“Milli irade Başkanlıkla düdüklü tencereyi ayırt edemez” dedi ve haklı gerekçesi var..
Senin ‘milli iraden’ düdüklü tencereyle başkanlığı ayırt edemez
Sırf akademisyen Gülmen’in yaşadıkları bile bu şartlar altında Türkiye’de bir anayasa referandumu yapılamayacağını gösteriyor. Yüzlerce yayının kapatıldığı, 150’ye yakın gazetecinin cezaevinde olduğu bu ülkede ‘Hayır’ demek neredeyse ‘terör suçu’ sayılacak. Devletin bütün olanakları ‘Evet’ için seferber edilecek. Hele bir de ‘Evet’ yüzde 50’yi geçerse ‘yaşasın milli irade’ diye göbek atacaklar. Elbette bu tek yanlı propagandayla hoşafa dönene ‘milli irade’ denirse.Halay çekiyordu. Birden çevik kuvvet polisleri saldırdı. Yatırılmadı da, adeta yere yapıştırıldı.
Yüzüne çok yakın mesafeden biber gazı sıkıldı. Başı üç kez, saçlarından tutularak yere çarpıldı.
Dakikalarca yerde tekmelendi. Beline, böbreklerine, bacaklarına, sırtına, başına tekme atıldı. Sadece elleriyle başını koruyabiliyordu.
Kaldırıldı yerden. Kolları ters çevrildi. Başı yere eğilerek, ayaklarına çelme takılarak, koşturularak gözaltı aracına götürüldü.
Yüzü koyun yere yapıştırılarak üstü arandı. Kolları arkaya çevrilerek ters takılan kelepçe gereğinden fazla sıkıldı. Gözaltı aracının koltuğuna ters kelepçeli olarak atıldı.
İlk durak hastaneydi. Çok yakın mesafeden yüzüne sıkılan biber gazından dolayı gözlerinde ve yüzünde çok yoğun yanma hissi vardı. Bir buçuk saat boyunca gözlerini hiç açamadı. Burnundan akıntı, gözlerinden yaş geliyordu sürekli.
Doktor muayeneye çağırınca gözlerini açamadığı için arkadaşları refakat etmek istediler. Ancak polis engelledi. El yordamıyla gözaltı aracından indi ve muayene odasının önünde beklemeye başladı.
Doktor ismini söylediğinde yine el yordamıyla girdi odaya ve sedyeyi bularak muayene için oturdu.
Doktor Tarık Çıtak’a, yüzüne çok yakın mesafeden gaz sıkıldığını, gözlerini açamadığını, yüzündeki ve gözlerindeki yanmayı hafifletecek bir şeyler yapıp yapamayacağını sordu. Hiçbir şey yapamayacağını söyledi Doktor Çıtak.
Odada başka bir doktor kadın vardı. Çıtak’ın dikkatini, alnındaki şişlik ve sıyrıklar çekti.
Yüzü hızla yere çarpıldığı için burnu ve alnı şişmişti. Yüzünde sıyrıklar vardı.
Doktor Çıtak yerinden kalktı ve burnuna hafifçe dokundu. Ne zaman bu hale geldiğini sordu.
Gözaltına alınırken olduğunu söyleyince “Ne zaman” diye tekrar sordu.
“Herhalde yarım saat filan oldu” dedi.
Tekrar yerine oturdu doktor, “Başka birşey var mı” diye sordu.
Vücudunun her yeri tekmelenmişti. Bütün vücudunda yaygın ağrı hissettiğini söyledi.
Üstünü çıkarmasını istedi Doktor Çıtak.
Önlüğünü, montunu ve yeleklerinden birini çıkardı. Diğer yeleğin düğmelerini çözüyordu ki, üstündekileri çıkarmadan sıyırmasını istedi.
Ancak mümkün değildi bu. Çünkü içindeki bütün bir badiydi.
Üstündekileri çıkarmasını bekleyemeyeceğini, dışarıda bekleyen bir sürü hasta olduğunu söyledi Doktor Çıtak.
Yerlerde tekmelenerek gözaltına alındığını, işkence gördüğünü, kendisini muayene etmek zorunda olduğunu anlattı.
Ancak Doktor Çıtak kararlıydı. Soyunmasını bekleyemeyeceğini, onu oyaladığını ifade etti.
Karşısındaki de kararlıydı. Muayene etmeyerek suç işlediğini, kendisini teşhir edeceğini, hakkında şikayette bulunacağını söyleyerek odadan çıktı.
Oysa vücut bütünlüğüne verilen zarar gözle görülür bir haldeydi. Beyanı da bu yönde olduğu halde hastasını muayene etmemişti doktor.
Biber gazı belirli bir mesafeden sıkıldığında kişinin vücut bütünlüğü belirli ölçüde zarar görüyordu. Doktor Çıtak bu etkiyi giderecek hiçbir şey yapmamış “muayene” ettiği hastasını tedavi etmemişti.
Karşısına gelen hastanın hem rahatsızlığını gidermemiş, hem de sağlıklı muayene olmasını sağlayacak koşulları oluşturacak bir davranış biçimi sergilememiş, hastasına hiçbir şekilde fiziki ya da manevi bir yardımda bulunmamıştı. Hastanın üzerindekileri çıkarmasına yardım edecek bir sağlık görevlisi bile çağırmamıştı.
Doktor Çıtak rapora sadece “gözlerde kızarıklık” yazmıştı. “Gözünü açamama”, “yüzde ve gözde şiddetli yanma”, “gözlerde ve burunda sürekli akıntı” gibi biber gazının yüzdeki etkilerini rapora tam olarak yansıtmamıştı.
Gelen hastanın yüzünün şiddetle yere çarpıldığını söylediği ve burnunda gözle görülür şişlik ve sıyrık olduğu halde burundaki hasarın ne olduğunu tam olarak anlayacak derecede muayene etmemişti. Örneğin grafi istememişti. Elle bir iki saniye dokunmuş ve rapora “hafif şişlik” yazmıştı. Alnındaki şişliği ve sıyrıkları rapora geçirmemişti.
Oysa daha sonra anlaşılacaktı, kendisine gelen hastanın burnu kırılmıştı.
