Güneş’in, Politikyol’da yayımlanan yazısı şöyle;
Genel Olarak
AİHM Büyük Dairesi tarafından Yüksel Yalçınkaya başvurusu karara bağlanmıştır. Bu kararda Mahkeme başvurucunun adil yargılanma hakkının (m. 6), kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin (m. 7), ve Toplanma ve Dernek-Sendika Özgürlüğü hakkının (m. 11) ihlal edildiğine karar vermiştir. Hükümet, AİHM önündeki savunmasında başvurucunun mahkumiyetinin Bylock üzerine kurulmuş olduğunu ve Bank Asya hesabı ve Dernek-Sendika üyeliklerinin ikincil-takdiri delil olarak dosyada yer aldığını ileri sürmüştür.
AİHM, hükümetin bu iddiası doğru bile olsa, bu faaliyetlerin başvurucunun silahlı terör örgütü üyeliği suçundan mahkum edilmesine gerekçe olarak kararlarda yer aldığına dikkat çekmiş m. 7 ve m. 11 altında güvence altına alınmış hakların ihlal edildiğine karar vermiştir. Burada özellikle Bylock delilinin kesin delil mahiyetinde olduğu iddiasından dolayı Mahkeme incelemesini Bylock üzerine yoğunlaştırmıştır. İlk olarak, Bylock’un kategorik olarak başvurucunun atfedilen suçu işlediğine ilişkin kesin bir delil olarak kabul edildiğini not eden Mahkeme, bir iletişim aracını kullanmanın yasallık karinesinde yararlanacağını ve aksi kanıtlanıncaya kadar salt bir iletişi aracını kullanmanın suç olarak kabul edilemeyeceğini belirtmektedir. Böyle bir kabul, öncelikle başvuranın m. 7 altında düzenlenen kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin ihlalinin oluşturmaktadır.
Öte yandan, Bylock’un örgüt üyeliği suçunun kesin delili olarak kabul edilmesi ve bu iddianın geçerliliğine ilişkin başvurucu tarafından yargılama boyunca yapılan itirazlara tatmin edici hiçbir yanıt verilmemiş olması, çekişmeli yargılama ilkelerini ve özellikle silahların eşitliği ilkesini ihlal etmektedir. Dolayısıyla başvuranın adil yargılanma hakkı ihlal edilmiştir. Nihayet Mahkeme, Hükümetin başvurucunun dernek-sendika üyeliklerinin mahkumiyetinde sadece takdiri delil olarak kullanıldığı ve dolayısıyla başvurucunun bu delillerden dolayı mahkum edilmemiş olduğu iddiasını ikna edici bulmamıştır.
Mahkemeye göre takdiri delil olarak dahi dosyada bu iddiaların yer alması ve kullanılmasının başvurucunun 11.madde altında güvence altına alınmış olan Toplantı ve Dernek-Sendika Özgürlüğü hakkının ihlalini oluşturacağına karar vermiştir. Nihayet Mahkeme, başvurucunun maruz kaldığı hak ihlallerinin Türkiye’de sistemik olduğunu not etmekte ve Hükümeti bu durumu düzeltmek ve benzer vakalardaki hak ihlallerini ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler almaya davet etmektedir. Mahkeme, Anayasa’nın 90. maddesini hatırlatmakta ve bu kararın iç hukukta bütün merciler tarafından doğrudan uygulanabilirliğinin altını çizmektedir.
1. Kanunsuz Suç ve Ceza Olmaz İlkesi İhlal Edilmiştir
Başvurucu Yüksel Yalçınkaya, mahkumiyetine gerekçe gösterilen eylemlerinin, bu eylemleri gerçekleştirdiği tarihte herhangi bir suç teşkil etmediğini, dolayısıyla da Sözleşmenin 7. maddesinde güvence altına alınan “kanunsuz suç ve ceza olmaz -ne bis in idem ve nullum crimen, nulla poena sine lege-” ilkelerinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Hükümet ise, başvurucunun söz konusu eylemlerinin bizzat suç teşkil etmesinin gerekmediğini, bu eylemlerinin başvurucunun “silahlı terör örgütü üyeliğinin delili” olduğunu ileri sürmüştür. Bu bağlamda Hükümet AİHM önündeki savunmasında, Bylock dışında kalan, Bank Asya, dernek üyeliği gibi konuların mahkemeler tarafından kesin delil olarak kabul edilmediğini, bunların sadece takdiri delil olarak dosyada bulunduğunu ileri sürmüştür. Hükümete göre, mahkemeler bir kişinin cemaat üyeliğine hükmederken bylock dışındaki delilleri belirleyici olarak kabul etmemektedir. Kısacası, Hükümete göre Bylock, bir kişinin silahlı terör örgütü üyeliğinden mahkumiyeti için yeterli (kesin) delildir (§ 232).
