Gazeteci-Yazar Koray Düzgören, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Papa ziyaretine ilişkin, “Saray’ın itibar arayışları: Rüşveti ver randevuyu al!” başlığıyla yazı kaleme aldı.
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Fransa, Vatikan ve İtalya ziyaretleri vesilesiyle durumun iyice ortaya çıktığını belirten Düzgören, Artı Gerçek sitesindeki “Saray’ın itibar arayışları: Rüşveti ver randevuyu al!” başlıklı yazısında şunları kaydetti;
Türkiye, bir süredir, daha önce Beştepe Sarayı’nın inşası dolayısıyla Erdoğan’ın söylediği, “İtibardan tasarruf olmaz” lafına uygun bir diplomasi anlayışı uyguluyor.
Türkiye’nin, tabii aynı şey demek olan Erdoğan’ın itibarı, prestiji hatta morali söz konusu olunca paranın hiçbir önemi yok.
Böyle bir durumda, her türlü ulusal fedakarlık göze alınıp ülkelerle pazarlığa girişiliyor ve Erdoğan için gereken randevular koparılıyor.
Erdoğan’la bir araya gelmek, konuşmak istemeyen, onu davet etmeyi düşünmeyen birçok devlet adamı bile, rüşveti duyunca randevuyu verip Erdoğan’la görüşmeye razı oluyor.
Tabii bu konuda, pazarlığı kabul eden ülkelerin içinde bulundukları ekonomik darboğazlar ya da sorunlar da belirleyici oluyor.
Kuşkusuz burada sözü edilen rüşvet, o ülkeden yapılacak satın almalar ya da vaadedilen ekonomik olanaklar ve ayrıcalıklarla ilgili.
Milyonluk, milyarlık silah alımları, büyük yatırımlar, uluslararası ihaleler ve özel ekonomik avantajlar uluslararası ilişkilerin şeklini belirliyor.
Bu konuda en somut iki örnekten biri Fransa’ya yapılan ziyaret.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Macron ile yaptığı görüşme öncesi Fransa’da bulunduğunu belirten CHP Milletvekili Haluk Pekşen Artı Gerçek’ten Emre Ünsallı’ya yaptığı açıklamada ilginç bilgiler aktardı.
Pekşen, Erdoğan Fransa’ya giderken Fransa kamuoyunun çok ciddi bir tepki gösterdiğini, bunun üzerine Macron’un televizyona çıkarak Fransa halkına açıklama yapmak zorunda kaldığını söyledi.
MACRON NELER SATACAĞINI AÇIKLADI
Macron’un, “Ben Erdoğan ile yalnızca Fransa’nın çıkarları için konuşacağım, buraya geldiğinde Airbus satacağım ve bir de ona Fransa Hakları Bildirisi’ni (Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi) anlatacağım’ dediğini nakletti.
Pekşen, Erdoğan’ın Türkiye’ye döndükten sonra da televizyonlara çıkıp, ‘Ben size iki gerekçe söylemiştim ama yanına hava savunma sistemi ekledim ve bir de Fransa’nın çiftçileri için çok önemli bir bağlantı yaptım, et sattım’ diyerek Fransa halkına bilgi verdiğini belirtti.
Bu açıklamalar Fransa cephesinden bu rüşvet mekanizmasının nasıl işlediğini gösteriyor. Avrupa ile iyi ilişkiler içinde olduğunu ve Fransa gibi bir ülkede iyi ağırlandığını duyurabilmek uğruna Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin nasıl kullanıldığına güzel bir örnek oluşturuyor.
Bir diğer örnek son Vatikan ve İtalya gezisiyle ilgili.