GÜLMEN BUNLARI YAŞIYORSA OHAL’DE REFERANDUM OLMAZ
Doktor Çıtak hakkında Ankara Tabip Odası’na verdiği şikayet dilekçesinde yaşadıklarını dile getirdikten sonra şöyle bitiriyordu:
“İşkence bir insanlık suçudur ve adli muayene hekiminin görevi bu suçu raporlamak ve kişi üzerindeki etkilerini gidermek için gerekli teşhisi koymak ve acil tedaviyi gerçekleştirmektir. Doktor Tarık Çıtak bu görevi yerine getirmemiş ve bu suça ortak olmuştur. Polisin herhangi başka bir gözaltı işleminde benzer şekilde davranmasının yolunu açmıştır. Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı Dr. Tarık Çıtak’tan şikayetçiyim. Şahsıma karşı davranışlarından dolayı adli makamlar önünde hesap vermesini istediğim gibi, işkenceye maruz kalan başka kişilerin benimle benzer bir muameleyle karşılaşmasını önlemek istiyorum.”
Bu satırlar Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde Olağanüstü Hal Kararnamesiyle ihraç edilen Akademisyen Nuriye Gülmen’e ait.
2015’te işten atılmış. Bir yıllık yasal mücadelenin sonunda davayı kazanıp işine geri dönme hakkı kazanmış. Ancak işe döndükten sonra açığa alınmış ve sonunda OHAL’de fırsatından yararlanılıp ihraç edilmiş.
Gülmen, Kasım ayı başından bu yana Ankara Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde eylem yapıyor işine geri dönmek için.
Anıtın yanındaki banka oturuyor, önüne bir kartona yazılmış döviz seriyor:
“Açığa alındım. İşimi istiyorum. Nuriye Gülmen.”
Destekçileri, dayanışmacıları geliyor yanına. Zaman zaman oldukları yerde halay çekiyorlar.
Gülmen bu eylemi Kasım ayı başından bu yana, yaklaşık 70 gündür yapıyor.
Eylem yaptığı süre içersinde onlarca kez gözaltına alındı. Son gözaltında da işte bu eziyeti yaşadı. Şimdi kırık burnu, darbelenmiş bedeni ile eylemine kararlılıkla devam ediyor.
Sırf Gülmen’in başına gelenler bile Türkiye’de hangi şartlarda bir anayasa referandumuna gidildiğinin göstergesi.
Kaynağını Olağanüstü Hal’den alan büyük bir hukuksuzlukla; insan haklarının, ifade ve basın özgürlüğünün fiilen ortadan kalktığı koşullarda yapılacak referandum.
Cumhurbaşkanı da, başbakan da, bakanlar da “Evet” için sahaya inecek. Hem de valileriyle, kaymakamlarıyla, devletin tüm gücünü kullanacaklar. “Makam uçakları”, “makam arabaları” tüm ülkede seferber olacak “milli irade”ye “Evet” dedirtmek için.
“Hayır” diyenler bir bahane bulunup gözaltına alınacak, hatta tutuklanacak. Şimdiden başladılar bile “Hayır” bildirisi dağıtanları içeri almaya. Aynen Halkevi üyelerine olduğu gibi…
Beğenmediği kitap hakkında daha dağıtılmadan toplatma kararı veren bir iktidar anlayışıyla karşı karşıyayız. Aynen Sabahattin Önkibar’ın Devlet Bahçeli hakkında yazdığı kitabın başına gelenler gibi…
Kitap yasaklamak bir yana, piyasaya çıkmış kitapların tanıtım afişlerine bile yasak geliyor. Aynen Zülfü Livaneli’nin yeni çıkan kitabının afişine konulan yasak gibi…
150’ye yakın gazeteci cezaevinde. Birkaç katı gazeteci de ağır hapis cezaları tehdidi altında.
Gazetesiyle, televizyonuyla, internet sitesiyle gerçekleri söyleyen, muhalif olan yüzlerce yayın kapatıldı.
Eğer bu gazeteciler dışarıda olsaydı, bu televizyonlar, gazeteler, internet siteleri açık olsaydı çok büyük bölümü “Hayır” diyecekti tek adam yönetimini getirecek olan anayasa değişikliklerine.
“Hayır” diyecek olanların, “Hayır” deme ihtimali bulunanların yaşam alanları olabildiğince daraltıldı, hatta yok edildi.
Ancak “Evet” demek serbest. Hatta “Evet”e çalışana devlet desteği de olacak.
En az 20 televizyon kanalı, 30’dan fazla gazete, yüzlerce internet sitesi “Evet”in propagandasını yapacak 24 saat. “Milli irade”nin beyni yıkanacak “Evet”le.
Yaşadığımız son süreçte “Barış” demek büyük bir suçtu. Hatta “Barış” isteyenler terörist ilan ediliyordu.
Önümüzdeki günlerde de “Hayır” demek suç işlemekle eşdeğer olacak. “Hayır”ın propagandasını yapanlara yapıştırılacak damga hazır; “terörist”.
Hatta referandum tarihi yaklaştıkça, hele hele yapılan anketlerde “Evet” oyları “Hayır”ların gerisindeyse öyle uygulamalar, öyle toplum mühendisliği yapılacak ki bu “milli irade” üzerinde, bugünleri bile arar hale geleceğiz.
Haber alma hakkı, gerçekleri bilme hakkı tümüyle elinden alınmış bir halka; AKP’nin basın-yayın birimine dönüşmüş yandaş medyası, havuz medyası, teslim olmuş merkez medyası ile tek yanlı bir propagandayla “tek adam rejimi”ni dayatacaklar.
“Evet”lerin “Hayır”lardan fazla çıkması için devletin de desteğiyle ülkeyi büyük bir çatışma alanına dönüştürecekler. Bütün bunları yaptıktan sonra bu halka “Evet” dedirtebilirlerse, “Yaşasın milli irade” diye göbek atacaklar.
Ama inanın ki bu koşullarda oluşturulan “milli irade” kendisine dayatılan “tek adam rejimi” ile düdüklü tencereyi ayırt edemez.
