisini ve partisini bitiren kararların altında hep Çiller’in korkuları vardı. 28 Şubat döneminde Refah Partisi ile kurduğu koalisyon da, yarı yolda ‘havada ikmal yapıp’ başbakanlığa oturmak istemesi de hep kişisel hırslarıyla aldığı kararlardı. Necmettin Erbakan’a iktidar yolunu açarken demokrasi adına yapmıyordu; koltuğu ondan kapmaya çalışırken de demokrasi hasarını minimize etme amacı bulunmuyordu.
İkinci büyük açmazı bitmek bilmeyen iktidar hırsı. Henüz başbakan değilken sarf ettiği Kürt sorunu ve demokrasi cümlelerine karşılık rakibi Mesut Yılmaz Kırmızı Kitap’ı gündeme getirmişti. Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ni okuyunca normalleşeceğini ima etmişti. Yılmaz’ın dediği hatta daha fazlası oldu. Bir yanına Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, öbür yanına Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ı alan Çiller, köylerin yakılması ve faili meçhul cinayetler gibi ağır suçlarla dolu bir sabıka kaydı bıraktı. Bu konuda, iktidar hırsından ziyade mal varlığı yüzünden yaşadığı siyasi ipotek etken oldu. Suç üstü yakalanmış bir başbakan olarak derin devletin kuklası haline geldi. Erdoğan rejimiyle birlikte yakın tarihin en kanlı ve kirli döneminin sanığı olarak şimdilerde Saray’la birlikte anılması tesadüf değil. Bu yaştan sonra Dışişleri Bakanlığı’na atanma iddialarını şişirme buluyorum, ancak genişletme kararı alınan Yüksek İstişare Kurulu’nun üyesi olması kuvvetle muhtemel.
Demokratlığı mı roldü yoksa faşistliği mi? Aslında ikisi de… Daha doğrusu Başbakan rolü yapan bir anti siyasi kişilikti. Tek derdi bir şirket gibi çalışan ailesi ve onun çıkarlarıydı. Benzer bir hikayeyi yaşayan Erdoğan’dan farkı da siyaset dışılığı. AKP lideri, siyaseti bir refleks haline getirebildiği, daha hızlı ve kolay manevra yapabildiği için uzun soluklu oldu. Bir de ilk dönem hem parti kadroları hem de bürokraside daha nitelikli bir ekiple çalıştı. O da Çiller gibi suçüstü yakalanınca kurtuluşu derin devletle nikah kıymakta buldu. Çiller tamamen kukla haline gelirken Erdoğan eşit hatta kimi durumlarda çoğunluk hissesi sahibi ortak konumunu kabul ettirdi.
Çiller çok gaf yapıyordu, çünkü rollerini içselleştirmiyordu. Hatta bazı rolleri irrite olarak oynadığı o kadar belliydi ki… Mesela ‘ana’ rolü üzerinde çok iğreti duruyordu; Demir Leydi’yi ise çok severek oynadığı belliydi. Yüzlerce anayı evlatsız, kadını kocasız bırakacak kadar candan benimsedi haki üniformayı. Ve demokrasinin katledilmesinin paravanı oldu, sarışın güzel kadın…
Bülent Korucu / TR724
“Yüzlerce anayı evlatsız, kadını kocasız bırakacak kadar candan benimsedi haki üniformayı. Ve demokrasinin katledilmesinin paravanı oldu, sarışın güzel kadın…”
Sahici olmaya çalışan plastik mi yoksa plastik rolü yapan bir gerçek mi? Tansu Çiller’i yazmak için oturduğumda önce bu soruya cevap vermeliymişim gibi hissediyorum. Türkiye’nin ilk ve tek kadın başbakanı olarak seçildiğinde büyük heyecan uyandırmıştı. Yalnızca siyasette değil sosyal hayatta da bir büyük dönüşümün işareti ve sürükleyicisi olacağı düşünülüyordu. Sosyal dönüşüm, Ertuğrul Özkök gibi bıyık solcularının bıyıklarının uçmasıyla sınırlı kaldı. Siyasette ise umulanın aksine, yumuşama yerine gerilimi artırıcı etkisi oldu.
