Gazeteci Sibel Hürtaş, Ankara’da gözaltına alınıp TEM Şube’de kötü koşullar altında tutulan çocuklarla kadınların geçirdiği vakti yazdı.
Gözaltına alınan kadınlar ve bebeklerle daracık bir yerde yaşadıklarına dikkat çeken Hürtaş, soğuktan hastalanan bebeklerin durumuyla ilgili yetkililerin hiçbir şey yapmadığını gözler önüne serdi. Gün gün yaşadığı anları kaleme alan Hürtaş, Birikim Dergisi’nde yayınlanan yazısında bütün gerçekleri ortaya koydu.
Sibel Hürtaş’ın kaleme aldığı Faili Meçhul Bir Gözaltı Hikâyesi… başlıklı yazı şu şekilde devam ediyor;
Geride bıraktığım yirmi yıllık gazetecilik hayatımın en önemli fotoğrafı bu. Ama sadece zihnimde. Birazcık resim kabiliyetim olsa şuraya çiziktirebilirdim, Maral beni dinlese vicdanlarını rahatlatmak adına hücrelerine bir tane çokokrem bırakan kadın polise çektirebilirdim. Olmadı… Hücrenin, aşağı yukarı 1,90 uzunluğunda, 5 santim çeperinde, parmaklar sıkı sıkıya kapalı birer karış arayla sıralanmış tamı tamına 12 tane siyah demir çubuklarına asılı, suları yerlere damlayan bebek elbiselerinin halini çekemedim. Sabun kokulu beyaz kazaklarının kollarından, yamalı pijamaların bacaklarından o çubuklara dolandırıldığı; elbiselerden arda kalan bölümde hücrenin karanlığında seçilebildiği kadarıyla yere seriliverilmiş yırtık battaniyeler üzerinde simsiyah uzun saçları bebelerine dolanmış çıplak ayaklı iki kadınla, başları yere düşmüş yüzleri beyaza vurmuş üç bebenin o halleri sadece zihnimde kaldı.
Burası Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün, KHK ile kapatılmış bir üniversiteden devşirme Terörle Mücadele Şubesi’nin orta binasının ikinci zemin katı. Buraya pazartesi gecesi getirildim. Neden getirildiğimi kimse bilmiyor. Beni buraya getiren üç polisin bağlı bulunduğu masanın adı durumumuza pek bir uygun: Faili Meçhul!
Akıllara başka bir şey gelmesin. Zira benim de aklıma ilk gelen, bu masanın faili meçhul cinayetleri araştıran bir birim olduğu ve yoğunluktan bu masanın da getir götür işine dahil olduğuydu. Ama işin aslı öyle değilmiş.
Bu ben ve benim gibi herhangi bir örgüte dahil edemedikleri her olağanüstü dönemin sakıncalıları için oluşturulmuş yeni bir masa. Önceden düşman hukuku sistematiğine göre getirdikleri bir zanlının hangi örgütten olduğunu anlamaya çalışan bazı birimler belli ki işin üstesinden gelemeyince; gazeteciler, yazarlar, aydınlar, sanatçılar ve insan hakları savunucuları için böyle bir birim oluşturmayı daha mantıklı görmüşler.
Faili meçhul masası polislerinin kolunda, aslında olmayan adı üzerinde meçhul bir örgütün, orada kaldığım günler boyunca bir türlü önüme konamayan mesajlar üzerinden, nasıl bir amaca hizmet ettiği tanımlanamayan propagandasını yapma suçundan 12 demir çubuklu bir hücreye konulmuşum. Dört başı mağrur bir faili meçhulum. Örgütüm yok, delilim yok, resmî adım dahi faili meçhul, fazla bilinmezli bir denklemin içinde karanlıkta kendimi kaybetmeye hazır haldeyim.
Önümde sadece beyaz bir duvar, kafamda bu fotoğrafı nasıl çekeceğime dair bir dizi hile, nefes alamayacak kadar havasız ve karanlık bir hücredeyim.
Şimdilik yaşam belirtisi gösteren tek şey kafaları yere düşmüş bebelerin tıkalı burunlarından zar zor aldıkları nefesin sesi… Tecrübeli bir anne olarak, onların orada ateşler içinde yandığına eminim; biraz daha ağızlarından nefes almaya devam ederlerse bu kuru ve pis havanın çok kısa süre içinde onları hasta edeceğine de… Bu üç bebe için endişe içindeyim; geride bıraktığım iki bebem de cabası…
Derken aynı masanın getirdiği faili meçhul zanlıları ile birden kalabalıklaşıyoruz. Uzunlamasına sıralanmış üç tahta bankın üzerinde çocukken ananemin evinde kardeşlerimle birlikte sıralandığımız gibi başlarımız ayak uçlarımıza dayalı sığışmaya çalışıyoruz. Burada küçücük bedeniyle en az yeri kaplayan, gazeteci Seda Taşkın. Başını dizlerinin arasına almış, simsiyah çakır gözleriyle “Daha yeni çıkmıştım oysa,” diyor gülerek.