“Milli irade Başkanlıkla düdüklü tencereyi ayırt edemez” dedi ve haklı gerekçesi var..
Senin ‘milli iraden’ düdüklü tencereyle başkanlığı ayırt edemez
Sırf akademisyen Gülmen’in yaşadıkları bile bu şartlar altında Türkiye’de bir anayasa referandumu yapılamayacağını gösteriyor. Yüzlerce yayının kapatıldığı, 150’ye yakın gazetecinin cezaevinde olduğu bu ülkede ‘Hayır’ demek neredeyse ‘terör suçu’ sayılacak. Devletin bütün olanakları ‘Evet’ için seferber edilecek. Hele bir de ‘Evet’ yüzde 50’yi geçerse ‘yaşasın milli irade’ diye göbek atacaklar. Elbette bu tek yanlı propagandayla hoşafa dönene ‘milli irade’ denirse.Halay çekiyordu. Birden çevik kuvvet polisleri saldırdı. Yatırılmadı da, adeta yere yapıştırıldı.
Yüzüne çok yakın mesafeden biber gazı sıkıldı. Başı üç kez, saçlarından tutularak yere çarpıldı.
Dakikalarca yerde tekmelendi. Beline, böbreklerine, bacaklarına, sırtına, başına tekme atıldı. Sadece elleriyle başını koruyabiliyordu.
Kaldırıldı yerden. Kolları ters çevrildi. Başı yere eğilerek, ayaklarına çelme takılarak, koşturularak gözaltı aracına götürüldü.
Yüzü koyun yere yapıştırılarak üstü arandı. Kolları arkaya çevrilerek ters takılan kelepçe gereğinden fazla sıkıldı. Gözaltı aracının koltuğuna ters kelepçeli olarak atıldı.
İlk durak hastaneydi. Çok yakın mesafeden yüzüne sıkılan biber gazından dolayı gözlerinde ve yüzünde çok yoğun yanma hissi vardı. Bir buçuk saat boyunca gözlerini hiç açamadı. Burnundan akıntı, gözlerinden yaş geliyordu sürekli.
Doktor muayeneye çağırınca gözlerini açamadığı için arkadaşları refakat etmek istediler. Ancak polis engelledi. El yordamıyla gözaltı aracından indi ve muayene odasının önünde beklemeye başladı.
Doktor ismini söylediğinde yine el yordamıyla girdi odaya ve sedyeyi bularak muayene için oturdu.
Doktor Tarık Çıtak’a, yüzüne çok yakın mesafeden gaz sıkıldığını, gözlerini açamadığını, yüzündeki ve gözlerindeki yanmayı hafifletecek bir şeyler yapıp yapamayacağını sordu. Hiçbir şey yapamayacağını söyledi Doktor Çıtak.
Odada başka bir doktor kadın vardı. Çıtak’ın dikkatini, alnındaki şişlik ve sıyrıklar çekti.
Yüzü hızla yere çarpıldığı için burnu ve alnı şişmişti. Yüzünde sıyrıklar vardı.
Doktor Çıtak yerinden kalktı ve burnuna hafifçe dokundu. Ne zaman bu hale geldiğini sordu.
Gözaltına alınırken olduğunu söyleyince “Ne zaman” diye tekrar sordu.
“Herhalde yarım saat filan oldu” dedi.
Tekrar yerine oturdu doktor, “Başka birşey var mı” diye sordu.
Vücudunun her yeri tekmelenmişti. Bütün vücudunda yaygın ağrı hissettiğini söyledi.
Üstünü çıkarmasını istedi Doktor Çıtak.
Önlüğünü, montunu ve yeleklerinden birini çıkardı. Diğer yeleğin düğmelerini çözüyordu ki, üstündekileri çıkarmadan sıyırmasını istedi.
Ancak mümkün değildi bu. Çünkü içindeki bütün bir badiydi.
Üstündekileri çıkarmasını bekleyemeyeceğini, dışarıda bekleyen bir sürü hasta olduğunu söyledi Doktor Çıtak.
Yerlerde tekmelenerek gözaltına alındığını, işkence gördüğünü, kendisini muayene etmek zorunda olduğunu anlattı.
Ancak Doktor Çıtak kararlıydı. Soyunmasını bekleyemeyeceğini, onu oyaladığını ifade etti.
Karşısındaki de kararlıydı. Muayene etmeyerek suç işlediğini, kendisini teşhir edeceğini, hakkında şikayette bulunacağını söyleyerek odadan çıktı.
Oysa vücut bütünlüğüne verilen zarar gözle görülür bir haldeydi. Beyanı da bu yönde olduğu halde hastasını muayene etmemişti doktor.
Biber gazı belirli bir mesafeden sıkıldığında kişinin vücut bütünlüğü belirli ölçüde zarar görüyordu. Doktor Çıtak bu etkiyi giderecek hiçbir şey yapmamış “muayene” ettiği hastasını tedavi etmemişti.
Karşısına gelen hastanın hem rahatsızlığını gidermemiş, hem de sağlıklı muayene olmasını sağlayacak koşulları oluşturacak bir davranış biçimi sergilememiş, hastasına hiçbir şekilde fiziki ya da manevi bir yardımda bulunmamıştı. Hastanın üzerindekileri çıkarmasına yardım edecek bir sağlık görevlisi bile çağırmamıştı.
Doktor Çıtak rapora sadece “gözlerde kızarıklık” yazmıştı. “Gözünü açamama”, “yüzde ve gözde şiddetli yanma”, “gözlerde ve burunda sürekli akıntı” gibi biber gazının yüzdeki etkilerini rapora tam olarak yansıtmamıştı.
Gelen hastanın yüzünün şiddetle yere çarpıldığını söylediği ve burnunda gözle görülür şişlik ve sıyrık olduğu halde burundaki hasarın ne olduğunu tam olarak anlayacak derecede muayene etmemişti. Örneğin grafi istememişti. Elle bir iki saniye dokunmuş ve rapora “hafif şişlik” yazmıştı. Alnındaki şişliği ve sıyrıkları rapora geçirmemişti.
Oysa daha sonra anlaşılacaktı, kendisine gelen hastanın burnu kırılmıştı.
