Türkiye İnsan Hakları Blogu’nda yayınlanan ‘Minik Eller, Yüksek Duvarlar: Bir Anne ve Bebeğinin Hapishanedeki Mücadelesi’ başlıklı yazıda dönemin Cumhuriyet Savcısı Hasan Yılmaz’ın yandaş medyaya önce ‘izdivaç ablası’ diye haber yaptırıp daha sonra o haberi delil göstererek hazırladığı iddianameyle cezaevine 3 aylık bebeğiyle gönderilen İstanbul Barosu avukatlarından Özge Elif Hendekçi’nin Tokat Cezaevi’nde bebeğiyle birlikte yaşadığı işkence ve hukuksuzlar tüyleri ürpertti.
15 Temmuz 2016’daki kaos ve kumpas gecesinin ardından AKP rejimi cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş kapsamlı bir tasfiye ve tutuklama dalgası başlattı. İstanbul, Ankara ve İzmir’deki bazı cezaevleri, darbe girişiminin üst düzey isimlerini barındırmalarıyla, bazıları sadece mahkumlara yönelik taciz, kötü muamele ve işkence ile ünlendi. Tokat’ta büyük hapishane kompleksi de darbe sonrası baskıların labirentine sürüklenen siyasi mahkumlara yönelik sert muamele nedeniyle bu hapishaneler listesine katıldı.
Bu acımasız dünyada, hapsedilmiş ama yılmamış bir kadın avukat, uzun yıllar boyunca yeni evi haline gelen Tokat Cezaevi’nin koridorlarında gezindi. Yanında, henüz bir yaşında olan ve masumiyetin sonsuza dek kaybolmuş gibi göründüğü bir yerde masumiyetin sembolü olan kızı Bahar vardı.
Muhaliflere hukuki danışmanlık yaparak rejimin radarına giren bir avukat olan Özge Elif Hendekçi’nin kendisi de vatandaşları yutmaya başlayan yargı makinesinin kurbanı oldu. Tokat’ın meşhur hapishanesine düştükten sonra Hendekçi’nin serüveni onu sık sık değişken mizacıyla tanınan cezaevi müdürünün makamına götürdü.
ÖZGE ELİF HENDEKÇİ YASAL HAKKINI HATIRLATINCA TOKAT CEZAEVİ MÜDÜRÜ ADETA ÇILDIRDI
“Biz [cezaevine] girdiğimizde kızım sadece üç aylıktı,” diye anlatıyor avukat, sesinde yorgun bir güç ile. Aralık 2017’de bir gün yolu müdürle kesişti. Müdür, ofisindeki bir toplantıda, başlangıçta nazik bir şekilde, şikayetlerini, hapishane hayatını zorlaştıran sayısız sorunu anlatırken onu dinledi. Ancak uzun süredir beklemekte olan nakil dilekçesini sorduğunda diyalogun tonu aniden değişti. “Aylardır sebepsiz yere bekliyorum,” diye ısrar ettiğinde ise, müdürün kibarlık maskesi düştü, içindeki öfke ve düşmanlık açığa çıktı. Kendi yetersizliklerini örtbas etmeye çalışarak ona hakaret etti. Hendekçi sakin şekilde ona yasal haklarını hatırlattı. “Ben de bir insanım ve benimle bu şekilde konuşamazsınız” dedi. Daha sonra hatırladığına göre müdür, suçlamalar ve bağırışlarla dolu bir tirada başladı ve ona terörist dedi. Hendekçi ise “Hâlâ sadece tutukluyum, henüz herhangi bir suçtan hüküm giymedim” diyerek kendini savundu. Minik Bahar ağlamaya başlamıştı, küçük bedeni korkudan titriyordu. Avukat Hendekçi’nin bu direnci, aleyhinde bir rapor hazırlamakla tehdit eden müdürün öfkesini daha da arttırdı. Hendekçi, “Tabii ki (beraber) yaz(alım)”, diye meydan okudu; bir avukat olarak sahip olduğu bilgi birikimi, müdürün haddini aşmasına karşı onun kalkanıydı.