Çiller’i kalın çerçeveli gözlükleri ile Erdoğan’ın yanında görülen yaşlı kadın olarak tanıyan gençler için hızlı bir özet geçeyim. 1991 seçimlerine giderken küllerinden doğan Süleyman Demirel’in ‘ben değiştim’ diyebilmek için vitrin malzemelerine ihtiyacı vardı. 80 öncesindeki Çoban Sülü imajı 90’lı yıllara hitap etmiyordu. Turgut Özal’ın batılı ve liberal yüzü toplumsal dönüşümün simgesi olmuş, Çoban Sülü ve kasketli Ecevit’i değişime zorlamıştı. Kırsal nüfusun azalması ve çarpık da olsa kentleşme de vitrin yenilemesini zorunlu kılıyordu. O artık ‘baba’ olarak çağırılıyordu ve yanında bir kızının olması artı değer katacaktı imajına. Aranan kişi bulundu. Boğaziçi’nde ekonomi profesörü, ABD eğitimli, dil bilen sarışın güzel bir kadın: Tansu Çiller.
DYP gibi taşralı, erkek egemen bir parti için çok radikal bir değişimdi. Ama nihayetinde Demirel’in yanında yürüyecek bir vitrin süsüydü. Beklenmedik bu gelişme hem Çiller’in hem de ülkenin hayatını değiştirdi. Cumhurbaşkanı Özal’ın ani vefatıyla bütün taşlar yerinden oynadı. Demirel, Çankaya Köşküne taşınınca gözler onun koltuğuna oturacak isme çevrildi. Baba giderken partiyi yine bir emanetçiye bırakmak istedi. Yasaklı dönemdeki Hüsamettin Cindoruk tecrübesinden dili yandığından bu defa daha muti ve düşük bir profile işaret edecekti: İsmet Sezgin. Özal’ın partiyi teslim ettiği Mesut Yılmaz’la yaşadıkları da elbette gözünü korkutmuştu. “Kasıma kadar İsmet Abi” formülü teşkilatlara ulaştırıldı. Fakat Sezgin gibi on yıllardır yanında siyaset yapan iki isim kulislerde bu formülü boşa çıkarma hazırlığı içindeydi. Köksal Toptan saç stilini değiştirmiş ve genel başkanlık yarışı için ortaya atılmıştı. İkinci isim lider olmak değil lideri belirlemek üzere harekete geçecekti. Necmettin Cevheri, Çiller’e kongre kazandırmak için alttan alta hazırlık yapıyordu. Demirel’in “İki kürek kemiğim arasındaki hançeri çıkaramıyorum” diye anlatacağı ve küseceği eski arkadaşı, kamuoyu desteğini arkasına alarak Tansu Hanım’ı Başbakan yaptı. Daha iki yıl önce siyasete atılmış, hayatında kongre görmemiş acemi politikacı, sadece Sezgin ve Toptan’ı değil Demirel’i de yenmişti.
“Leydi’nin topuk sesi”ni duyan ve ona göre konumlananlar arasında Hürriyet ve onun illüzyonist yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de vardı. Gazeteci Yavuz Gökmen’in daha sonra kitabının da adını alacak olan “Sarışın güzel kadın” bir umut olarak kitlelere sunuldu. Çağdaş, özgürlükçü ve toplumu kucaklayacak kadınsı bir siyaset bekleyenler kısa sürede hayal kırıklığına uğradı. Topuklu leydi ambalajından, çizmeli, eli kırbaçlı bir hanımağa çıktı. Çiller, literatüre 90’lı yıllar olarak geçen Demirel’in tabiriyle ‘rutin dışına çıkan’ devletin en kirli dönemlerinden birinin başaktörü oldu.
İki büyük hırsı Çiller’in hem Türkiye tarihinde hem de Ortadoğu coğrafyasında iyi izler bırakmasına engel oldu. Ona açılan krediyi çarçur etmekle kalmadı, ülkeye normal bir siyasetçinin çok üzerinde zararlar verdi. Tıpkı ‘müslüman demokrat ülke’ vaadiyle aldığı kredilerle tek adam rejimi inşa eden Recep Tayyip Erdoğan gibi.