GÜLMEN BUNLARI YAŞIYORSA OHAL’DE REFERANDUM OLMAZ
Doktor Çıtak hakkında Ankara Tabip Odası’na verdiği şikayet dilekçesinde yaşadıklarını dile getirdikten sonra şöyle bitiriyordu:
“İşkence bir insanlık suçudur ve adli muayene hekiminin görevi bu suçu raporlamak ve kişi üzerindeki etkilerini gidermek için gerekli teşhisi koymak ve acil tedaviyi gerçekleştirmektir. Doktor Tarık Çıtak bu görevi yerine getirmemiş ve bu suça ortak olmuştur. Polisin herhangi başka bir gözaltı işleminde benzer şekilde davranmasının yolunu açmıştır. Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı Dr. Tarık Çıtak’tan şikayetçiyim. Şahsıma karşı davranışlarından dolayı adli makamlar önünde hesap vermesini istediğim gibi, işkenceye maruz kalan başka kişilerin benimle benzer bir muameleyle karşılaşmasını önlemek istiyorum.”
Bu satırlar Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde Olağanüstü Hal Kararnamesiyle ihraç edilen Akademisyen Nuriye Gülmen’e ait.
2015’te işten atılmış. Bir yıllık yasal mücadelenin sonunda davayı kazanıp işine geri dönme hakkı kazanmış. Ancak işe döndükten sonra açığa alınmış ve sonunda OHAL’de fırsatından yararlanılıp ihraç edilmiş.
Gülmen, Kasım ayı başından bu yana Ankara Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde eylem yapıyor işine geri dönmek için.
Anıtın yanındaki banka oturuyor, önüne bir kartona yazılmış döviz seriyor:
“Açığa alındım. İşimi istiyorum. Nuriye Gülmen.”
Destekçileri, dayanışmacıları geliyor yanına. Zaman zaman oldukları yerde halay çekiyorlar.
Gülmen bu eylemi Kasım ayı başından bu yana, yaklaşık 70 gündür yapıyor.
Eylem yaptığı süre içersinde onlarca kez gözaltına alındı. Son gözaltında da işte bu eziyeti yaşadı. Şimdi kırık burnu, darbelenmiş bedeni ile eylemine kararlılıkla devam ediyor.
Sırf Gülmen’in başına gelenler bile Türkiye’de hangi şartlarda bir anayasa referandumuna gidildiğinin göstergesi.
Kaynağını Olağanüstü Hal’den alan büyük bir hukuksuzlukla; insan haklarının, ifade ve basın özgürlüğünün fiilen ortadan kalktığı koşullarda yapılacak referandum.
Cumhurbaşkanı da, başbakan da, bakanlar da “Evet” için sahaya inecek. Hem de valileriyle, kaymakamlarıyla, devletin tüm gücünü kullanacaklar. “Makam uçakları”, “makam arabaları” tüm ülkede seferber olacak “milli irade”ye “Evet” dedirtmek için.
“Hayır” diyenler bir bahane bulunup gözaltına alınacak, hatta tutuklanacak. Şimdiden başladılar bile “Hayır” bildirisi dağıtanları içeri almaya. Aynen Halkevi üyelerine olduğu gibi…
Beğenmediği kitap hakkında daha dağıtılmadan toplatma kararı veren bir iktidar anlayışıyla karşı karşıyayız. Aynen Sabahattin Önkibar’ın Devlet Bahçeli hakkında yazdığı kitabın başına gelenler gibi…
Kitap yasaklamak bir yana, piyasaya çıkmış kitapların tanıtım afişlerine bile yasak geliyor. Aynen Zülfü Livaneli’nin yeni çıkan kitabının afişine konulan yasak gibi…
150’ye yakın gazeteci cezaevinde. Birkaç katı gazeteci de ağır hapis cezaları tehdidi altında.
Gazetesiyle, televizyonuyla, internet sitesiyle gerçekleri söyleyen, muhalif olan yüzlerce yayın kapatıldı.
Eğer bu gazeteciler dışarıda olsaydı, bu televizyonlar, gazeteler, internet siteleri açık olsaydı çok büyük bölümü “Hayır” diyecekti tek adam yönetimini getirecek olan anayasa değişikliklerine.
“Hayır” diyecek olanların, “Hayır” deme ihtimali bulunanların yaşam alanları olabildiğince daraltıldı, hatta yok edildi.
Ancak “Evet” demek serbest. Hatta “Evet”e çalışana devlet desteği de olacak.
En az 20 televizyon kanalı, 30’dan fazla gazete, yüzlerce internet sitesi “Evet”in propagandasını yapacak 24 saat. “Milli irade”nin beyni yıkanacak “Evet”le.
Yaşadığımız son süreçte “Barış” demek büyük bir suçtu. Hatta “Barış” isteyenler terörist ilan ediliyordu.
Önümüzdeki günlerde de “Hayır” demek suç işlemekle eşdeğer olacak. “Hayır”ın propagandasını yapanlara yapıştırılacak damga hazır; “terörist”.
Hatta referandum tarihi yaklaştıkça, hele hele yapılan anketlerde “Evet” oyları “Hayır”ların gerisindeyse öyle uygulamalar, öyle toplum mühendisliği yapılacak ki bu “milli irade” üzerinde, bugünleri bile arar hale geleceğiz.
Haber alma hakkı, gerçekleri bilme hakkı tümüyle elinden alınmış bir halka; AKP’nin basın-yayın birimine dönüşmüş yandaş medyası, havuz medyası, teslim olmuş merkez medyası ile tek yanlı bir propagandayla “tek adam rejimi”ni dayatacaklar.
“Evet”lerin “Hayır”lardan fazla çıkması için devletin de desteğiyle ülkeyi büyük bir çatışma alanına dönüştürecekler. Bütün bunları yaptıktan sonra bu halka “Evet” dedirtebilirlerse, “Yaşasın milli irade” diye göbek atacaklar.
Ama inanın ki bu koşullarda oluşturulan “milli irade” kendisine dayatılan “tek adam rejimi” ile düdüklü tencereyi ayırt edemez.
