Türkiye’de gündelik hayatta karşılaşılan şiddet vakaları, yalnızca olayların doğrudan mağdurlarını değil, bunları haberlerde izleyen ya da dolaylı olarak tanık olan çocukları da derinden etkiliyor. Sokakta, okulda, evde şahit olunan şiddet ya da ekran başında izlenen şiddet içerikli görüntüler, çocukların gelişim süreçlerinde görünmeyen ama kalıcı izler bırakabiliyor. Film ve dizi içeriklerinde yaş sınırlandırması getirilirken, kadına karşı şiddet, cinayet, kavga gibi olayların yer aldığı haber bültenlerinde benzer bir hassasiyetin gözetilmemesi, çocukların medyada karşılaştıkları travmatik içeriklerle baş başa kalmasına neden oluyor.
Peki, bu tür içeriklere maruz kalmak çocukların psikolojisini nasıl etkiliyor? Medyanın dili çocuklar üzerinde ne tür sonuçlar yaratıyor? Uzman Psikolog Çağla Yaşın, DW Türkçe’ye yaptığı değerlendirmede, çocukların şiddet ortamlarında nasıl etkilendiğini, uzun vadeli sonuçlarını ve toplumsal dönüşüm için nereden başlamak gerektiğini anlatıyor.
“Ancak güvende hissederse gelişebilir”
Toplumda şiddetin sistematik biçimde arttığı bir ortamda çocukların en temel gelişim ihtiyacı olan güvenlik duygusunun sağlanamadığına dikkat çeken Çağla Yaşın, çocukların duygusal kırılganlıkları ve sınırlı savunma kapasiteleri nedeniyle çevrelerinde yaşanan şiddet içerikli olaylara karşı son derece savunmasız olduğunu belirtiyor. Görünürde doğrudan başlarına gelmeyen olayların bile çocukların ruhsallığında uzun vadeli, çoğu zaman görünmeyen ama oldukça derin izler bıraktığını vurgulayan Yaşın, “Çocuk ancak kendini güvende hissettiği bir ortamda öğrenebilir, oyun kurabilir, keşfedebilir, düşünebilir ve hayal kurabilir” diyor.
Şiddetin kuşattığı bir çevrede çocukların sinir sisteminin sürekli olarak “hayatta kalma modu”na geçtiğini belirten Yaşın, bu durumun beynin bilişsel işlevlerini baskılayarak dikkat eksikliği, öğrenme güçlükleri ve dürtüsellik gibi sorunlara yol açabileceğini söylüyor. “Bir çocuk için bu; andaki mevcudiyetini kaybetmek, oyunla yaratma kapasitesinin körelmesi, dünyaya güven duyamamak anlamına gelir” diyen Yaşın, bu koşullar altında çocukların yalnızca fiziksel değil, ruhsal gelişimlerinin de sekteye uğradığını ifade ediyor.
Henüz gelişimini tamamlamamış bir beyin yapısına sahip çocukların çevresel duygusal atmosferden daha yoğun etkilendiğini belirten Yaşın, ister doğrudan ister dolaylı yoldan olsun, çatışma ortamlarına maruz kalan çocuklarda stres hormonlarının (kortizol) yükseldiğini, bunun da hem fiziksel hem psikolojik sağlık üzerinde ciddi etkiler doğurduğunu söylüyor. Depresyon, dikkat ve öğrenme problemleri, obezite, kaygı bozuklukları ve bağımlılıklara yatkınlık bu etkiler arasında yer alıyor.
Kendini suçlayan çocuklar, gelişemeyen empati
Yaşın’a göre küçük yaşta yaşanan duygusal yoksunluk, çocuğun benliğiyle bağının zayıflamasına neden olabiliyor. “Çocuk ‘İyi’ bir şeyin eksikliğini, kendi değersizliğiyle ilişkilendirme eğilimindedir” diyen Yaşın, çocukların dünyayı kendi merkezlerinden okudukları için yaşananların nedenini kendilerinde arayabildiklerini, bu nedenle toksik suçluluk duygularının gelişebildiğini söylüyor. “Ben kötü olduğum için böyle şeyler oluyor” inancının, ileriki yaşlarda kendilik algısında büyük boşluklara yol açabileceğini ifade ediyor.