Tartışma büyüdü ve müdür onu ofisten uzaklaştırdı. Günler sonra Hendekçi, aleyhinde tutulan ve olaya tanık olan memurlardan daha fazla sayıda imza taşıyan bir tutanak aldı. Disiplin cezasının incelenmesi için yapılan duruşmada avukat Hendekçi, kendi yaşlarında genç bir hakimle karşı karşıya geldi. Durumu açıkladı ve duruşunu savundu. Yargıca “Kaba davranıyordu” dedi. Yargıç, “(Yani) Ona kaba dediniz,” dedi. “Evet, kaba davranıyordu” diye cevap verdi. Görevi ve vicdanı arasında sıkışan yargıç, Hendekçi hakkındaki disiplin cezasını onayladı. “Bir üst mahkemeye itiraz edebilirsiniz,” dedi yargıç isteksizce, ve cezaevi yetkililerinin yanında durmaktan başka yapabileceği pek bir şey olmadığını ima ediyordu.
”5 yıl hapis yattıktan sonra bir Avrupa ülkesine yerleşen Hendekçi, bir yandan çocuk büyütürken bir yandan da parmaklıklar ardında çektiği çileyi Tutuklu Avukatlar İnisiyatifi’ne anlattı. “Hayat Güzeldir” isimli filmde de olduğu gibi, Bahar’ı yeni yürümeye başlayan bir çocuğa bakmaya uygun olmayan bir ortamdan korumak için yaratıcı yollar bulmak zorunda kalmıştı. Beş yıl boyunca birbiri ardına yaşanan olaylar, kızını, hatalı işleyen bir cezaevi kompleksinin tipik özellikleri olan hastalıklardan ve diğer tehlikelerden koruma gücünün sınırlarını göstermişti.”
KIZIMA DÖRT SAAT BOYUNCA ACI ÇEKTİRDİKLERİ VE BENİ ÇARESİZLİK DUYGUSUNA SÜRÜKLEDİKLERİ O ÜZÜCÜ GÜN, ASLA UNUTAMAYACAĞIM BİR GÜNDÜR
Yazar Arthur Koestler’in İspanya İç Savaşı (1936-39) sırasında İspanya’da hapis yattığı sırada ilk elden gözlemlediği gibi, zaman duvarların ardında farklı, yavaş hareket eder. Donuk yüzeylerle kaplı kasvetli hücreler, çocukluk masumiyetinden çok uzak bir dünya olan mahpusluğun seslerini yankılar. İnsanın tahammül sınırlarını zorlayan bu yerde, koşullar ne olursa olsun, yeni yürümeye başlayan bir çocuğun varlığı, masumiyetinin ışığının yol göstericiliği Hendekçi için bir nimet gibiydi.
Ocak 2019’da bir gün, Bahar koğuşta bir arkadaşıyla oynuyordu. Bahar o sırada yaklaşık 15 aylıktı. Birdenbire çocuksu merakı ve neşesi yerini acı çığlıklara bıraktı. Bileğini tutuyor, gözlerinden yaşlar süzülüyordu, acısını anlatmaya çalışan minik sesi titriyordu. Her zamanki sükûneti teselli edilemez bir kederle paramparça olmuştu; o, acımasız bir dünyada savunmasızlığın dokunaklı bir örneğiydi.
Saatler geçiyor Bahar’ın çaresiz annesi kızının çektiği acıyı izliyor, yardım çağrıları soğuk, bürokratik bir kalpsizlikle karşılanıyordu. Kendi rutinlerine gömülmüş ve çocuğun ıstırabından etkilenmemiş olan gardiyanlar, durumu gizlenemez bir kayıtsızlıkla geçiştirdiler.
Hendekçi’nin anlattığına göre, gardiyanların inatçılığını bir kenara iten yaşlı bir tutuklu sessizliği bozdu. “Görmüyor musunuz? Çocuk saatlerdir inliyor. Bir şeyi olmasa bu kadar uzun süre ağlamazdı,” diyen sesi sert ve inatçı kayıtsızlığı yarıp geçti. Diğerleri tarafından da desteklenen onun bu cesur duruşu, artık görmezden gelinemeyecek bir haykırışa dönüştüğünde, gardiyanlar isteksizce ambulans çağırmayı kabul ettiler: “Bu çocuğun bir şeyi yok ama olsun, ambulans çağıracağız.” Fakat, vardiyalarının bitimine yarım saat kala rutinlerinin bozulmasından hoşnutsuzlukları da gizlenemez biçimde aşikârdı.