“Milli irade Başkanlıkla düdüklü tencereyi ayırt edemez” dedi ve haklı gerekçesi var..
Senin ‘milli iraden’ düdüklü tencereyle başkanlığı ayırt edemez
Sırf akademisyen Gülmen’in yaşadıkları bile bu şartlar altında Türkiye’de bir anayasa referandumu yapılamayacağını gösteriyor. Yüzlerce yayının kapatıldığı, 150’ye yakın gazetecinin cezaevinde olduğu bu ülkede ‘Hayır’ demek neredeyse ‘terör suçu’ sayılacak. Devletin bütün olanakları ‘Evet’ için seferber edilecek. Hele bir de ‘Evet’ yüzde 50’yi geçerse ‘yaşasın milli irade’ diye göbek atacaklar. Elbette bu tek yanlı propagandayla hoşafa dönene ‘milli irade’ denirse.Halay çekiyordu. Birden çevik kuvvet polisleri saldırdı. Yatırılmadı da, adeta yere yapıştırıldı.
Yüzüne çok yakın mesafeden biber gazı sıkıldı. Başı üç kez, saçlarından tutularak yere çarpıldı.
Dakikalarca yerde tekmelendi. Beline, böbreklerine, bacaklarına, sırtına, başına tekme atıldı. Sadece elleriyle başını koruyabiliyordu.
Kaldırıldı yerden. Kolları ters çevrildi. Başı yere eğilerek, ayaklarına çelme takılarak, koşturularak gözaltı aracına götürüldü.
Yüzü koyun yere yapıştırılarak üstü arandı. Kolları arkaya çevrilerek ters takılan kelepçe gereğinden fazla sıkıldı. Gözaltı aracının koltuğuna ters kelepçeli olarak atıldı.
İlk durak hastaneydi. Çok yakın mesafeden yüzüne sıkılan biber gazından dolayı gözlerinde ve yüzünde çok yoğun yanma hissi vardı. Bir buçuk saat boyunca gözlerini hiç açamadı. Burnundan akıntı, gözlerinden yaş geliyordu sürekli.
Doktor muayeneye çağırınca gözlerini açamadığı için arkadaşları refakat etmek istediler. Ancak polis engelledi. El yordamıyla gözaltı aracından indi ve muayene odasının önünde beklemeye başladı.
Doktor ismini söylediğinde yine el yordamıyla girdi odaya ve sedyeyi bularak muayene için oturdu.
Doktor Tarık Çıtak’a, yüzüne çok yakın mesafeden gaz sıkıldığını, gözlerini açamadığını, yüzündeki ve gözlerindeki yanmayı hafifletecek bir şeyler yapıp yapamayacağını sordu. Hiçbir şey yapamayacağını söyledi Doktor Çıtak.
Odada başka bir doktor kadın vardı. Çıtak’ın dikkatini, alnındaki şişlik ve sıyrıklar çekti.
Yüzü hızla yere çarpıldığı için burnu ve alnı şişmişti. Yüzünde sıyrıklar vardı.
Doktor Çıtak yerinden kalktı ve burnuna hafifçe dokundu. Ne zaman bu hale geldiğini sordu.
Gözaltına alınırken olduğunu söyleyince “Ne zaman” diye tekrar sordu.
“Herhalde yarım saat filan oldu” dedi.
Tekrar yerine oturdu doktor, “Başka birşey var mı” diye sordu.
Vücudunun her yeri tekmelenmişti. Bütün vücudunda yaygın ağrı hissettiğini söyledi.
Üstünü çıkarmasını istedi Doktor Çıtak.
Önlüğünü, montunu ve yeleklerinden birini çıkardı. Diğer yeleğin düğmelerini çözüyordu ki, üstündekileri çıkarmadan sıyırmasını istedi.
Ancak mümkün değildi bu. Çünkü içindeki bütün bir badiydi.
Üstündekileri çıkarmasını bekleyemeyeceğini, dışarıda bekleyen bir sürü hasta olduğunu söyledi Doktor Çıtak.
Yerlerde tekmelenerek gözaltına alındığını, işkence gördüğünü, kendisini muayene etmek zorunda olduğunu anlattı.
Ancak Doktor Çıtak kararlıydı. Soyunmasını bekleyemeyeceğini, onu oyaladığını ifade etti.
Karşısındaki de kararlıydı. Muayene etmeyerek suç işlediğini, kendisini teşhir edeceğini, hakkında şikayette bulunacağını söyleyerek odadan çıktı.
Oysa vücut bütünlüğüne verilen zarar gözle görülür bir haldeydi. Beyanı da bu yönde olduğu halde hastasını muayene etmemişti doktor.
Biber gazı belirli bir mesafeden sıkıldığında kişinin vücut bütünlüğü belirli ölçüde zarar görüyordu. Doktor Çıtak bu etkiyi giderecek hiçbir şey yapmamış “muayene” ettiği hastasını tedavi etmemişti.
Karşısına gelen hastanın hem rahatsızlığını gidermemiş, hem de sağlıklı muayene olmasını sağlayacak koşulları oluşturacak bir davranış biçimi sergilememiş, hastasına hiçbir şekilde fiziki ya da manevi bir yardımda bulunmamıştı. Hastanın üzerindekileri çıkarmasına yardım edecek bir sağlık görevlisi bile çağırmamıştı.
Doktor Çıtak rapora sadece “gözlerde kızarıklık” yazmıştı. “Gözünü açamama”, “yüzde ve gözde şiddetli yanma”, “gözlerde ve burunda sürekli akıntı” gibi biber gazının yüzdeki etkilerini rapora tam olarak yansıtmamıştı.
Gelen hastanın yüzünün şiddetle yere çarpıldığını söylediği ve burnunda gözle görülür şişlik ve sıyrık olduğu halde burundaki hasarın ne olduğunu tam olarak anlayacak derecede muayene etmemişti. Örneğin grafi istememişti. Elle bir iki saniye dokunmuş ve rapora “hafif şişlik” yazmıştı. Alnındaki şişliği ve sıyrıkları rapora geçirmemişti.
Oysa daha sonra anlaşılacaktı, kendisine gelen hastanın burnu kırılmıştı.