Böylesi karanlık, pis ve havasız bir delikte insanın başına gelebilecek en güzel şey bir çocuğun sesiyle sabah olduğunu anlamak. Burada zaman geçtikçe saat kavramını da unutuyorsun. Sabah olduğunu bebelerin kıkırdamaları, akşam olduğunu ise hırıldamalarından anlamak mümkün.
Maral’ın ısrarları sonuç vermiş; yan hücrenin kapısı sadece çocukların dışarıya çıkması koşuluyla açılmış. Dışarısı dediğim benimkiyle onların hücrelerinin baktığı enlemesine 1, uzunlamasına hadi 7 metre olsun, bir koridor. Bu kapının açılmasıyla, bizim koridorun tahta kapısının kapanması da bir oluyor. Ardından meraklı gözlerle çubuklardan bizi izleyen bir çift gülen göz beliriyor. Sarı kıvırcık saçlı, şişman yanaklarından gözleri kısılmış iki yaşında bir bebek bu, adı Ayşe. Ardından gelen adımını attıkça ön tarafa doğru düşmemek için şöyle bir iki yerinde sallanan düşmeyeceğini anlayınca ağız dolusu gülücük saçıp ikinci ayağını öne atan bir yaşındaki Süheyla ve en arkalarında emekleyerek onlara yetişmeye çalışan yedi aylık Ali. Ali’nin yüzündeki ifade, ayından öyle büyük ki; insan saatlerce karşısında oturup tüm bir hayatını tek kelime etmeden sorgulayabilir. Süheyla’nın ise zayıf mı zayıf bedeni ve bembeyaz yüzü insanın içine ancak amansız hastalıkların hissettirdiği derin korku salıyor.
Sabah kahvaltısı adına, yukarı tutunca arkasının göründüğü incelikteki bir kaşar diliminin konduğu bayat bir ekmek var. Bir iki gün önceden hazırlanıp dolaba konulduğu belli olan, bu üzerinde garip bir koku salınan sandviçleri de, öğlen gelen yemekleri de kimse yemiyor. Ayşe demir çubuklardan elini uzatıp o ekmekleri istiyor. Sonra diğer hücrelerle bizi ayıran tahta kapıyı açıp içeri kaçıyor ve diğer koğuşlardaki ekmekleri de bir bir topluyor. Yarısını yiyor, yiyemediklerini hücresine götürüp saklıyor.
Ayşe dönüyor dolanıyor, hücre kapısının kapanacağı an gelene kadar, ortalıkta taştan yumuşak ne varsa topluyor. Kendisine doğru gelen polisleri görünce, ekmek lokmalarını kazağından içeri atıp hücreye girmemek için kahkahalarla kaçmaya başlıyor. Tuvalete gidip gelip demir parmaklıklara bakıyorum ben, o çamaşırların orada nasıl olup da asılı kaldıklarını anlamaya çalışıyorum. Ama işin aslını sonradan fark ediyoruz, zira bu çamaşırlar az biraz kurumaya başladı mı patır patır düşüyorlar yere, Seral de söylenip duruyor.
Gece yarısı nefes alış-verişlerinden iyice hastalandıklarını anladığımız bebeler için TEM’i ayağa kaldırıyoruz, ille de doktor gelecek. Doktor geliyor, “Çocukların burada hastalanması normal,” deyip gidiyor. Her şey normal burada, bir de soğuk. Koğuşlar soğuk, bebelerin suratları soğuk, analarının ayakları soğuk, doktorların elleri soğuk. Her şey normal, olağan, her şey olabilir…
Geceki kıyametin devamı ertesi güne sarkıyor, artık koridor kapısı kapalı ama çocukların hücreleri açık. Maral’la Seral, bizim demir parmakların karşısına yere çömeliyor, Maral memesini Süheyla’ya emziriyor, anlatıyor.
Ablası Seral ve kendisini buraya kimliksiz oldukları için getirdiklerini.
Bir belirsiz, iki kimliksiz.
Ankara TEM’in dibindeyiz.