Para hırsıyla kendini esir haline getirdi. ABD’deki mal varlığı ve kocasıyla birlikte adının karıştığı İstanbul Bankası davasına, görevdeyken yaptığı ihaleler eklendi. Tofaş, TEDAŞ ve örtülü ödenek gibi yolsuzluk dosyalarından aklanmak ve Yüce Divan’a gitmemek en büyük önceliği haline geldi. Kendisini ve partisini bitiren kararların altında hep Çiller’in korkuları vardı. 28 Şubat döneminde Refah Partisi ile kurduğu koalisyon da, yarı yolda ‘havada ikmal yapıp’ başbakanlığa oturmak istemesi de hep kişisel hırslarıyla aldığı kararlardı. Necmettin Erbakan’a iktidar yolunu açarken demokrasi adına yapmıyordu; koltuğu ondan kapmaya çalışırken de demokrasi hasarını minimize etme amacı bulunmuyordu.
İkinci büyük açmazı bitmek bilmeyen iktidar hırsı. Henüz başbakan değilken sarf ettiği Kürt sorunu ve demokrasi cümlelerine karşılık rakibi Mesut Yılmaz Kırmızı Kitap’ı gündeme getirmişti. Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ni okuyunca normalleşeceğini ima etmişti. Yılmaz’ın dediği hatta daha fazlası oldu. Bir yanına Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, öbür yanına Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ı alan Çiller, köylerin yakılması ve faili meçhul cinayetler gibi ağır suçlarla dolu bir sabıka kaydı bıraktı. Bu konuda, iktidar hırsından ziyade mal varlığı yüzünden yaşadığı siyasi ipotek etken oldu. Suç üstü yakalanmış bir başbakan olarak derin devletin kuklası haline geldi. Erdoğan rejimiyle birlikte yakın tarihin en kanlı ve kirli döneminin sanığı olarak şimdilerde Saray’la birlikte anılması tesadüf değil. Bu yaştan sonra Dışişleri Bakanlığı’na atanma iddialarını şişirme buluyorum, ancak genişletme kararı alınan Yüksek İstişare Kurulu’nun üyesi olması kuvvetle muhtemel.
Demokratlığı mı roldü yoksa faşistliği mi? Aslında ikisi de… Daha doğrusu Başbakan rolü yapan bir anti siyasi kişilikti. Tek derdi bir şirket gibi çalışan ailesi ve onun çıkarlarıydı. Benzer bir hikayeyi yaşayan Erdoğan’dan farkı da siyaset dışılığı. AKP lideri, siyaseti bir refleks haline getirebildiği, daha hızlı ve kolay manevra yapabildiği için uzun soluklu oldu. Bir de ilk dönem hem parti kadroları hem de bürokraside daha nitelikli bir ekiple çalıştı. O da Çiller gibi suçüstü yakalanınca kurtuluşu derin devletle nikah kıymakta buldu. Çiller tamamen kukla haline gelirken Erdoğan eşit hatta kimi durumlarda çoğunluk hissesi sahibi ortak konumunu kabul ettirdi.
Çiller çok gaf yapıyordu, çünkü rollerini içselleştirmiyordu. Hatta bazı rolleri irrite olarak oynadığı o kadar belliydi ki… Mesela ‘ana’ rolü üzerinde çok iğreti duruyordu; Demir Leydi’yi ise çok severek oynadığı belliydi. Yüzlerce anayı evlatsız, kadını kocasız bırakacak kadar candan benimsedi haki üniformayı. Ve demokrasinin katledilmesinin paravanı oldu, sarışın güzel kadın…
Bülent Korucu / TR724
“Yüzlerce anayı evlatsız, kadını kocasız bırakacak kadar candan benimsedi haki üniformayı. Ve demokrasinin katledilmesinin paravanı oldu, sarışın güzel kadın…”
Sahici olmaya çalışan plastik mi yoksa plastik rolü yapan bir gerçek mi? Tansu Çiller’i yazmak için oturduğumda önce bu soruya cevap vermeliymişim gibi hissediyorum. Türkiye’nin ilk ve tek kadın başbakanı olarak seçildiğinde büyük heyecan uyandırmıştı. Yalnızca siyasette değil sosyal hayatta da bir büyük dönüşümün işareti ve sürükleyicisi olacağı düşünülüyordu. Sosyal dönüşüm, Ertuğrul Özkök gibi bıyık solcularının bıyıklarının uçmasıyla sınırlı kaldı. Siyasette ise umulanın aksine, yumuşama yerine gerilimi artırıcı etkisi oldu.