GÜLMEN BUNLARI YAŞIYORSA OHAL’DE REFERANDUM OLMAZ
Doktor Çıtak hakkında Ankara Tabip Odası’na verdiği şikayet dilekçesinde yaşadıklarını dile getirdikten sonra şöyle bitiriyordu:
“İşkence bir insanlık suçudur ve adli muayene hekiminin görevi bu suçu raporlamak ve kişi üzerindeki etkilerini gidermek için gerekli teşhisi koymak ve acil tedaviyi gerçekleştirmektir. Doktor Tarık Çıtak bu görevi yerine getirmemiş ve bu suça ortak olmuştur. Polisin herhangi başka bir gözaltı işleminde benzer şekilde davranmasının yolunu açmıştır. Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı Dr. Tarık Çıtak’tan şikayetçiyim. Şahsıma karşı davranışlarından dolayı adli makamlar önünde hesap vermesini istediğim gibi, işkenceye maruz kalan başka kişilerin benimle benzer bir muameleyle karşılaşmasını önlemek istiyorum.”
Bu satırlar Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde Olağanüstü Hal Kararnamesiyle ihraç edilen Akademisyen Nuriye Gülmen’e ait.
2015’te işten atılmış. Bir yıllık yasal mücadelenin sonunda davayı kazanıp işine geri dönme hakkı kazanmış. Ancak işe döndükten sonra açığa alınmış ve sonunda OHAL’de fırsatından yararlanılıp ihraç edilmiş.
Gülmen, Kasım ayı başından bu yana Ankara Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde eylem yapıyor işine geri dönmek için.
Anıtın yanındaki banka oturuyor, önüne bir kartona yazılmış döviz seriyor:
“Açığa alındım. İşimi istiyorum. Nuriye Gülmen.”
Destekçileri, dayanışmacıları geliyor yanına. Zaman zaman oldukları yerde halay çekiyorlar.
Gülmen bu eylemi Kasım ayı başından bu yana, yaklaşık 70 gündür yapıyor.
Eylem yaptığı süre içersinde onlarca kez gözaltına alındı. Son gözaltında da işte bu eziyeti yaşadı. Şimdi kırık burnu, darbelenmiş bedeni ile eylemine kararlılıkla devam ediyor.
Sırf Gülmen’in başına gelenler bile Türkiye’de hangi şartlarda bir anayasa referandumuna gidildiğinin göstergesi.
Kaynağını Olağanüstü Hal’den alan büyük bir hukuksuzlukla; insan haklarının, ifade ve basın özgürlüğünün fiilen ortadan kalktığı koşullarda yapılacak referandum.
Cumhurbaşkanı da, başbakan da, bakanlar da “Evet” için sahaya inecek. Hem de valileriyle, kaymakamlarıyla, devletin tüm gücünü kullanacaklar. “Makam uçakları”, “makam arabaları” tüm ülkede seferber olacak “milli irade”ye “Evet” dedirtmek için.
“Hayır” diyenler bir bahane bulunup gözaltına alınacak, hatta tutuklanacak. Şimdiden başladılar bile “Hayır” bildirisi dağıtanları içeri almaya. Aynen Halkevi üyelerine olduğu gibi…
Beğenmediği kitap hakkında daha dağıtılmadan toplatma kararı veren bir iktidar anlayışıyla karşı karşıyayız. Aynen Sabahattin Önkibar’ın Devlet Bahçeli hakkında yazdığı kitabın başına gelenler gibi…
Kitap yasaklamak bir yana, piyasaya çıkmış kitapların tanıtım afişlerine bile yasak geliyor. Aynen Zülfü Livaneli’nin yeni çıkan kitabının afişine konulan yasak gibi…
150’ye yakın gazeteci cezaevinde. Birkaç katı gazeteci de ağır hapis cezaları tehdidi altında.
Gazetesiyle, televizyonuyla, internet sitesiyle gerçekleri söyleyen, muhalif olan yüzlerce yayın kapatıldı.
Eğer bu gazeteciler dışarıda olsaydı, bu televizyonlar, gazeteler, internet siteleri açık olsaydı çok büyük bölümü “Hayır” diyecekti tek adam yönetimini getirecek olan anayasa değişikliklerine.
“Hayır” diyecek olanların, “Hayır” deme ihtimali bulunanların yaşam alanları olabildiğince daraltıldı, hatta yok edildi.
Ancak “Evet” demek serbest. Hatta “Evet”e çalışana devlet desteği de olacak.
En az 20 televizyon kanalı, 30’dan fazla gazete, yüzlerce internet sitesi “Evet”in propagandasını yapacak 24 saat. “Milli irade”nin beyni yıkanacak “Evet”le.
Yaşadığımız son süreçte “Barış” demek büyük bir suçtu. Hatta “Barış” isteyenler terörist ilan ediliyordu.
Önümüzdeki günlerde de “Hayır” demek suç işlemekle eşdeğer olacak. “Hayır”ın propagandasını yapanlara yapıştırılacak damga hazır; “terörist”.
Hatta referandum tarihi yaklaştıkça, hele hele yapılan anketlerde “Evet” oyları “Hayır”ların gerisindeyse öyle uygulamalar, öyle toplum mühendisliği yapılacak ki bu “milli irade” üzerinde, bugünleri bile arar hale geleceğiz.
Haber alma hakkı, gerçekleri bilme hakkı tümüyle elinden alınmış bir halka; AKP’nin basın-yayın birimine dönüşmüş yandaş medyası, havuz medyası, teslim olmuş merkez medyası ile tek yanlı bir propagandayla “tek adam rejimi”ni dayatacaklar.
“Evet”lerin “Hayır”lardan fazla çıkması için devletin de desteğiyle ülkeyi büyük bir çatışma alanına dönüştürecekler. Bütün bunları yaptıktan sonra bu halka “Evet” dedirtebilirlerse, “Yaşasın milli irade” diye göbek atacaklar.
Ama inanın ki bu koşullarda oluşturulan “milli irade” kendisine dayatılan “tek adam rejimi” ile düdüklü tencereyi ayırt edemez.
