Mehmet Efe Çaman: Hakan Hoca ardında büyük bir boşluk bırakarak gitti. Onu hiç unutmayacağım. Bu zulmün bir kurbanıdır, iyi bir insandır, koca bir yürektir, zeki ve çalışkan bir akademisyendir, iyi hukukçudur, göçmendir, mültecidir.
TR724 yazarı akademisyen Mehmet Efe Çaman, Kanada’da bir gölde boğulmakta olan bir kişiyi kurtarmaya çalışırken vefat eden meslektaşı Hakan Acar’ı anlattığı yazısında, “Hakan Acar, tam Hakan Acar’lık bir şekilde hayata veda etmişti. Kendi canını, bir başkası için vermişti.” dedi.
Çaman’ın “Hakan Hoca’nın ardından” başlıklı yazısı şöyle;
Hakan Acar’ı Kanada’da tanıdım. Hiç karşılaşmadık, hiç bir araya gelmedik. İki KHK’lı olarak telefonlaştığımız ilk seferden sonra düzeyli bir dostluğumuz oldu. Bayramlarda, yılbaşlarında, arada sırada benim yazdığım bir yazıdan sonra, o Kanada’daki hukuk yüksek lisansına başladığında, sonra bu zor eğitimi başarıyla bitirdikten sonra. O eğitime başlamadan önce istenen referans mektuplarından birini ben yazmıştım. O dönem ikimiz de Kanada’da rejimin gazabına uğramış iki akademisyendik. Aramızda binlerce mil vardı ama yaşadığımız zorluklar bizi birbirimize yaklaştırmıştı. Her ikimiz de Kanada’ya üniversitelerimiz tarafından araştırma yapmaya gönderilmiştik. Ben Türk-Alman Üniversitesi tarafından Barış Akademisyenleri Bildirisi’ne imza verdiğim için soruşturma geçiriyordum. Birileri düğmeye basmıştı. İsmim kara listelerine girmişti. Hakan Hoca ise malum Fatih Üniversitesi’nde profesördü. Bu onun hedef olması için yeterliydi. Her ikimiz de Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaydık. Ve 15 Temmuz 2016 sonrasında, akıllara ziyan şekilde darbecilikle, vatan hainliğiyle, dış güçlerin maşası olmakla falan suçlanacaktık.
İsimlerimizi o listelere yazan alçaklar bizi tanıyor muydu? Bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Bunun çok da önemi yoktu. Yani ya bizi tanıyan sözde meslektaşlarımız tarafından ihanete uğratılmıştık, ya da bizi hiç tanımadıkları halde bir şekilde bizi de listelerine almışlardı. Ne ben Hakan Hoca’yı tanıyordum, ne de o beni! Ama işte ikimiz de Kanada’dayken, ikimiz de tümüyle bilimsel araştırmalarımıza odaklanmışken, ikimiz de 2015’ten beri Türkiye’yle yakından uzaktan hiçbir gelişmenin doğrudan veya dolaylı bir parçası değilken, bir anda hedef olmuştuk. O hukukçuydu, ben siyaset bilimci. İlk telefon görüşmemizde uzunca kendimizden bahsettik. Malum, ilk tanışma işte. Üstelik telefonda olunca, her şey biraz daha formel olur. Bir de buna ikimizin de insani ilişkilerdeki çekingenliğini ekleyin. Ben o dönem daha yeni Twitter hesabı açmıştım. Sanırım daha Yarına Bakış’ta ya yazmaya başlamak üzereydim, ya da yeni başlamıştım. Yaşanan sürecin şoku ikimizin de üzerindeydi. Hakan Hoca bana iltica etme başvurusu yaptığını söylemişti. Ben de bulunduğum eyalette göçmen adayı seçilmiştim ve göçmenlik işlemlerime başlıyordum. İyi hatırlıyorum, Kanada’dan, göçmenlik sisteminden, toplum düzeninden, bulunduğumuz eyaletlerden, çocuklardan, uğradığımız hayal kırıklıklarından, küskünlüklerimizden, hayattan ve gelecekten konuşmuştuk. Karşımda çok düzgün ve iyi bir insan olduğunu anlamıştım. Birbirimize Hocam ve “siz” siye hitap ediyorduk. Ama onu sanki yıllardır tanıyor gibiydim.
Bu ilk görüşmenin ardından ayda bir gibi mesajlaştık, birbirimizi arayıp hal-hatır sorduk. O sıklıkla yazılarıma iltifat etti. Ben sıklıkla onun hukuk programında ilerlemeleriyle gurur duyduğumu söyledim. O benim bulunduğum Kanada üniversitesinde sürekli kadroya geçmem için dua ettiğini söylerdi. Ben de ona hukuk programını bitirince beraber diplomasını ve avukatlık lisansını kutlayacağımızı söylerdim. Türkiye’den konuşurduk, insanların kaderlerine üzülürdük. Haluk Savaş Hoca gibi değerli hocaların Türkiye’de eziyet çekmelerini, toplumun vefasızlığını, akrabaların ve sözde dostların hayırsızlığını, insanların şahsiyetsizliğini birbirimize anlatırdık. Dünyaya çok farklı pencerelerden bakan, inanç dünyaları ve ideolojik yönelimleri farklı olan, farklı tercihlerde ve yönelimlerde bulunmuş iki insanın nasıl dostluk kurabildiğine örnek bir dostluktu bizimkisi.