Çiller’i kalın çerçeveli gözlükleri ile Erdoğan’ın yanında görülen yaşlı kadın olarak tanıyan gençler için hızlı bir özet geçeyim. 1991 seçimlerine giderken küllerinden doğan Süleyman Demirel’in ‘ben değiştim’ diyebilmek için vitrin malzemelerine ihtiyacı vardı. 80 öncesindeki Çoban Sülü imajı 90’lı yıllara hitap etmiyordu. Turgut Özal’ın batılı ve liberal yüzü toplumsal dönüşümün simgesi olmuş, Çoban Sülü ve kasketli Ecevit’i değişime zorlamıştı. Kırsal nüfusun azalması ve çarpık da olsa kentleşme de vitrin yenilemesini zorunlu kılıyordu. O artık ‘baba’ olarak çağırılıyordu ve yanında bir kızının olması artı değer katacaktı imajına. Aranan kişi bulundu. Boğaziçi’nde ekonomi profesörü, ABD eğitimli, dil bilen sarışın güzel bir kadın: Tansu Çiller.
DYP gibi taşralı, erkek egemen bir parti için çok radikal bir değişimdi. Ama nihayetinde Demirel’in yanında yürüyecek bir vitrin süsüydü. Beklenmedik bu gelişme hem Çiller’in hem de ülkenin hayatını değiştirdi. Cumhurbaşkanı Özal’ın ani vefatıyla bütün taşlar yerinden oynadı. Demirel, Çankaya Köşküne taşınınca gözler onun koltuğuna oturacak isme çevrildi. Baba giderken partiyi yine bir emanetçiye bırakmak istedi. Yasaklı dönemdeki Hüsamettin Cindoruk tecrübesinden dili yandığından bu defa daha muti ve düşük bir profile işaret edecekti: İsmet Sezgin. Özal’ın partiyi teslim ettiği Mesut Yılmaz’la yaşadıkları da elbette gözünü korkutmuştu. “Kasıma kadar İsmet Abi” formülü teşkilatlara ulaştırıldı. Fakat Sezgin gibi on yıllardır yanında siyaset yapan iki isim kulislerde bu formülü boşa çıkarma hazırlığı içindeydi. Köksal Toptan saç stilini değiştirmiş ve genel başkanlık yarışı için ortaya atılmıştı. İkinci isim lider olmak değil lideri belirlemek üzere harekete geçecekti. Necmettin Cevheri, Çiller’e kongre kazandırmak için alttan alta hazırlık yapıyordu. Demirel’in “İki kürek kemiğim arasındaki hançeri çıkaramıyorum” diye anlatacağı ve küseceği eski arkadaşı, kamuoyu desteğini arkasına alarak Tansu Hanım’ı Başbakan yaptı. Daha iki yıl önce siyasete atılmış, hayatında kongre görmemiş acemi politikacı, sadece Sezgin ve Toptan’ı değil Demirel’i de yenmişti.
“Leydi’nin topuk sesi”ni duyan ve ona göre konumlananlar arasında Hürriyet ve onun illüzyonist yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de vardı. Gazeteci Yavuz Gökmen’in daha sonra kitabının da adını alacak olan “Sarışın güzel kadın” bir umut olarak kitlelere sunuldu. Çağdaş, özgürlükçü ve toplumu kucaklayacak kadınsı bir siyaset bekleyenler kısa sürede hayal kırıklığına uğradı. Topuklu leydi ambalajından, çizmeli, eli kırbaçlı bir hanımağa çıktı. Çiller, literatüre 90’lı yıllar olarak geçen Demirel’in tabiriyle ‘rutin dışına çıkan’ devletin en kirli dönemlerinden birinin başaktörü oldu.
