Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Her fani gibi Hz Peygamber (as) da arkada hüzünlü gönüller bırakarak ruhunun ufkuna yürüdü. Yirmi üç yıl boyunca insanlığa yön veren, kalpleri bir araya getiren, toplumlara adalet ve merhamet öğretisini aşılayan Allah Resûlü, vefatıyla geride yalnızca mahzun gönüller değil, aynı zamanda insanlık tarihinin en büyük sınavlarından birini bıraktı: Ümmetin idaresi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisinden sonra bir yöneticiyi tayin etmedi. Bu, bazılarınca bir eksiklik gibi görünse de, aslında ümmetin kendi iradesine duyulan büyük bir güvenin göstergesiydi. O, ümmetini iradesiz bir topluluk olarak değil, kendi meşruiyetini oluşturabilecek olgun bir topluluk olarak yetiştirmişti. Belki de bu yüzden onları kendi özgür seçimleriyle baş başa bıraktı.
Ne var ki tarih boyunca “asker millet” olmanın bıraktığı kültür, hep bir emir aradı. Birinin tayin etmesini, işin yukarıdan bildirilmesini bekledi. Oysa Resûlullah kimseyi atamamıştı; çünkü ümmetin kendi içinden çıkacak meşruiyeti üretmesini istiyordu. Bu, hem özgür iradeye hem de sorumluluğa duyulan bir saygıydı.
Vefatın hemen ardından Medine’de hareketlilik başladı. Ensar kendi aralarından Sa’d b. Ubâde’yi seçmeye hazırlanırken, muhacirler de bu gelişmeden haberdar oldu. Nihayetinde meşveret ve ortak akıl devreye girdi; mesele kısa sürede Hz. Ebû Bekir’in önderliğinde çözüldü.
Bugünün sandık sistemini bilenler o dönemi bugünün kalıplarıyla anlamaya çalışıyor; oysa o günün sosyolojisi bambaşkaydı. Toplum, Kureyş’in rızasını meşruiyetin temeli sayıyor, bu rıza Cuma hutbesiyle geniş kitlelerin onayına sunuluyordu. Böylece ümmet, iradesini kolektif biçimde teyit etmiş oldu.
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta var:
Hz. Ebû Bekir’in seçiminde ve meşruiyetinde uygulanan süreç, sonraki dönemler için de model olma potansiyeli taşır. Çünkü ekser çoğunluğun kendilerinden razı olduğu bir topluluk, çoğunluk adına sorumluluk yüklenebilir. Bu yükleniş, tüm ihtimalleri devre dışı bırakmanın değil, siyasi konjonktürün zorladığı bir tercihin sonucudur. Asıl hedef, yapının bütünlüğünü korumaktır.
Bu model, ebedî bir şablon değildir; ama kriz anlarında, dağılmayı önleyebilecek bir yöntemdir.
Hz. Ebû Bekir’in meşruiyeti, onu seçenlerin kutsallığından değil, toplumun ortak rızasından doğuyordu. İslam’da kutsiyet yalnızca Peygamber’e aittir; ne kişiler ne de sistemler kutsaldır. Onlar insan eliyle kurulmuş yapılardır; yanılgıya da, yenilenmeye de açıktırlar.
Karizmatik liderlerin ardından yönetim boşluğu yaşanması tarihin kaçınılmaz yasasıdır. Bu noktada toplumların feraseti, o boşluğu ne kadar hızlı, adil ve meşru bir şekilde doldurduklarıyla ölçülür.
Bugün de aynı hakikat geçerlidir:
Hiçbir seçim sistemi, hiçbir liderlik modeli “ruhani” değildir; hepsi beşeridir. Ancak önemli olan, o beşeri sistemlerin adaleti, birliği ve istikameti koruyup koruyamadığıdır.
Hz. Peygamber’in ümmetine bıraktığı en büyük miras, en büyük miras sadece bir devlet değil; irade ve meşruiyet bilincidir.
Bu bilinci yeniden hatırlayabildiğimiz ölçüde, ümmetin dağılmış halkalarını bir araya getirmek hâlâ mümkündür.