Ambulans geldiğinde, sağlık görevlisi durumun ciddi olabileceğini ve çocuk olduğu için derhal hastaneye götürülmesi gerektiğini belirtti. Sağlık görevlisinin ısrarı Hendekçi ve küçük çocuğuna nezaret eden ve vardiyasını yarım saat içinde bitirmeye hevesli olan memuru rahatsız etmişti. Ve memur, Pazartesi gününe kadar bekleyip bekleyemeyeceğini sordu. Hendekçi, “Böyle bir gecikme kızımın iki gün daha acı çekmesine neden olacaktı ve bu durum memurları pek ilgilendirmiyor gibi görünüyordu,” diye hatırlıyor.
Ancak sağlık görevlisi, Bahar’ın sağlığına öncelik vererek beklemeyi kesin bir dille reddetti ve ısrar etti: “Hayır, o bir çocuk; bu riski alamam. Onu hemen naklediyorum.” Hastane yolunda gardiyan “Sebepsiz yere gidiyoruz.” diyerek homurdanıyordu.
Ancak, hastaneye vardıklarında durumun aciliyeti hemen anlaşıldı. Röntgen Bahar’ın bileğinin çıkık olduğunu ortaya çıkardı. Doktor gecikmeden Bahar’la ilgilenerek bileğini ustalıkla yerine oturttu. Belirgin ‘klik’ sesi depresif anneyi büyük ölçüde rahatlatmıştı. Süreç gecikmeli ve acı verici olsa da, sonuç memnuniyet vericiydi. Akut ağrı azalırken, kızın ruh hali gözle görülür şekilde değişti. Gözyaşları yerini gülümsemeye bıraktı ve tedavi sayesinde yeniden canlanan ruhuyla Bahar hoplayıp zıplamaya başlamıştı.
Hendekçi anlatısını “Kızıma dört saat boyunca acı çektirdikleri ve beni çaresizlik duygusuna sürükledikleri o üzücü gün, asla unutamayacağım bir gündür” şeklinde noktalıyor.
KÂBUS GİBİ “TABUTTA” YOLCULUK
Hendekçi’nin daha iyi bir cezaevine nakledilmek için yıllardır sürdürdüğü feryat nihayet Haziran 2019’da sonuç verdi. Ancak, bir sonraki hedeflerine ulaşmak için 20 aylık Bahar ile başka bir çileye katlanmaları gerekiyordu. Tokat’tan Gebze Cezaevi’ne nakil, içini çok iyi bilenler tarafından ‘tabut’ olarak adlandırılan bir jandarma aracıyla gerçekleşti.
Önündeki zorlu yolculuğun farkında olan Hendekçi, hoşgörü için umutsuzca yalvarmıştı. “Onlardan sadece çocuğumun hatırı için rica ettim,” diye anlattı, sesi hala anılarla ağırlaşarak. “Nakledileceğimiz haftayı bilseydim, onu bu durumdan kurtarabilirdim.” Ancak talepleri sağır kulaklara çarptı; boyun eğmeyen cezaevi bürokrasisine karşı dilekçeleri hiçbir sonuç vermedi.
Minik Bahar, 17 Haziran 2019 sabahı araca bindiklerinde kendilerini neyin beklediğinden habersiz gülüyor, “Atta gidiyoruz, atta gidiyoruz” diyordu. Ancak nakil aracının kapısı kapanıp onları karanlığa hapsettiği anda Bahar’ın kahkahaları kısa süre içinde sıkıntı çığlıklarına dönüştü. Pencerelerin yokluğu, havalandırma eksikliği ile hava ağırlaşmış, neredeyse boğucu hale gelmişti.
Araç ilerledikçe mide bulantısı başlayan anne bir yandan da kendi hastalığıyla da savaşıyordu. “Onu rahatlatmakla mide bulantımla baş etmek arasında kaldım,” dedi sesi titreyerek. “Onu ayaklarımın dibine yatırdım, onu yatıştırmaya çalıştım, bir yandan da başımı kaldıramıyordum.”