AİHM, hukukun (özellikle ceza hukukunun) temel ilkelerini hatırlatmaktadır. Mahkeme öncelikle, madde 7 altında düzenlenen ilkenin taraf devletler tarafından 15 madde (olağanüstü hal rejimi) bağlamından askıya alınamayacağının altını çizmiştir (§ 237). Mahkemeye göre, bir yasal düzenlemenin açık ve öngörülebilir olması yeterli değildir; aynı zamanda bu düzenlemenin yargı makamları tarafından yorumlanma şeklinin de açık ve öngörülebilir olması gerekir (par. 239). Mahkemenin şu cümlesi özellikle Bylock bağlamında dikkat çekicidir: “[…kişinin suçluluğuna ilişkin bir] karine, kişinin suçlamalara karşı masumiyetini savunmasına engel olabilecek bir etkiye sahip olmamalıdır” (§ 242). Mahkemenin bu konudaki diğer önemli bir ifadesi de, burada başvurucunun gerçekten Bylock kullanmış olup olmadığını araştırmayacağını vurgulamasıdır; zira böyle bir olayın varlığının kanıtlanması yerel mahkemelerin işidir.
Mahkeme, Türk hukukunda silahlı terör örgütü üyeliği suçunun nasıl düzenlenmiş olduğunu (TCK m. 220 Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma Suçu; 314/2 Silahlı Örgüt Üyeliği Suçu) ve Terörle Mücadele Kanunu m. 1 vs.) ve Yargıtay’ın bu konudaki içtihadına gönderme yapmaktadır. Mahkeme, aslında bu maddeler altında düzenlenen hükümlerin ve bu konudaki Yargıtay’ın klasik içtihadının açık ve öngörülebilir olduğunun altını çizmektedir (§ 249).
Bu durumda Mahkeme, başvuruya konu olay bakımından başvuran Yüksel Yalçınkaya’nın mahkumiyetinin sözkonusu hükümlere ve yerleşik içtihada uygun olup olmadığını araştırmaktadır. Mahkemeye göre, FETÖ/PDY’nin başvuranın eylemleri gerçekleştirdiği tarihte bir terör örgütü olarak kabul edilmiş olup olmaması bir önem taşımamaktadır. Önemli olan, başvuran bakımından suçlanmasına delil olarak gösterilen eylemlerinin belirtilen maddeler altındaki suçlamalar bakımından öngörülebilir olup olmadığıdır (§ 254).
Mahkeme başvuranın silahlı terör örgütü üyeliğinden mahkum edilmiş olduğunu; bu nedenle de atfedilen suçun unsurlarının özellikle m. 7 altında incelenmesi gereken öngörülebilirlik kriterini sağlayıp sağlamadığını değerlendirmektedir. Hükümete göre Bylock kullanmak, başlı başına suçun maddi unsuru değildir; fakat kişinin örgüt hiyerarşisine girdiğini kanıtlayan kesin delildir. Mahkeme bu bağlamda, sadece Bylock iletişim programını kullanmanın, silahlı terör örgütü üyeliği suçunun bütün unsurlarını sağlayan kesin delil niteliğinde kabul edilmiş olduğunu hatırlatmaktadır. Hatta bunun için, mesaj içeriklerinin, kişinin kimlerle irtibat kurmuş olduğunun bile tespitine ihtiyaç bulunmadığının altını çizmektedir.
