“Saraylardan zindana uçurulan haberleri bildiğimizi bilmezler iki gözüm. Bilmediğimizden değil, sevmediğimizden nefreti susarız sonsuz bir sabırla. Bunu bile bilmezler Süreyya, hiç bilmezler.”
Tehlikelidir biliriz, bu topraklarda sevdalanmak Süreyya!
Toprağa sevdalanmayla harmanlanır her harman vakti.
Ki ‘kara’sı makbuldür vurulmaların…
Süreyya, sen şimdi bebeğine buğu gizlenen bakışlarında, bilirim iç çekişlerle bastırırsın sevdalarını. Sevda bu, bilirsin o geldi mi, gelmez elden bir şey. Kepeneğinden başka korunağı olmayan yağız çobanların sevdasına anlam vermez ruhsuz ağalar.
Bunca zaman kafa patlatırım Süreyya, çözemedim giriftlerden belalı bilmeceyi: Bu toprak mıdır bu sevdaları kutsallaştıran, yoksa sevdalarımız mı yüceltti Anadolu’yu.
Ah Anadolu…
Kim bilir kaç çöl dolusu Mecnun eriyip gitti bağrında?
Kaç Yusuf sırt döndü kesik parmaklı Züleyha’lara? Kaç yürek yanığını Kerem’den aldı? Ve dağ başında bekleyen kaç Ferhat var?
Bir yalana mı inandırdın bize sen yıllar yılı?
Ah Süreyya bilirsin, korkutucudur sevdalar! Buutsuz yaşayanlar onu anlayamazlar. Ve anlaşılmayan bilinir olunca kurulur çarmıhlar.
Ya!
Nerden sandın bu kesikler, yarıklar, çarmıhtaki oyuklar? Ki ödüldür Süreyya, bütün bu yapılanlar, etler tırnaklar, kemikleri ayıran taraklar..
İnsanlık tarihi öğretti bize alacanım, kahkahayı kovan gözyaşı erdemini. Duramayız Süreyya, koşmak bizim ruhumuz, hareket enerjimiz. Biz yorulmayız gözüm, çatlayınca büyür sevdamız. Bir fidan gibi dikilir önce ruhumuz, sonra hemen yürürüz ağaç gibi hareketsiz kalamayız. Rüzgârdır bineğimiz, hangi yöne savurursa savursun bizi, polen devşirilecek çiçekler vardır biliriz…
Her gün birer birer yitirirken renklerini yeryüzü, biz elimizde rengârenk fırçalarla renk çalarız toprağa, göğe… Renk bizimdir Süreyya, biliriz ahenk bizim. Her heyula başında set olan yürek bizim. Lügatimiz küçüktür ve büyüktür anlamlar.
Yoktur bazı kelimeler, bizde karşılık bulamazlar. Misal olarak Süreyya, yılgınlık yoktur bizde. Her durak bir başlangıç, her menzil bir dinlence… Ummandır tüm sineler, kanat misali açılan… Saflıkla safdilliği ayırırız her zaman ve biliriz küçümser sevdaları ayılar. O ayılar ormanda her köşeyi tutarlar.
Süreyya; biz sevdayı miras olarak aldık, odundan korkar olsak, bu ormana dalmazdık! İnanmazsan sen bana, sor onlara söylerler. Canlı/cansız cemadat bu türküyü söylerler: Ah yalan dünyada yalan dünyada/Yalandan yüzüme gülen dünyada! Ne ki yalanın gerçekleri ile gerçeğin yanları arasına sıkışmaz bu sevdalar.
Ah Süreyya!
Sanır mısın ki bilmeyiz küçük yürekleri. Gölgelerden kurulan devlerin panayırında cüce ruhları? İzbeliklerde yapılan hesapları, kitapları. Bu sevdaya olan düşmanlıkları… Biliriz bilmesine; ama öylesine büyüktür ki sevdamız kucaklar tüm nefretleri ve her sabah haykırır içimizdeki Yusuf; müjde, sevgi nefreti yendi!
Azlık-çokluk Süreyya, görecelidir derler, lakin belalı sevdaların azı olmaz bilmezler. Bilmezler ki Süreyya, en büyük rakam birdir, tüm ahengin merkezi, tüm sevdalar birdir bir! Saraylardan zindana uçurulan haberleri bildiğimizi bilmezler iki gözüm. Bilmediğimizden değil, sevmediğimizden nefreti susarız sonsuz bir sabırla. Bunu bile bilmezler Süreyya, hiç bilmezler.
Gel boş verelim Süreyya, gel biz kendi türkümüzü seslendirelim. Belalı da olsa, kara da olsa kendi sevdamıza sevdalanalım el ele vererek. Her mevsimi bahar gibi karşılayalım bu bahardan sonra. Bilirsin sonlar ilktir bize göre, her ilki son gibi bilerek devrederiz sevdalarımızı ilkbahara.
Gel bildiğimiz tüm dilleri tekrar vird edinelim ve yeni diller öğrenelim konuşan dilsizlere inat. Gel artık ayaklarımızı bile kullanmadan gitmenin yollarını arayalım beraber Süreyya. Kanat bulalım her şeye ve herkese inat. Ve çırpalım hayata, mayata inat vatana ve matana doğru.
Göreceksin Süreyya, ne çok varmış sevdalı ve ne çokmuş sevdalar.
Anlayacaksın benim bu tutarsız sayıklamalarımı.
Ah Süreyya ah… Belalıdır sevdalarımız bizim…