“Milli irade Başkanlıkla düdüklü tencereyi ayırt edemez” dedi ve haklı gerekçesi var..
Senin ‘milli iraden’ düdüklü tencereyle başkanlığı ayırt edemez
Sırf akademisyen Gülmen’in yaşadıkları bile bu şartlar altında Türkiye’de bir anayasa referandumu yapılamayacağını gösteriyor. Yüzlerce yayının kapatıldığı, 150’ye yakın gazetecinin cezaevinde olduğu bu ülkede ‘Hayır’ demek neredeyse ‘terör suçu’ sayılacak. Devletin bütün olanakları ‘Evet’ için seferber edilecek. Hele bir de ‘Evet’ yüzde 50’yi geçerse ‘yaşasın milli irade’ diye göbek atacaklar. Elbette bu tek yanlı propagandayla hoşafa dönene ‘milli irade’ denirse.Halay çekiyordu. Birden çevik kuvvet polisleri saldırdı. Yatırılmadı da, adeta yere yapıştırıldı.
Yüzüne çok yakın mesafeden biber gazı sıkıldı. Başı üç kez, saçlarından tutularak yere çarpıldı.
Dakikalarca yerde tekmelendi. Beline, böbreklerine, bacaklarına, sırtına, başına tekme atıldı. Sadece elleriyle başını koruyabiliyordu.
Kaldırıldı yerden. Kolları ters çevrildi. Başı yere eğilerek, ayaklarına çelme takılarak, koşturularak gözaltı aracına götürüldü.
Yüzü koyun yere yapıştırılarak üstü arandı. Kolları arkaya çevrilerek ters takılan kelepçe gereğinden fazla sıkıldı. Gözaltı aracının koltuğuna ters kelepçeli olarak atıldı.
İlk durak hastaneydi. Çok yakın mesafeden yüzüne sıkılan biber gazından dolayı gözlerinde ve yüzünde çok yoğun yanma hissi vardı. Bir buçuk saat boyunca gözlerini hiç açamadı. Burnundan akıntı, gözlerinden yaş geliyordu sürekli.
Doktor muayeneye çağırınca gözlerini açamadığı için arkadaşları refakat etmek istediler. Ancak polis engelledi. El yordamıyla gözaltı aracından indi ve muayene odasının önünde beklemeye başladı.
Doktor ismini söylediğinde yine el yordamıyla girdi odaya ve sedyeyi bularak muayene için oturdu.
Doktor Tarık Çıtak’a, yüzüne çok yakın mesafeden gaz sıkıldığını, gözlerini açamadığını, yüzündeki ve gözlerindeki yanmayı hafifletecek bir şeyler yapıp yapamayacağını sordu. Hiçbir şey yapamayacağını söyledi Doktor Çıtak.
Odada başka bir doktor kadın vardı. Çıtak’ın dikkatini, alnındaki şişlik ve sıyrıklar çekti.
Yüzü hızla yere çarpıldığı için burnu ve alnı şişmişti. Yüzünde sıyrıklar vardı.
Doktor Çıtak yerinden kalktı ve burnuna hafifçe dokundu. Ne zaman bu hale geldiğini sordu.
Gözaltına alınırken olduğunu söyleyince “Ne zaman” diye tekrar sordu.
“Herhalde yarım saat filan oldu” dedi.
Tekrar yerine oturdu doktor, “Başka birşey var mı” diye sordu.
Vücudunun her yeri tekmelenmişti. Bütün vücudunda yaygın ağrı hissettiğini söyledi.
Üstünü çıkarmasını istedi Doktor Çıtak.
Önlüğünü, montunu ve yeleklerinden birini çıkardı. Diğer yeleğin düğmelerini çözüyordu ki, üstündekileri çıkarmadan sıyırmasını istedi.
Ancak mümkün değildi bu. Çünkü içindeki bütün bir badiydi.
Üstündekileri çıkarmasını bekleyemeyeceğini, dışarıda bekleyen bir sürü hasta olduğunu söyledi Doktor Çıtak.
Yerlerde tekmelenerek gözaltına alındığını, işkence gördüğünü, kendisini muayene etmek zorunda olduğunu anlattı.
Ancak Doktor Çıtak kararlıydı. Soyunmasını bekleyemeyeceğini, onu oyaladığını ifade etti.
Karşısındaki de kararlıydı. Muayene etmeyerek suç işlediğini, kendisini teşhir edeceğini, hakkında şikayette bulunacağını söyleyerek odadan çıktı.
Oysa vücut bütünlüğüne verilen zarar gözle görülür bir haldeydi. Beyanı da bu yönde olduğu halde hastasını muayene etmemişti doktor.
Biber gazı belirli bir mesafeden sıkıldığında kişinin vücut bütünlüğü belirli ölçüde zarar görüyordu. Doktor Çıtak bu etkiyi giderecek hiçbir şey yapmamış “muayene” ettiği hastasını tedavi etmemişti.
Karşısına gelen hastanın hem rahatsızlığını gidermemiş, hem de sağlıklı muayene olmasını sağlayacak koşulları oluşturacak bir davranış biçimi sergilememiş, hastasına hiçbir şekilde fiziki ya da manevi bir yardımda bulunmamıştı. Hastanın üzerindekileri çıkarmasına yardım edecek bir sağlık görevlisi bile çağırmamıştı.
Doktor Çıtak rapora sadece “gözlerde kızarıklık” yazmıştı. “Gözünü açamama”, “yüzde ve gözde şiddetli yanma”, “gözlerde ve burunda sürekli akıntı” gibi biber gazının yüzdeki etkilerini rapora tam olarak yansıtmamıştı.
Gelen hastanın yüzünün şiddetle yere çarpıldığını söylediği ve burnunda gözle görülür şişlik ve sıyrık olduğu halde burundaki hasarın ne olduğunu tam olarak anlayacak derecede muayene etmemişti. Örneğin grafi istememişti. Elle bir iki saniye dokunmuş ve rapora “hafif şişlik” yazmıştı. Alnındaki şişliği ve sıyrıkları rapora geçirmemişti.
Oysa daha sonra anlaşılacaktı, kendisine gelen hastanın burnu kırılmıştı.