Mahkeme, kişinin sırf Bylock programını kullanmak suretiyle terör örgütünün yasal düzenlemelerde yer alan örgütün şiddet ve güç kullanmak suretiyle iddia edilen amaçlarını gerçekleştirmeyi hedeflediğini nasıl bildiği, bilmesi gerektiği ve bu amaçla kendisini örgütün emrine tahsis ettiği konusunda yerel mahkemeler tarafından makul bir açıklama ortaya konulamadığını belirtmektedir. Bu noktada Mahkemenin özellikle kişinin, örgütün suçun tanımlamasında mevcut olan amaçlarını bilmesini, yani suçun manevi unsurunu ön plana çıkarmış olduğu görülmektedir (§ § 263, 264). Örgüt üyeliği suçunun iç hukuka göre ancak özel kastla işlenebilen bir suç olduğunun altını çizmektedir; yerel mahkemelerin Bylock yorumunun, silahlı terör örgütü üyeliği suçunu bir kusursuz sorumluluk suçu haline getirmiş olduğunu hatırlatmaktadır Mahkeme.
Kısaca, Mahkeme başvuranın suç teşkil etmeyen eylemleri dolayısıyla mahkum edilmiş olduğuna ve dolayısıyla da Sözleşmenin 7. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
2. Adil Yargılanma Hakkı İhlal Edilmiştir
Başvurucu Yüksel Yalçınkaya Bylock iletişim programını kullandığı iddiasıyla yargılandığını ve yargılama sürecinde bu delilin hukuka aykırı olarak elde edilmiş olduğuna ve güvenilir olmadığına ilişkin savunmasının dikkate alınmadığını dolayısıyla adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucu ayrıca, Bylock kullandığına ilişkin MİT raporunun silahlı terör örgütü üyeliğinin kesin delili olarak kabul edildiğini ve bu karineye karşı yargılama boyunca hiçbir argüman sunmasına izin verilmediğini ileri sürmüştür. Buna karşı Hükümet, başvuranın yargılama süreci içerisinde MİT tarafından yargısal makamlara teslim edilmeden önce güvenilir biçimde saklanmadığına ilişkin bir iddiada bulunmamış olduğunu, Bylock verilerinin bağımsız bir uzman tarafından incelenmesi talebinin reddine ilişkin yargısal makamlar nezdinde bir şikayetinin bulunmadığını, dolayısıyla Mahkemenin başvuranın bu iddiasını kabul edilemez bulmasını talep etmiştir.
Mahkeme hükümetin bu argümanına karşı, başvuranın derece mahkemeleri önünde Bylock verilerinin hukuka aykırı biçimde elde edildiğini açıkça ileri sürmüş olduğunu ve buna karşı hükümetin de herhangi bir itirazının bulunmadığını belirtmektedir. Dolayısıyla hükümetin başvurunun bu yönüyle kabul edilemez bulunmasına ilişkin ilk itirazını reddetmektedir.
Mahkeme ilkesel olarak bir delilin hukuka uygun elde edilip edilmediği ile ilgili tartışmaların ve söz konusu delilin hükme nasıl esas teşkil edeceği konusunun derece mahkemeleri tarafından kararlaştırılacak bir konu olduğunu, başvurucu bakımından açıkça adaletsiz bir netice hasıl etmediği sürece de AİHM tarafından değerlendirilecek bir konu olmadığının altını çizmektedir. Ne var ki, yargılama süreci içerisinde aleyhine sunulmuş olan bir delile karşı sanığın silahların eşitliği ilkesi çerçevesinde bir savunma yapabilmesi çekişmeli yargı ilkesinin ve dolayısıyla da adil yargılanma hakkının bir gereğidir.
Kural olarak, derece mahkemelerinin bir delilin delil niteliği konusundaki takdir yetkisine Mahkeme müdahale etmez. Zira AİHM bir temyiz mahkemesi değildir. Ne var ki, bu takdir ya da maddi gerçekliğe ya da hukuka ilişkin hata açıkça adaletin inkar edilmesine yol açmış ise, Mahkeme bunu adil yargılanma hakkı kapsamında dikkate alacaktır.