İki büyük hırsı Çiller’in hem Türkiye tarihinde hem de Ortadoğu coğrafyasında iyi izler bırakmasına engel oldu. Ona açılan krediyi çarçur etmekle kalmadı, ülkeye normal bir siyasetçinin çok üzerinde zararlar verdi. Tıpkı ‘müslüman demokrat ülke’ vaadiyle aldığı kredilerle tek adam rejimi inşa eden Recep Tayyip Erdoğan gibi.
Para hırsıyla kendini esir haline getirdi. ABD’deki mal varlığı ve kocasıyla birlikte adının karıştığı İstanbul Bankası davasına, görevdeyken yaptığı ihaleler eklendi. Tofaş, TEDAŞ ve örtülü ödenek gibi yolsuzluk dosyalarından aklanmak ve Yüce Divan’a gitmemek en büyük önceliği haline geldi. Kendisini ve partisini bitiren kararların altında hep Çiller’in korkuları vardı. 28 Şubat döneminde Refah Partisi ile kurduğu koalisyon da, yarı yolda ‘havada ikmal yapıp’ başbakanlığa oturmak istemesi de hep kişisel hırslarıyla aldığı kararlardı. Necmettin Erbakan’a iktidar yolunu açarken demokrasi adına yapmıyordu; koltuğu ondan kapmaya çalışırken de demokrasi hasarını minimize etme amacı bulunmuyordu.
İkinci büyük açmazı bitmek bilmeyen iktidar hırsı. Henüz başbakan değilken sarf ettiği Kürt sorunu ve demokrasi cümlelerine karşılık rakibi Mesut Yılmaz Kırmızı Kitap’ı gündeme getirmişti. Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ni okuyunca normalleşeceğini ima etmişti. Yılmaz’ın dediği hatta daha fazlası oldu. Bir yanına Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, öbür yanına Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ı alan Çiller, köylerin yakılması ve faili meçhul cinayetler gibi ağır suçlarla dolu bir sabıka kaydı bıraktı. Bu konuda, iktidar hırsından ziyade mal varlığı yüzünden yaşadığı siyasi ipotek etken oldu. Suç üstü yakalanmış bir başbakan olarak derin devletin kuklası haline geldi. Erdoğan rejimiyle birlikte yakın tarihin en kanlı ve kirli döneminin sanığı olarak şimdilerde Saray’la birlikte anılması tesadüf değil. Bu yaştan sonra Dışişleri Bakanlığı’na atanma iddialarını şişirme buluyorum, ancak genişletme kararı alınan Yüksek İstişare Kurulu’nun üyesi olması kuvvetle muhtemel.
Demokratlığı mı roldü yoksa faşistliği mi? Aslında ikisi de… Daha doğrusu Başbakan rolü yapan bir anti siyasi kişilikti. Tek derdi bir şirket gibi çalışan ailesi ve onun çıkarlarıydı. Benzer bir hikayeyi yaşayan Erdoğan’dan farkı da siyaset dışılığı. AKP lideri, siyaseti bir refleks haline getirebildiği, daha hızlı ve kolay manevra yapabildiği için uzun soluklu oldu. Bir de ilk dönem hem parti kadroları hem de bürokraside daha nitelikli bir ekiple çalıştı. O da Çiller gibi suçüstü yakalanınca kurtuluşu derin devletle nikah kıymakta buldu. Çiller tamamen kukla haline gelirken Erdoğan eşit hatta kimi durumlarda çoğunluk hissesi sahibi ortak konumunu kabul ettirdi.
Çiller çok gaf yapıyordu, çünkü rollerini içselleştirmiyordu. Hatta bazı rolleri irrite olarak oynadığı o kadar belliydi ki… Mesela ‘ana’ rolü üzerinde çok iğreti duruyordu; Demir Leydi’yi ise çok severek oynadığı belliydi. Yüzlerce anayı evlatsız, kadını kocasız bırakacak kadar candan benimsedi haki üniformayı. Ve demokrasinin katledilmesinin paravanı oldu, sarışın güzel kadın…
Bülent Korucu / TR724