Bir jandarma görevlisi Bahar’ın durmak bilmeyen ağlamasını kontrol etmek için kapıyı açtı. Jandarma, komutana en azından aracın arka tarafına, mahkûmların hapsedildiği demir kafesten farklı bir bölüme alınıp alınamayacaklarını soracağını söyledi. Ancak umutları arttığı kadar çabuk söndü; komutan buna izin vermemiş ve kapı bir kez daha kapatılmıştı. Kapı kapanır kapanmaz Bahar yine çığlık atmaya ve ağlamaya başladı. Saatlerce susmadı.
Verilen iki molada Hendekçi Bahar’ın altını değiştirebildi. Araçtan indiklerinde Bahar’ın neşesi bir anlığına yerine geliyor, etrafta koşuşturarak gülücükler saçıyordu. Ancak yeniden nakil aracına bindirildiklerinde Bahar’ın mutsuzluğu geri dönüyor, gözyaşları yaşadıkları tatsız gerçekliği bir kez daha hatırlatıyordu.
Yolculuk devam ederken, Bahar sonunda annesinin ayaklarının dibinde uyuyakaldı. “On uzun saat boyunca bu şekilde yolculuk ettik,” dedi annesi. “Ben, zayıflığım ve mide bulantımla savaşırken onu sakin tutmaya çalıştım.”
Vardıklarında, yolculuğun fiziksel bedeli kendini gösterdi. Ayakta güçlükle durabilen anne, yolculuğun acısını derinleştiren bir gerçeğe tutunmuş: “Sonradan öğrendim ki [yetkililer] ailemin Bahar’ı almasına izin verebilirlermiş. Bunu yapmamayı seçtiler. Bilerek ve isteyerek bize acı çektirmeyi seçtiler” dedi. Yolculuğun kendisi kadar bu yetkililerin zalimliğine dair bu farkındalık da hayatlarında bir dönüm noktası olmuştu.
”Yine de Hendekçi ve Bahar’ın kabus gibi yolculuğu münferit bir vaka değildi. Yetkililer, keyfi nakil kararları ve uygulamaları ile on binlerce başka mahkûma da benzer acıları kasıtlı olarak yaşattı. Özellikle Gülen cemaatine bağlı tutukluluklara, azami acı çektirmek için tasarlanmış kasıtlı bir politikanın zalimce yüzüyle on binlerce kadın, yaşlı, hasta ve çocuk karşılaştı ve karşılaşmaya devam ediyor.”
KADIN GARDİYAN OYUN ODASINA ‘KRAKER YASAK’ DİYE ALMADI
Hapishanenin monoton dünyasında, oyun odası nadir bulunan bir renk ve neşe alanıdır. Orada, küçük çocuklar birbirlerine karışır, mahrum kaldıkları oyuncaklara dokunurlar. Bir gardiyan içeri girip her bir çocuğa ayrılan değerli ama sınırlı sürenin bittiğini duyurana dek çocukların dünyası değişir.
2022 yılında, Covid-19 salgını sona erdikten sonra, Gebze cezaevi idaresi çocukların haftanın bazı günlerinde kreşten, yani oyun odasından yararlanmalarını sağlamıştı. Avukat Hendekçi, “Bahar 3-4 gün önceden geri sayım yapardı,” diye hatırlıyor. “Oyun odası günlerinde, küçük krakerini, normalliğin minik dilimini odaya götürebileceğini biliyordu.” Her mahpusun çocuğuna bu “kutsal” bölgeye haftada sadece iki kez girmesine izin veriliyordu. Nedense cezaevi yetkilileri, çocukların birbirine karışmasını önlemek için aynı anda yalnızca bir mahpus ve küçük çocuğunun oyun alanına girişine izin veriyordu.
Çocukların parmaklıklar ardındaki Disneyland’larına girecekleri gün yaklaştıkça, çoğu anne kantinden aldıkları kek, çikolata ve atıştırmalıklar hazır ederdi, böylece küçük çocukları oyun oynarken arada bir bunlardan yerdi. Bahar’ın annesi Hendekçi de bir istisna değildi. Bahar’ın çok sevdiği krakerlerden ve kekten almış ve bir poşete koymuştu.