Üç kadın, dokuz bebe…
Onlar sadece yanlarına Ayşe, Ali ve Süheyla’yı alabilmişler; diğerleri Tuzluçayır göbekteki evde. Adres bu kadar, Tuzluçayır göbekte dört katlı bir evin zemini. Maral’ın iki çocuğu var, biri şimdi memesini verdiği Süheyla, diğeri ise en son polis arabasına binerken göz göze geldiği oğlu. Oğlu korkusundan kaçmış… Seral’in beş çocuğu var, 13, 9 ve 8 yaşındaki çocuklarını yanına almasına izin vermemiş polis, Ali ve Ayşe’yi alıp gelmiş buraya. Benim iki. Etti sana dokuz, üçü burada, altısını çekiştiriyoruz taş beton üzerinde.
Ayşe topladığı her şeyi getiriyor, bir ekmekten lokma koparıp ağzıma iliştiriveriyor. Ben hücrenin içindeyim, onlar “dışarıda”. Bir oyun buluyoruz kendiliğinden, ayaklarımı hücrenin demir parmaklıklarının arasından uzatıyorum. Ayşe ayaklarıma basıyor, ellerimi tutuyor zıplatıyorum. Ardından Süheyla geliyor.
Seral ve Maral’ın koparıldıkları topraklar, Musul.
Musul’un Türkmenleri onlar.
Seral, ta ki karşı apartmanı bombalanana kadar, savaşı günbegün yaşamış bir kadın. Karşı apartmanı bombalanıp da komşularını bir enkazın altında gördüğü gün, kocasıyla birlikte yola çıkıyorlar. Ama IŞİD askerleri kaçmalarına izin vermiyor. Kocasını alıkoyup Seral’i geri evine gönderiyorlar. Beş çocuğuyla evine dönen Seral, geceyi yıllar boyu komşuluk yaptığı kadınların, erkeklerin, çocukların her birinin üzerine serilmiş ince kum tanelerinden ibaret örtünün başında geçiriyor. Sabahında Ayşe’yi bebek arabasına koyuyor, o zaman on dört günlük olan Ali’yi göğsüne bağlıyor, büyükleri önüne koyup yürümeye başlıyor. “Nasıl yürüdünüz?” diyorum Seral’e, “Dağlardan aşağı,” diyor, “bir gün ekmekle, iki gün aç…” O vakit anlıyorum, Ayşe’nin taştan yumuşak ne varsa toplayıp hücresine saklamasını.
Sınırdan giriyorlar, girdikleri gibi de Antep’e gönderiliyorlar. Gelincik herhalde, yanlış hatırlamıyorsam, tam da bu isimli bir kampa gönderiliyorlar. Gelincik koğuşunda bir sürü kadın ve çocuk. Bir gün gelip kâğıtlar getiriyorlar Seral’in anlattığına göre. Kadınlar kendi aralarında anlaşıyorlar bu kâğıtları imzalamamak için. “Ama imzalamayanları dövüyorlar,” diyor Seral. “Sen ne yaptın?” diyorum, “Korktum imzaladım,” diyor. Ve tamı tamına iki yüz kadın, çocuklarıyla birlikte o gece bir uçağa bindirilip Bağdat’a gönderiliyor. Seral için yolculuk yeniden başlıyor, Ali’yi göğsüne, öbürlerine önüne koyup dağları aşıp geliyor. Sınırdan geçiyor ve Tuzluçayır göbekte olduğunu bildiği abileri gelip onu alıyor.
Günlerce konuşuyoruz Seral’le, günlerce aynı hikâyeyi anlattırıyorum, sonra gözlerimi kapatıp yazıyorum, sonra beynim bulandığından aralarda boşluklar oluşuyor, tekrar anlattırıyorum. Bizim koğuştakiler bıkıyor tekrarlardan, karşı koğuşa bir gazeteci daha geliyor. Hayri Demir. Hayri soru sormaya başlayınca, bizim koğuştaki kadınlar atlıyorlar, “Sibel yaptı röportajı, haberi atladın,” diye. Gülüyoruz, ama Seral anlamıyor. “Bana mı gülüyorsunuz abla?” diyor. Abla, diyor çünkü o da benim ismimi unutuyor, burada her şey unutuluyor.