Kronik güvensizlik ortamlarında çocukların ya içe çekilerek bağlantı kurmaktan kaçındığını ya da dışa patlayarak öfke, saldırganlık ve kontrol davranışları gösterebildiğini belirten Yaşın, bu durumun çocukların sosyal becerilerini, empati kapasitelerini ve bağ kurma yeterliliklerini sekteye uğrattığını söylüyor. Empati becerisinin ancak güvenli ilişkiler içinde filizlenebilecek bir duygusal olgunluk olduğunu vurgulayan Yaşın, çevresel şiddetin çocuğun başkalarına güvenmesini ve bağ kurmasını zorlaştırarak bu gelişimi durdurabileceğini ifade ediyor.
“Toplumu iyileştirmek çocukla başlar”
Çocukların yaratıcı, iyi niyetli ve dayanıklı bireyler olabilmesi için önce yaşadıkları çevrenin dönüştürülmesi gerektiğini belirten Yaşın, “Toplumsal travmaların en derin izleri, bireysel hayatlara silinerek işler” diyor. Çocukların önce çevrenin, sonra bizim yaratımımız olduğunu ifade eden Yaşın, onları nasıl bir kültürün ve çevrenin içine doğuruyorsak bilinçlerinin de bu çevrenin ürünü hâline geldiğini söylüyor.
Ebeveynlerin çocukların duygusal dayanıklılıklarını güçlendirebilmek için atması gereken adımlara da işaret eden Yaşın, bağlanmayı destekleyici ilişkilerin kurulmasının, duygulara alan tanınmasının, günlük rutinlerin sağlanmasının, çocuklara uygun haber içeriklerinin süzülmesinin, duygu yönetiminde model olunmasının ve oyunla iyileşme fırsatları yaratılmasının hayati olduğunu belirtiyor.
Yaşın, “Çocuklarımızı iyileştirmek istiyorsak önce onların içinde yaşadığı çevreyi onarmalıyız” diyor ve şöyle devam ediyor: “Şiddetin normalleştiği ve güvensizliğin hakim olduğu bir dünyada çocuklar yalnızca hayatta kalabilir ama var olamaz. Oysa var olmak; yaratmak, güvenmek, sevmek, bağ kurmakla mümkün olur. Bir çocuğun iyi oluşu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Toplumsal dönüşüm, çocukları yaşatmakla başlar.”
Medya dili ve sorumluluk: Fransa örneği
Uzmanlar, çocukların şiddete maruz kalmasında medyanın kullandığı dilin de belirleyici olduğuna dikkat çekiyor. Bu konuda uluslararası çalışmalar medya profesyonellerinin sorumluluğuna ışık tutuyor. Fransa’nın radyo-televizyon üst kurulu Arcom’un Mart 2025’te yayınladığı “2024 Televizyon Haber Programlarında Cinsel ve Cinsiyetçi Şiddetin Ele Alınışı” başlıklı rapor da bu kapsamdaki çarpıcı çalışmalardan biri. Raporda, cinsel şiddetin “Birleşmiş Milletler tarafından en sistematik ve yaygın insan hakları ihlallerinden biri” olarak tanımladığı vurgulanarak, medyanın bu konuda toplumsal sorumluluk taşıdığına dikkat çekiliyor.
UNESCO’nun gazeteciler için hazırladığı çerçevelere dayanan incelemede, şiddet haberlerinde fail ve mağdura yönelik dilin etkisi, konuların toplumsal bir bağlam içinde sunulup sunulmadığı, uzmanlara ne düzeyde yer verildiği ve çözüm odaklı gazetecilik yapılıp yapılmadığı analiz edildi. Sonuçlar, haberlerin yüzde 54’ünde cinsel şiddetin sadece olay bazlı aktarıldığını, ancak yüzde 35’inde sistematik bir sorun olarak sunulduğunu ortaya koydu. Failin tanınmış bir figür olduğu haberlerde masumiyet karinesine daha fazla özen gösterildiği, buna karşın uzman görüşlerinin sınırlı kullanıldığı belirtildi.
Arcom, yayıncılara UNESCO ve MNRA (Akdeniz Düzenleyici Kurullar Ağı) tavsiyeleri doğrultusunda kamuoyunu aydınlatma sorumluluğunu hatırlatırken, şiddetle mücadelede medyanın dili kadar ele alma biçiminin de önem taşıdığını ortaya koydu.
KAYNAK: DEUTSCHE WELLE TÜRKÇE – PELİN ÜNKER