Ancak o meşum günde, bir kadın gardiyanın rutin kontrolü dünyalarını alt üst etti. “Bu yasak; [kraker] getiremezsiniz,” dedi memur, Bahar’ın çantasındaki atıştırmalıkları göstererek. Anne, “Bilmiyorduk… lütfen, sadece bu seferlik” diye yalvardı. Ancak görevli umursamadı. Yıkılan Bahar’ın gözyaşları bir atıştırmalıktan fazlası içindi; duvarların arkasında mahrum bırakıldıkları küçük özgürlükler için bir çığlıktı.
“Dayanamadım,” diye fısıldadı annesi, “bu kadar küçük ama onun için bu kadar büyük bir şey için ağladığını görmeye.”
Hapishanenin içinde ayrı bir alana yerleştirilmiş oyun odasına girdiklerinde, annenin gözyaşları kızınınkileri yansıtıyordu. Oyuncakların ve oyunların mucizesinde kaybolan çocuk krakeri unutmuştu. Ama annesi unutmadı. Bir süre sessizce bir köşede ağlamaya devam etti.
Hendekçi, gardiyanın kayıtsızlığı karşısında “Senin kalbin de acı çeksin,” diye mırıldandı. Ancak bu küçük protestosunu daha sonra kendisine pahalıya mal olacağından habersizdi. Bu yerde gardiyanlar hem umursamaz hem de çok alıngandı; hiçbir muhalefete tahammül edemezlerdi. Çok geçmeden gardiyan onun zar zor duyulabilen protestosuna karşı bir şikâyette bulundu. Ve bu şikâyet, Hendekçi’nin yaklaşan şartlı tahliye incelemesini olumsuz etkileyebilirdi.
”Yeni yürümeye başlayan bir çocuğun hapishanede oyun odasının tadını nasıl ve ne zaman çıkaracağının hikayesi manşetlere çıkmayabilir veya ulusal bir gazetede yer almayabilir. Ancak Hendekçi ve küçük kızının Türkiye’nin giderek genişleyen hapishane kompleksindeki yolculuğu, yargı sistemindeki çok daha büyük kusurları ifşa ediyor. Bu sadece küçük çocukların erişebileceği olanaklar ve zevkler üzerine bir savaş değildi. Bu, mahpusların ulusal ve uluslararası yasalarda öngörülen haklarını sınırlamaya yönelik geniş kapsamlı kısıtlamalar rejimiyle ilgiliydi. Hendekçi’nin kişisel hikayesinden de anlaşılacağı üzere 2016 sonrası dönem, Türk yetkililerin halk düşmanı olarak gördükleri vatandaşlarını cezalandırmak için ne kadar ileri gidebileceklerini göstermesi açısından oldukça açıklayıcıdır.”
PANDEMİ SIRASINDA MİNİK BİR RUH
Küresel salgın sırasında dış dünya görünmeyen bir virüsün sosyal ve fiziksel zararlarıyla boğuşurken, cezaevlerinde temel insan onuru ve hayatta kalmak için farklı bir savaş veriliyordu. 12 kişi için tasarlanan ama 25-30 mahpus konulan koğuşlar yaşanmaz hale gelmişti, nefes alabilmek bile bir mücadele haline dönüşmüştü. Bir tanesinde Mustafa Kabakçıoğlu’nun son nefesini verdiği karantina hücreleri ise unutulmuş köşelere sinmiş insanlık dışı durumun dokunaklı ve tüyler ürpertici bir hatırlatıcısı olmaya devam ediyor.
Bu sıkıntılı ortamda bir anne ve üç yaşındaki kızı, etraflarını saran yüksek duvarlar ve tehdit edici hava tarafından kapana kısılmıştı. Hendekçi’nin anlattığına göre, pandeminin yarattığı kaos ve tehditler adaletsizliğin ağırlığın daha da artırmıştı.