Bir gün buraya yazmak istemediğim bir işim için yüklü miktarda bir paraya ihtiyacım olmuştu. Beklediğim bir alacağım vardı, ama zamanında elime geçmeyecekti. Birkaç gün sonra ise, o halletmem gereken iş için çok geç olacaktı. Tesadüfen Hakan Hoca’yla görüşürken arada bir şekilde konu geçti. Hiç niyetim veya talebim olmamasına karşın “ben hallederim” dedi. Dediğim gibi meblağ büyüktü ve biz birbirimizi birkaç aydır tanıyorduk. Yüzümüzü bir defa bile görmemiş, el sıkışmamış, oturup bir yemek yememiş veya bir bardak çay içmemiş iki kişiydik. Ben ona “olur mu hiç öyle şey Hocam, sıkıntı yok, ben bir şekilde hallederim!” deyince, sorun etmememi, bir dostunda kendisine ait olan bir meblağ olduğunu, onu bana ertesi gün derhal aktaracağını söyledi. Ve dediğini yaptı. Ortada imzalanmış bir belge yok, noter veya şahit yok… Tam bir güven. O işimi hallettim ve birkaç gün sonra ona parasını geri iade ettim. Ama açıkçası çok etkilenmiştim. Bu adam kimdi? Nasıl bu kadar iyi olabilirdi? İçimde onu daha fazla tanıma isteği doğmuştu. O ise bana aynı duygularla “hocam sana güvenmeyeyim de kime güveneyim!” diyordu. Hakan Acar’ın modern bir Yunus Emre olduğunu o zaman düşünmeye başlamıştım. Onun dostluğunun değerini o zaman anlamıştım. Kendi de zor durumda olan, ailesiyle beraber mülteci bir adam, pür bir güvenle, tümüyle kalpten ve hiçbir beklentisi olmaksızın iyilik yapabiliyordu. Türkiye insanının bize en büyük ihanetlerini çocuklarımız üzerinde, eşimizde, hatta bedenlerimizde ve ruhlarımızda hissettiğimiz o günlerde, Hakan Hoca “dur, acele etme, herkes kötü değil!” diyordu. Ve bunu hiçbir söz söylemeden, hiçbir üstenci tavra girmeden, gayet saf ve naif bir şekilde yapıyordu. Hakan Acar “keşke herkes onun gibi olsa!” diyebildiğim uzaktaki dosttu artık.
Ben duygularım da dâhil çok abartmayı ve süperlatif (en iyi, en mükemmel, en özel vs. ifadelerde bulunmayı) fazla sevmem. Tipik bir Alman ekolü olarak arada daima bir mesafe bırakır, gardımı son ana dek düşürmemeye gayret ederim. Özellikle de başımıza gelen büyük ihanetten ve zulümden sonra bu konuda sanırım çok daha dikkatli olmaya başladım. Ama ne zaman Hakan Hoca’yla konuşsak, bir şeytan tüyü müdür nedir, ondaki sıcaklık, sevecenlik, olumluluk, tevekkül, güven vs. bana geçiyordu. Telefonu hep bir güler yüzle kapatıyordum. Sanırım o da benim dostluğumu çok seviyordu.
Böylece günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. İletişimimiz ve dostluğumuz hiç kopmadı. Ben onu ne zaman arasam bana “hocam benden daha hayırlısın!” der, gülerdi. Yine bir telefon görüşmesinde onun ilticasının kabul edildiğini öğrendim. Sonra bizim göçmenlik statümüz onaylandı. Eşim master programını bitirdi. Derken o hukuk programını bitirdi, mezun oldu. Ben aksama olmadan hocalığa devam ettim. Hakan Hoca ve ben, tüm bu başarılarda ve önemli anlarda birbirimizle konuştuk, dertleştik. Derken en son birkaç ay önce onun Kanada vatandaşlığı oldu. Biz de bizim vatandaşlık işlemlerimizin sonuçlanmasını bekliyorduk, o uzman bir göç avukatı olarak benimle profesyonel değerlendirmelerini paylaşıyordu. Sanırım en son onu geçtiğimiz bayramda aramıştım. Sesi her zamanki gibi şendi. Her zamanki gibi yüzünü görmeden gülümsediğini hissettiriyordu. Ve her zamanki gibi kendisi için “iyi ki aramışım” dedirtiyordu.
Hakan Acar’ın bir gölde boğulmakta olan birini kurtarmaya çalışırken öldüğünü Twitter’dan öğrendim. O anı hiç unutmuyorum. Paylaşımı birkaç kez okudum. Sonra ağlamaya başladım. Karım yanıma geldi. Sonra çocuklar. Onlara olanları anlattım. Olamazdı. Bir yanlışlık olmalıydı. Altüst olmuştum, allak bullaktım. Hakan Acar, tam Hakan Acar’lık bir şekilde hayata veda etmişti. Kendi canını, bir başkası için vermişti. Geride bıraktığı sevgili eşini, güzel çocuklarını düşündüm. Kendi çocuklarıma sarıldım. Hakan Hoca hayatta olsaydı, mutlaka o an için söylenmesi gereken şeyleri söyler, bir iyimserlik aşılar, iyiliğini ve güzelliğini bana da bulaştırırdı. Ama artık hayatımda o yoktu.
Hakan Hoca ardında büyük bir boşluk bırakarak gitti. Onu hiç unutmayacağım. Bu zulmün bir kurbanıdır, iyi bir insandır, koca bir yürektir, zeki ve çalışkan bir akademisyendir, iyi hukukçudur, göçmendir, mültecidir. Candır. Dostumdur. Tarihe not olsun ki onu iyi bilirdim. Üzüntüm satırlara ve cümlelere sığmıyor ki.
Rahat uyu arkadaşım. Ruhun şad olsun.