Mahkeme, başvuran tarafından Bylock ham verilerin güvenilir olmadığına, hukuka aykırı elde edilmiş olduğuna ilişkin argümanlarını, başvuran bakımından HTS ve CGNAT kayıtlarıyla ID tespitinin yapılmış olduğu gerekçesiyle kabul etmemiştir. Mahkeme, Bylock verilerinin özellikle morbeyin olayından dolayı güvenilir olmayabileceğini kabul etse de, başvurucu bakımından bunun geçerli olmadığı sonucuna varmıştır.
Mahkemeye göre, başvuranın yargılama süreci boyunca Bylock delili ile ilgili yapmış olduğu itirazlara hiçbir yanıt verilmemiştir. Yargıtay da dahil olmak üzere tüm yargılama mercileri Bylock’u tartışmasız kesin delil olarak kabul etmişler ve başvurana bu delilin güvenilirliği ile ilgili hiçbir itiraz hakkı tanımamışlardır. Dahası, başvuranın Bylock ile ilgili verilere erişimi hiçbir şekilde mümkün olmamıştır. Örneğin, başvuranın Bylock iletişim programının kamuya açık web sitelerinden indirilebildiğine ilişkin iddiaları ya da bu programı örgütsel bir amaç için kullanmadığına ilişkin olası itirazları kategorik olarak reddedilmiştir.
Mahkeme, bu programın 500,000 ila 1000,000 kez Google Play store’dan indirilmiş olduğuna dikkat çekmekte ve hükümetin münhasırlık iddiasının derece mahkemeleri tarafından ikna edici biçimde ortaya konulamamış olduğunu not etmektedir.
Kısacası Mahkeme, MİT ve KOM tarafından hazırlanan Bylock listesine göre yargılama makamları tarafından kişinin terör örgütü üyesi olduğuna ilişkin kesin delil olarak kabul edilmesini adil yargılanma hakkı ihlali olarak görmektedir. Mahkemeye göre, kişinin Bylock kullandığına ilişkin HTS ve CGNAT kayıtlarının bulunması; hatta ID tespitinin yapılmış olması bu durumu değiştirmemektedir. Böyle bir kullanımının başvurucuya atfedilen suçu işlemiş olduğuna ilişkin kesin delil olarak kabul edilmesi ve başvurucuya hiçbir itiraz hakkının tanınmaması başlı başına bir adil yargılanma hakkı ihlali teşkil etmektedir. Başvurucunun AİHS m. 6’da düzenlenmiş olan adil yargılanma hakkı ihlal edilmiştir.
3. Toplantı ve Dernek Kurma Özgürlüğü İhlal Edilmiştir
Başvurucu Yüksel Yalçınkaya’nın mahkumiyetinde, kendisinin Aktif Eğitim-Sen üyesi olması gerekçelerden birisi olarak anılmıştır. Hükümete göre, başvurucu Bylock kullandığı için mahkum edilmiş; Bank Asya hesabı, Dernek üyeliği sadece takdiri delil olarak dosyada yer almıştır; dolayısıyla başvurucunun 11.maddede güvence altına alınmış olan “Dernek Üyeliği” hakkına yönelik bir müdahale yoktur. Hükümet, böyle bir müdahalenin varlığı kabul edilse bile, bunun yasal olarak tanımlanmış hukuka uygun (m. 11/2’de tanımlanan meşru) bir müdahale olduğunu savunmuştur.
Mahkeme öncelikle Bylock ile ilgili değerlendirmesini özellikle 7. madde bağlamında yapmış olduğunu belirttikten sonra, başvurucunun dernek-sendika üyeliğinin kesin delil değil de takdiri delil olarak dosyada bulunmasının başvurucunun 11. maddede güvence altına alınmış olan haklarına yönelik bir müdahalenin varlığının kabulü için yeterli olduğuna hükmekmektedir.