Maral ise Seral’den çok önce yola çıkmış buraya gelebilmek için. Onun geliş hikâyesi pazarda satıcılık yapan kocasının pazar yerine atılan bombayla öldürülmesiyle başlıyor. O zaman Süheyla’ya hamile, oğlunun elini tutup yola çıkıyor. IŞİD askerleri çıkışına izin vermeyince, Suriye’ye kaçıyor. Üç ay Suriye’de kaldıktan sonra sınıra ulaşıyor, ulaştığı gün de doğum sancıları tutuyor. Bir hastaneye sokuyorlar, doğumu yaptırıp üç saat sonra Maral’ı çıkarıyorlar. Sınırdan geçişine izin verilmeyince, insan kaçakçılarını buluyor. Dört, beş, altı denemeden sonra giriyor içeri. Pazarlıklar, paralar. Süheyla kucakta beş saatlik, altı saatlik. O gün bugün yüzü böyle beyaz zannımca…
Şimdi buradalar. Seral ve Maral’ın evine bir ihbar gelmiş anladığım. Kimliksiz bunlar, diye bir şikâyet.
Hayrilerin koğuşu öyle kalabalık ki sormasan daha iyi… Onlar da bizim gibi başlar ayakucuna sığışmaya çalışıyorlar. Üç gün spor salonunda aç ve susuz bekletmişler, sonunda buraya getirmişler. Hepsi, hepimiz aynıyız.
Seral yıkayıp durduğu bebek elbiselerinin kurudukça yere düşmesine kızıyor. Sonunda bir formül buluyoruz, Seral’in başındaki yazmayı çıkarıp bir uçtan bir uca çamaşır ipi gibi bağlıyoruz demir parmaklıklara, artık yıkanan eşyalar bu yazmanın üzerinde kuruyor. Birkaç gün sonra sınırdışı edilecekler, gelen avukatlara her yeri arattırıyoruz. Herkes dört kolda…
Gece olunca çapraz koğuştan bir ezgi yükseliyor, Kürtçe bir ağıt geliyor. Bütün hücreler sessize gömülüyor. Bu sekiz gündür açlık grevinde olan Didar’la Hacer’in sesi… Seral yine duvara vuruyor, “Abla bizi geri gönderecekler mi?” diyor, ben de diyorum, “Uğraşıyorum Seral, göndermeyecekler umuyorum.” Sonra Seral Arapça bir ağıt yakıyor… Hücreler zorunlu bir uykuya dalıyor, Süheyla’nın burnu tıkalı hırlıyor.
Didar’la Hacer’in de suçu meçhul… Günler boyunca yaptıkları tek illegal eylem tuvalete giriş çıkışlarda yanlarında polis yoksa eğer, bir koşu bizim koğuşa gelip selam etmeleri. Bizim yaptığımız tek illegal eylem Aslı’nın ilaçlarını alması için hücrenin kapısını her açtırdığında Ayşe’yi kucaklayıp koğuşa sokmamız. Ayşe’nin yaptığı tek illegal eylem koğuşlardan yiyeceğe dair her şeyi toplayıp saklaması. Sonunda bu süreklileşmiş eylemler sonuç veriyor, Ayşe’yi bizim hücreye alıyorlar. Yanı başımıza bıraktıkları battaniyelerden kadınlar yastık yapıyor, üzerine montlarımızdan birini geçiriyoruz. Ayşe’yi ayağımda sallıyorum, karnını okşadığım yerde elimi kavrıyor, inatla açık tutmaya çalıştığı gözleri sonunda yorgun bir uykuya teslim oluyor. Her gece daha da kalabalıklaşıyor TEM. Didar’la Hacer de artık bizim koğuşta. Hacer’in derdi fakültedeki dersleri vermek, “Buradan çıkar çıkmaz bütün derslerimi vereceğim,” diyor. Açlık grevi için yanlarında duran şekerlerden Ayşe’yle bana ikram ediyorlar. O sırada resmî bir ses duyuluyor, “Şeker vermek yasak!”
Çocukları burada tutabilmek günden gün zor oluyor, onların ağlamalarından mahcup Seral çaresizce başını bizim demir parmaklıklara dayıyor, gözleri yerde, “Savaştan kaçtığımız için buradayız,” diyor. Bizim koğuşun kadınları da atlıyor hep bir ağızdan, biz de “Savaşa Hayır” dediğimiz için…
Faili meçhul polisler günler sonra beni çıkarıyorlar; Maral’a, Seral’a sarılıyorum, Ayşe’yi kucaklıyorum.
Seda’yı tutukluyorlar, beni bırakıyorlar, günler sonra gittiğim Tuzluçayır göbekteki adreste kapıyı açan olmuyor.
Hikâyenin adını başkaları koyuyor ama içini savaşa direnen kadınlar yazıyor. Meçhul bir hikâyenin içindeyiz.
Savaştan kaçan Ayşe’nin memesine sakladığı bir lokma ekmekle savaşa hayır diyen Didar’ın açlığının arasında bir yerde…