GÜLMEN BUNLARI YAŞIYORSA OHAL’DE REFERANDUM OLMAZ
Doktor Çıtak hakkında Ankara Tabip Odası’na verdiği şikayet dilekçesinde yaşadıklarını dile getirdikten sonra şöyle bitiriyordu:
“İşkence bir insanlık suçudur ve adli muayene hekiminin görevi bu suçu raporlamak ve kişi üzerindeki etkilerini gidermek için gerekli teşhisi koymak ve acil tedaviyi gerçekleştirmektir. Doktor Tarık Çıtak bu görevi yerine getirmemiş ve bu suça ortak olmuştur. Polisin herhangi başka bir gözaltı işleminde benzer şekilde davranmasının yolunu açmıştır. Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı Dr. Tarık Çıtak’tan şikayetçiyim. Şahsıma karşı davranışlarından dolayı adli makamlar önünde hesap vermesini istediğim gibi, işkenceye maruz kalan başka kişilerin benimle benzer bir muameleyle karşılaşmasını önlemek istiyorum.”
Bu satırlar Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde Olağanüstü Hal Kararnamesiyle ihraç edilen Akademisyen Nuriye Gülmen’e ait.
2015’te işten atılmış. Bir yıllık yasal mücadelenin sonunda davayı kazanıp işine geri dönme hakkı kazanmış. Ancak işe döndükten sonra açığa alınmış ve sonunda OHAL’de fırsatından yararlanılıp ihraç edilmiş.
Gülmen, Kasım ayı başından bu yana Ankara Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde eylem yapıyor işine geri dönmek için.
Anıtın yanındaki banka oturuyor, önüne bir kartona yazılmış döviz seriyor:
“Açığa alındım. İşimi istiyorum. Nuriye Gülmen.”
Destekçileri, dayanışmacıları geliyor yanına. Zaman zaman oldukları yerde halay çekiyorlar.
Gülmen bu eylemi Kasım ayı başından bu yana, yaklaşık 70 gündür yapıyor.
Eylem yaptığı süre içersinde onlarca kez gözaltına alındı. Son gözaltında da işte bu eziyeti yaşadı. Şimdi kırık burnu, darbelenmiş bedeni ile eylemine kararlılıkla devam ediyor.
Sırf Gülmen’in başına gelenler bile Türkiye’de hangi şartlarda bir anayasa referandumuna gidildiğinin göstergesi.
Kaynağını Olağanüstü Hal’den alan büyük bir hukuksuzlukla; insan haklarının, ifade ve basın özgürlüğünün fiilen ortadan kalktığı koşullarda yapılacak referandum.
Cumhurbaşkanı da, başbakan da, bakanlar da “Evet” için sahaya inecek. Hem de valileriyle, kaymakamlarıyla, devletin tüm gücünü kullanacaklar. “Makam uçakları”, “makam arabaları” tüm ülkede seferber olacak “milli irade”ye “Evet” dedirtmek için.
“Hayır” diyenler bir bahane bulunup gözaltına alınacak, hatta tutuklanacak. Şimdiden başladılar bile “Hayır” bildirisi dağıtanları içeri almaya. Aynen Halkevi üyelerine olduğu gibi…
Beğenmediği kitap hakkında daha dağıtılmadan toplatma kararı veren bir iktidar anlayışıyla karşı karşıyayız. Aynen Sabahattin Önkibar’ın Devlet Bahçeli hakkında yazdığı kitabın başına gelenler gibi…
Kitap yasaklamak bir yana, piyasaya çıkmış kitapların tanıtım afişlerine bile yasak geliyor. Aynen Zülfü Livaneli’nin yeni çıkan kitabının afişine konulan yasak gibi…
150’ye yakın gazeteci cezaevinde. Birkaç katı gazeteci de ağır hapis cezaları tehdidi altında.
Gazetesiyle, televizyonuyla, internet sitesiyle gerçekleri söyleyen, muhalif olan yüzlerce yayın kapatıldı.
Eğer bu gazeteciler dışarıda olsaydı, bu televizyonlar, gazeteler, internet siteleri açık olsaydı çok büyük bölümü “Hayır” diyecekti tek adam yönetimini getirecek olan anayasa değişikliklerine.
“Hayır” diyecek olanların, “Hayır” deme ihtimali bulunanların yaşam alanları olabildiğince daraltıldı, hatta yok edildi.
Ancak “Evet” demek serbest. Hatta “Evet”e çalışana devlet desteği de olacak.
En az 20 televizyon kanalı, 30’dan fazla gazete, yüzlerce internet sitesi “Evet”in propagandasını yapacak 24 saat. “Milli irade”nin beyni yıkanacak “Evet”le.
Yaşadığımız son süreçte “Barış” demek büyük bir suçtu. Hatta “Barış” isteyenler terörist ilan ediliyordu.
Önümüzdeki günlerde de “Hayır” demek suç işlemekle eşdeğer olacak. “Hayır”ın propagandasını yapanlara yapıştırılacak damga hazır; “terörist”.
Hatta referandum tarihi yaklaştıkça, hele hele yapılan anketlerde “Evet” oyları “Hayır”ların gerisindeyse öyle uygulamalar, öyle toplum mühendisliği yapılacak ki bu “milli irade” üzerinde, bugünleri bile arar hale geleceğiz.
Haber alma hakkı, gerçekleri bilme hakkı tümüyle elinden alınmış bir halka; AKP’nin basın-yayın birimine dönüşmüş yandaş medyası, havuz medyası, teslim olmuş merkez medyası ile tek yanlı bir propagandayla “tek adam rejimi”ni dayatacaklar.
“Evet”lerin “Hayır”lardan fazla çıkması için devletin de desteğiyle ülkeyi büyük bir çatışma alanına dönüştürecekler. Bütün bunları yaptıktan sonra bu halka “Evet” dedirtebilirlerse, “Yaşasın milli irade” diye göbek atacaklar.
Ama inanın ki bu koşullarda oluşturulan “milli irade” kendisine dayatılan “tek adam rejimi” ile düdüklü tencereyi ayırt edemez.