Hendekçi, pandemi sırasında çektikleri çileyi ikiye katlayan şeyin sıkışık, pis hücrelerde sigara içilmesi olduğunu belirtiyor. Sarma sigaraların dumanıyla ağırlaşan hava, gece gündüz üzerlerinde asılı duran zehirli bir kefendi. Bir gün Hendekçi, kızını bu sisin içinden izlerken, çocuğu bir öksürük nöbeti yakaladı. Anne korkuya kapılmıştı. Bir doktorun daha önce söylediği sözler aklına takıldı: kızı astımın erken belirtilerini gösteriyordu ve bu teşhis, mahpusluk ortamında tehlike anlamına geliyordu. Bahar öksürük krizine girdiğinde, annesi temiz hava soluması için bahçeye çıkmasına izin verilmesi için yalvardı. Önyargılar ile sertleşmiş bir memur onları kayıtsızlıkla geri çevirdi.
Gece çökünce hapishanedeki hava daha ağırlaşmıştı, Bahar’ın uykusu öksürük nöbetleriyle bölünürken anne onun başında nöbet tutuyordu. Hapishanenin arka tarafında depodan dönüştürülmüş derme çatma bir hücrede tecrit edilmişlerdi. Karantina için tahsis edilen bu alan acımasız bir ironiydi: sağlığın mucize ve hastalığın neredeyse kesin olduğu bir yer.
Hendekçi’nin hatırladığı üzere, karantina politikası kısır bir döngüydü- her pozitif testte 15 gün(lük karantina süresi) sonsuza kadar uzuyordu, kaçışın imkansız göründüğü bir araftı. İşte bu arafta annenin en kötü korkuları canlandı. Henüz üç yaşında olan kızı tehditkâr bir krizin pençesine düşmüştü. Küçük kızın gözleri karardı, nefes almakta zorlanırken küçük bedeni titriyordu. Anne çaresizlik içinde acil durum düğmesine bastıysa da yardım çağrısı hapishanenin insanlık dışı sisteminin boşluğunda kayboldu. Anne kızını kucaklarken, onun minik bedenindeki yaşam mücadelesini hissederken zaman sanki hiç geçmiyordu. Ancak çocuğun çırpınışlarından rahatsız olan diğer mahkumlar kapıları tekmelemeye ve bağırmaya başladıktan sonra gardiyanlar durumu fark etti.
O gece, korku ve kaosun ortasında kıza oksijen verildi. Hendekçi saatlerce Bahar’ın küçük bedenine hayatın yavaş yavaş geri dönüşünü izledi. İyileşme yavaştı ama her adım acı çeken anneyi rahatlatıyordu. Gebze cezaevinde Hendekçi ve küçük kızı asla unutamayacakları bir gece geçirdiler.
‘‘HENDEKÇİ VE ACIMASIZ SİYASİ BASKIYA MARUZ KALAN ON BİNLERCE DİĞER KADIN, KÖTÜ İŞLEYEN VE ZALİM BİR CEZAEVİ SİSTEMİ TARAFINDAN MAHPUS EDİLDİ’’
Hendekçi’nin hapsedilmesi Türkiye siyasi tarihinin en kötü dönemlerinden birinde gerçekleşti. Demokrasinin temel direkleri ve hukukun üstünlüğü, 2016’dan sonra Türkiye’nin siyasi manzarasını kasıp kavuran siyasi terör döneminde ortadan kayboldu. Hakimler, savcılar, diplomatlar, askerler ve polisler de dahil olmak üzere 150.000’e yakın kamu görevlisi herhangi bir yargı süreci olmaksızın görevden alındı.
Yetkililerin siyasi ajandası tarafından bastırılan yargı sistemi, hapis deneyimini daha sert ve dayanılmaz hale getirdi. Bu sıkıntılı ortamda, Hendekçi ve acımasız siyasi baskıya maruz kalan on binlerce diğer kadın, kötü işleyen ve zalim bir cezaevi sistemi tarafından mahpus edildi.
Hendekçi’nin duvarlar ardında geçirdiği günlerden aktardığı olaylar, insan hayatına ve haklarına yönelik saygı, empati ve şefkat eksikliğinin tüyler ürpertici bir göstergesiydi. Ve bu bireysel bir vaka değildi, zira istismar, kötü muamele ve umursamazlık, hapishane deneyiminin tanımlayıcı özellikleri haline gelmişti.