Bu durumda müdahalenin yasal bir temelinin olup olmadığını (hukuki bir düzenlemeye dayanıp dayanmadığını) tayin etmek önem taşımaktadır. Mahkemeye göre yerel mahkemelerin kararlarında, başvurucunun ilgili sendika ve dernek faaliyetleri içerisinde atfedilen suçun işlenmesine yönelik ne tür eylemlerde bulunduğuna ilişkin hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Bütün bu eylemler de tamamen yasal faaliyetler olup, bunun aksini kanıtlayan hiçbir delil sunulmamıştır başvurucunun dosyasına. Mahkeme Selahattin Demirtaş vakasına atıfta bulunmuş; özellikle TCK m. 314/2’de düzenlenen hükmün başvurucunun yasal faaliyetlerini ve temel haklarını kullanmasını suç faaliyetleri olarak kabul edecek biçimde geniş ve keyfi olarak yorumlandığına hükmetmektedir. Mahkeme’ye göre, söz konusu hükümlerin yorumlanması öylesine keyfidir ki, başvurucunun m. 11 altında güvence altına alınmış olan haklarını koruman için gerekli asgari güvencelerden dahi yoksundur. Bu durumda müdahalenin yasal bir temelinin olduğu dahi kabul edilemeyeceği için, bu müdahalenin meşru olup olmadığını araştırmaya dahi gerek bulunmamaktadır.
Kısacası, yerel mahkemeler tarafından başvuranın sendika ve dernek üyeliklerinin mahkumiyetinde takdiri delil olarak dahi dikkate alınmış olması nedeniyle, kendisinin AİHS m.11 altında güvence altına alınmış olan “Toplantı ve Dernek Kurma Özgürlüğü” hakkı ihlal edilmiştir.
4. Kararın İcra Süreci (AİHS m. 46)
Büyük Daire, öncü karar niteliğinde olan bu karar ile sadece Yüksel Yalçınkaya’nın söz konusu başvuruya konu yargılanmasıyla AİHS’in 6, 7 ve 11. Maddelerinin ihlaline karar vermekle kalmayıp aynı zamanda sistematik sorundan kaynaklı ve önünde derdest bulunan ve önüne gelmesi olası bulunan binlerce başvuruyu da ilgilendirecek şekilde sistematik ihlalleri önlemeye matuf alınması gereken önlemlere işaret etmiştir.
AİHM’in bu verdiği karar teknik olarak bir pilot karar değildir. pilot karar İçtüzüğün 61. maddesinde öngörülen usul izlenerek verilen bir karardır. Ancak bu karar sistematik bir problemi ortaya koyan öncü bir karardır. Esasen her pilot karar bir öncü karardır ama her öncü karar pilot karar değildir. Öncü kararlar pilot kararları da içine alan karalardır. AİHM teknik olarak pilot karar olarak adlandırmasa da AİHS’in 46. maddesi hakkında başlık açarak bu dosyada karar vermiş, bu kararı verirken sistematik sorunların varlığına işaret etmiş, ilk pilot kararı olan Broniowski v. Poland kararına atıfta bulunmuş ve ayrıca Bakanlar Komitesi’nin pilot kararlara ilişkin Res (2004) 3 sayılı kararına atıf yapmıştır. Kararın 416 ve 417. paragraflarında ise her ne kadar pilot kararını uygulamamış olsa da Mahkemenin daha önce pilot kararı uygulamamakla beraber sistematik sorunların ortadan kaldırılması için gerekli olan genel tedbirlere atıfta bulunduğu kararlarına yer vererek Mahkemenin daha önce yaptığı gibi bu dosyada da genel tedbirler konusunda yol göstermesinin yetkisi dahilinde olduğunu belirtmiştir.
AİHM bu bölümde AİHS’in 46. maddesi uyarınca Türkiye’nin AİHM’in ihlal verdiği kararları icra yükümlülüğüne ve özellikle ihlalden önceki durumu sağlamakla yükümlü olduğunu; bununla beraber kararı nasıl icra edeceği seçiminin Bakanlar Komitesinin denetimi altında ve kararın vardığı sonuçlara ve ruhuna uygun olarak Türkiye’ye ait olduğunu belirtmiş (§ 404), ancak belli durumlarda Mahkemenin sistematik nitelikte ihlallerin nasıl giderileceğine dair taraf devletlere yol gösterebileceğini ancak her durumda nihai yetkinin Bakanlar Komitesinde olduğunu hatırlatmıştır (§ 405) Mahkeme devamla yargılamanın yenilenmesine hükmetme yetkisinin olmadığını belirtmekle beraber belli durumlarda yargılamanın yenilenmesinin en uygun ve tek seçenek olduğunu belirterek bunun 7. madde ihlallerini de kapsayabileceğine değinmiştir (§§ 406-407). Mahkeme bilahare kararların icrasıyla ilgili genel yaklaşımını kaydettikten sonra e kararın gerek başvuranın spesifik hak ihlalini ortadan kaldırmaya matuf bireysel önlemler gerekse diğer benzer davalar bakımından gerekli olabilecek önlemleri belirtmiştir.