Cumhuriyet yazarı Nilgün Cerrahoğlu, 6 Şubat tarihli yazısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretinin Roma için ‘dayatma’ olarak değerlendirildiğini anlattı:
“Ermeni soykırımı” ifadelerini kullandığı için iki yıldır yıldızı barışık olmayan Papa’yı Erdoğan, 7-29 Aralık tarihlerinde böyle bir sorun hiç yokmuş gibi…‘Kudüs statüsünü’ konuşmak için iki kez arıyor. Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkent ilan etmesinin Vatikan’da yarattığı tepkiyi fırsat bilerek bunu tramplen yapıp, Papa ile yakınlaşmanın vesilesi ediyor. İtalya’daki yaygın kanıya göre, ‘Reis’ son dönemde yıpranan ‘imajını’, bu ‘Papa buluşmasıyla’ takviye etmeyi arzuluyor. Vatikan randevusu alındıktan sonra, sıra benzer bir ‘imaj operasyonunu’ Roma’da devlet ve hükümet üzerinden ayarlamaya geliyor. 2. etap da gene aynı şekilde bir RTE inisiyatifi… İtalya’nın önünde oysa ki seçim var… Roma’da hükümet, RTE gibi insan hakları ihlalleri ve sivil toplum örgütlerine, yargı mensuplarına, gazetecilere, aydınlara sürekli ağır baskıyla gündeme gelen bir lideri seçim kampanyasında ağırlamaya hevesli olmasa da; Vatikan bağlantısı kurulduktan sonra buna ‘Hayır’ diyemiyor.”
Eski başbakan Berlusconi’ye yakın ‘Libero’ ise cumhurbaşkanının ziyaretini şöyle anlattı: “Ziyaretin asıl hedefi, Vatikan ve İtalyan devleti katında basılan bütün o kurumsal hava ötesinde esas itibarıyla jeostrateji ve askeri yatırımlar. Türkiye, İtalya, Fransa ortaklığına dayanan (Eurosam) uzun menzilli hava savunması. Bunlar tabii ağır mevzular olduğu için kimse ayrıntıları tartışmaya vakit bulamıyor. İtalyan gazetecileriyle bir araya gelmeye zaman ayıramayan Erdoğan’ın insan hakları örgütlerinin görüşlerini öğrenmeye vakit bulması herhalde beklenmez. Zaman öyle kısıtlı, öyle kısıtlı ki; internet sansürünü, hapisteki gazetecileri tartışmaya, Türkiye’ye salt pazar gözüyle bakan piyasacılar nezdinde ‘İslamcılaşmayı’ araştırıp, sormaya tabii ki vakit yok. Gerçek şu ki Türkiye uzun zamandır fiilen bir demokrasi değil…. Roma’ya gayri resmi bir diktatör geliyor. Biz de yatkın olduğumuz üzere onun önünde eğiliyoruz.”
ERDOĞAN’IN PRESTİJİ İÇİN HARCAMALAR
Nilgün Cerrahoğlu’nun İtalyan medyasından aktardıkları ülkenin ekonomik ihtiyaçlarının ve ilişkilerinin Saray’ın imajı ve prestiji için nasıl hovardaca kullanıldığını gösteriyor. Burada söz konusu edilen silah alışverişlerinin, Airbus uçakları alımlarının milyar dolarla ifade edildiğini söylemeye bile gerek yok.
Kuşkusuz bunların ötesinde en büyük pazarlık ve rüşvet unsuru 80 milyonluk nüfusu ile devasa bir tüketim potansiyeline sahip Türkiye’nin kendisi.
Böyle bir ülke, kendisine yatırım ve pazarlama anlamında yeni alanlar arayan sanayileşmiş ülkeler için önemli fırsatlar vadediyor.
Erdoğan’ın adamları işte Türkiye’nin bu eşsiz gücünden de alabildiğince yararlanıyor ve bu gücü Erdoğan’ın giderek düşen prestijini koruyabilmek adına fırsata çevirmeye çalışıyorlar.
Bakmayın siz iktidarın “kendi silah ve techizatımızı üretiyoruz, kimseye ihtiyacımız yok” yollu böbürlenmesine…
Türkiye, hem içerde hem de dışarıda savaş sürdüren ve devamlı silahlanan bir ülke olarak halen dünyanın en büyük silah alıcılarından biri durumunda. Geçtiğimiz yıl Türkiye silah ve askeri techizata (Buna polis, jandarma ve diğer güvenlik güçlerine satın alınanları da eklemek gerekir) ödediği para 10 milyar doları buldu. Belki de bunun çok ötesinde. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir açıklık yok.
Ama yine de bu çok büyük bir miktar. Bunun hepsinin aynı ülkeden satın alınmadığını, değişik ülkelerden temin edildiğini düşünürseniz Türkiye’nin pek öyle kolayca dışlanabilecek, gözden çıkartabilecek bir ülke olmadığı anlaşılır.