a. Başvuran özelinde Hükümetin Alması Gereken İcrai Tedbirler
Mahkeme, tespit edilen 6 ve 7. madde ihlallerinin başvuran özelinde tedbirler alınması zorunluluğunu hatırlattıktan sonra, Avrupa ülkelerinde yeknesak olmamakla birlikte genellikle benzer ihlaller sonrasında yargılamanın yenilenmesi yolunun kullanıldığını ve Türkiye uygulaması açısından ise CMK’nın 311/1 (f) maddesinin AİHM’in 6 ve 7. maddelerinden verdiği ihlal kararı sonrasında ihlalin giderilmesi için yeniden yargılamaya yasal temel teşkil ettiğini hatırlatmıştır (§§ 410-411).
Bu düzenlemelerden hareketle Mahkeme, talep etmesi durumunda, başvuranın yeniden yargılamasının kararda tespit edilen ihlallerin giderilmesi ve başvurana tatmin sağlaması için en uygun yol olacağını kaydetmiştir. Mahkeme Türkiye’nin yeniden yargılamayı hangi usulde gerçekleştireceği konusunda yol göstermesinin kendi işi olmadığını bunun, kararın sonuçları ve ruhuyla uyumlu olmak kaydıyla Hükümetin takdirinde olduğunu belirtmiştir ( § 412).
b. Benzer Davalar Bakımından Alınması Gereken Önlemler
Mahkeme 6 ve 7. madde ihlallerinin özünün ulusal yargı makamlarının Bylock’u nitelendirmesinden kaynaklandığını vurguladıktan sonra, 6 ve 7. madde ihlallerine sebep olan durumun izole bir olaydan değil sistematik problemden kaynaklandığını ve bu sorunun çok fazla sayıda kişiyi etkilediği ve etkileme potansiyelinde olduğunu, önünde 8,000’den fazla bu konuda derdest dosya olduğunu, Hükümetin Bylock kullandığını tespit ettiği insan sayısı dikkate alındığında önüne gelebilecek dosya sayısının 100,000 civarında olabileceğini belirtmiştir (§§ 114-115).
AİHM’e göre bu kadar fazla sayıda insanı ilgilendiren bir sistematik sorun, böyle bir kararın icrası için ulusal düzeyde genel önlemler alınmasını zorunlu kılar (§ 416). AİHM kararın 417. paragrafında, Mahkeme tarafından tespit edilen sistematik ve yapısal sorundan kaynaklanan bir insan hakları probleminin nihai kararların tam, etkin ve hızlı bir biçimde icrasıyla çözülebileceğine dair geçen düzenlenen Reykjavík Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde varılan mutabakatı da not ederek, devletlerin gerektiğinde geçmişe de etkili olarak ikincillik ilkesi bağlamında ve Bakanlar Komitesinin denetimi altında ihlallerini giderilmesine yönelik gerekli adımları atmakla yükümlü olduğunun altını çizmiştir.