İşte bu gerçek öncelikle Erdoğan ve AKP iktidarı tarafından çok iyi anlaşılmış bulunuyor. Ellerinin altındaki böyle bir ülkenin sırtından sorgusuz sualsiz, denetimsiz kullanabilecekleri milyarlarca dolarlık bir kaynak var..
80 milyonluk bir ülke olarak, yeterli olmasa bile yıllık 800-850 milyar dolarlık üretim kapasitesine sahip büyük bir tüketim toplumundan söz ediyoruz.
Erdoğan hangi sanayileşmiş ülke lideriyle görüşse gündemin ilk sıralarında satın alınacak silah ve techizatlar konusu yer alıyor.
Söz gelimi, Büyük Britanya Türkiye’yi OHAL uygulamaları ve insan hakları ihlallerine rağmen en fazla destekleyen ülkelerden biri. Ülkeyi yöneten Muhafazakar iktidar bunu Erdoğan’ı çok sevdiği ya da onun politikalarını çok beğendiği için mi yapıyor?
Tam tersi, hem parlamentosunda hem de medya ve kamuoyunda Erdoğan’ın imajı hayli düşük ve son zamanlarda kıyasıya eleştiriliyor.
Buna rağmen Başbakan Theresa May geçtiğimiz yıl bu tarihlerde Erdoğan’ı ziyaret ederek birçok konuda desteğini beyan etti. Daha sonra yapılan açıklamalara bakınca bu muhabbetin nedeni ortaya çıktı.
İngiltere ile Türkiye arasında 100 milyon poundluk silah satışı için bir anlaşma yapılmıştı.
Bu ziyaret İngiliz basınında eleştirilerle karşılanmış ve Başbakan May, Erdoğan’a verdiği destek nedeniyle eleştirilmişti.
Söz gelimi, İngiltere’nin ve dünyanın önde gelen gazetelerinden Guardian bu konuda şunları yazıyordu:
“Başbakan May ve Cumhurbaşkanı Erdoğan 100 milyon Sterlin tutarında savaş uçağı anlaşması imzaladı. Downing Street bu anlaşmayla, Türkiye’nin İngiltere için önde gelen savunma ortağı olmasını umut ediyor.
Erdoğan’ın giderek artan otoriter yönetimi ve insan hakları konusunda ihlallere karşın Başbakanlık Sözcüsü insan hakları ve ticaretin birbirinden ayrı iki konu olduğunu söyledi.”
AVRUPA’NIN İKİYÜZLÜ POLİTİKASI
Durum ortada.
Her ülkenin ticarete ve mal, -ahlaki olmasa da- silah vb. satmaya ihtiyacı var.
Türkiye’yi yönetenler ise iyice düşen itibarlarını, prestijlerini yükselterek uluslararası toplumdan tecrit olmamaya çalışıyor.
Bunun için de her türlü yol deneniyor. Ülkenin olanakları rüşvet, yatırım, silah alımı, ihale vb. yollarla kullanılarak Erdoğan için gereken randevular alınıyor, ilişkiler sağlanıyor.
Özellikle Batı ülkelerine, Avrupa Birliği’ne sürekli küfür ettikleri, bu ülkeleri düşman ilan ettikleri halde bunu niye yapıyorlar?
İktidarda kalabilmeleri için iyi kötü bir ekonomik çarkın dönmesi gerek.
Eğer bu çark dönmezse iktidarda kalamayacaklarını çok iyi biliyorlar.
Batı’ya, Avrupa’ya muhtaçlar. Onlar da yukardaki örneklerde gördüğümüz gibi rüşveti alıp Erdoğanlı Türkiye’yi idare ediyorlar. İşlerine bakıyorlar!
Macron bunu çok açık bir şekilde ifade etti. “İş başka, politika başka” dedi.
Arada Avrupa Parlamentosu’nda ya da başka kurumlarda Türkiye’deki uygulamaları eleştiren bazı kararlar aldıkları oluyor.
Tabii bunlar neticeyi değiştirmiyor. Türkiye’de faşizm giderek yerleşiyor.
Avrupa kapitalizmi ise bir yandan insan hakları, hukukun üstünlüğü falan diyor ama bir yandan da ahlaksızca çıkarına ve karına bakıyor.
Peki bu durumda biz ne yapmalıyız?
Asıl soru bu?