Mahkemenin bu konudaki en can alıcı ve en güçlü paragrafı 418. paragrafıdır:
“418. Bu nedenle Mahkeme, gelecekte çok sayıda davada benzer ihlalleri tespit etmek zorunda kalmamak için, mevcut kararda tespit edilen kusurların, ilgili ve mümkün olduğu ölçüde, Türk makamları tarafından daha geniş bir ölçekte – yani mevcut başvuranın özel davasının ötesinde – ele alınması gerektiği görüşündedir. Dolayısıyla, davalı Devlet’in Sözleşme’nin 46. maddesi kapsamındaki yükümlülükleri uyarınca, yetkili makamlara düşen, özellikle yerel mahkemelerde görülmekte olan davalarla sınırlı olmamak üzere, mevcut karardan gerekli sonuçları çıkarmak ve burada ihlal bulgularına yol açan yukarıda tespit edilen sorunu çözmek için uygun olan diğer genel tedbirleri almaktır (bkz. yukarıdaki 414. paragraf; ayrıca bkz. mutatis mutandis, Guðmundur Andri Ástráðsson v. İzlanda [GC], no. 26374/18, § 314, 1 Aralık 2020). Daha spesifik olarak, yerel mahkemelerin, mevcut kararda yorumlandığı ve uygulandığı şekliyle ilgili Sözleşme standartlarını gerekli şekilde dikkate almaları gerekmektedir. Mahkeme bu bağlamda, Sözleşme’nin 46. maddesinin, usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş uluslararası anlaşmaların kanun hükmünde olduğu ve bunların anayasaya uygunluğuna itiraz etmek için Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı şeklindeki Türk Anayasasının 90 § 5 maddesi uyarınca Türkiye’de anayasal bir kural hükmünde olduğunun altını çizmektedir (bkz. yukarıdaki 141. paragraf).”
Türkiye taraf olduğu bu davada AİHM’in verdiği kesinleşmiş karara uymakla yükümlüdür. Söz konusu kararın denetimi Bakanlar Komitesince yapılacaktır. AİHM kararının hüküm fıkrasında işaret edilen hususlarla uyumlu olmak şartıyla ve elbette Bakanlar Komitesinin denetimine tabi olmakla birlikte Türkiye, AİHS’in 46. maddesinde öngörülen hukuksal yükümlülüğünü yerine getirirken seçeceği yöntemde serbest olmakla beraber Mahkeme, bu kararda 6 ve 7. maddelerin ihlalinin tespit edilmesine yol açan ve sistematik hal almış olan duruma son vermek için alınabilecek tedbirlerin tipini ve taşıması gereken özellikleri kararında belirtmiştir. Bu durumda devlet yine serbest ancak bu dosyada ve bu dosyada ihlale sebep olan sistematik sorunların ihlalin niteliği, alınacak tedbirler konusunda Hükümete herhangi bir seçenek bırakmamaktadır. Böyle bir durumda ise Türkiye’nin hareket serbestiyeti bulunmayıp AİHM’in işaret ettiği önlemleri almaktan başka çaresi yoktur.
Bundan sonra karar kesin olduğu için Bakanlar Komitesine gidecek ve kararın icrası süreci başlayacaktır. Karar Bakanlar Komitesinin serbestisini hatırlatmakla beraber icra süreci için ona önemli sınırlar da çizmektedir. Komite sadece başvuranın davasında de Türkiye’de derdest olan ve kesinleşmiş davalar bakımından hangi genel önlemlerin ne şekilde alındığına ve bu önlemlerin sistematik sorunu ortadan kaldırmaya yeterli olup olmadığına bakacaktır.
Bu nedenle gerek ulusal yargı makamları gerekse Bakanlar Komitesi önünde bu kararın vardığı sonuçlar bağlamında yeni bir insan hakları mücadelesi süreci başlamıştır.
Karar normal pilot kararların aksine alınması gereken genel tedbirler bakımından bir süre vermemiştir. Yine Mahkeme önünde derdest olan davaların bu aşamada ne olacağı ve bunlarda nasıl bir yol izleneceğine dair bir açıklama yapmamıştır. Mahkeme önünde Bylock kullanım iddiası yanında sohbetlere katılma, evde kitap bulundurma vs temel hakların kullanımı niteliğinde olan diğer bazı hususlardan kaynaklı ihlal iddialarını içeren ve Hükümet savunması ve karşı görüş alışverişinin tamamlandığı dosyalar olduğu bilinmektedir. Yakın zamanda 2. Daire tarafından bu dosyalarda Yalçınkaya’daki ilkeler bağlamında verilecek kararlarla bu kararda müphem olan bazı noktaların da açıklığa kavuşturulması ve önündeki derdest ve gelecek dosyaların da bu grup kararlar bağlamında listeler halinde ihlal verilerek sonuçlandırılması bir seçenek olarak akla gelmektedir. Bu arada Hükümet tarafından Yalçınkaya kararı doğrultusunda adım atılması durumunda ise AİHM elindeki dosyaları bu kararlar temelinde düşme kararları ile eritebilecektir.