Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Ülkemizde sosyal hayatın neredeyse her alanı büyük bir yangınla kuşatılmış durumda. Öyle ki bu yangının alevleri göklere yükselmiş: adalet, ekonomi, eğitim, sağlık… Hangi birine dokunsanız elinizde kalıyor hatta eliniz yanıyor. Ancak ne gariptir ki, bu kadar görünür hâle gelen problemlerin geniş kitleler tarafından yok sayılması, başlı başına bir kaosun ve toplumsal travmanın habercisi.
Bu “yakın körlüğü”nü yalnızca eğitimsizlikle veya partizanlıkla açıklamak yetersiz olur. Ortada daha derin, daha köklü bir mesele var: “Bir zihniyet sorunu.”
Toplumlar, akarsular gibidir. Geçtikleri coğrafyanın kimyasal yapısını yüklenerek yollarına devam ederler. Toplumlar da tarihsel süreçlerin ve kabullerin izlerini taşır. Bugünkü zihinsel kalıplarımız, yalnızca bugüne ait değildir; kökleri, kadim tarihimizin kılcal damarlarına kadar uzanır.
İslam tarihine baktığımızda, Raşid Halifeler döneminde yöneticilerin ehliyet ve emanet temelli değerlendirildiğini görürüz. Hz. Ömer’in (ra), “Eğer eğilirsem beni kılıçlarınızla düzeltin” sözü, bugünün yöneticilik anlayışına bir tokat gibi çarpar. O, “Benim Peygamber’e yakınlığıma değil, maharetime, emanetime ve adaletime bakın” diyordu. Uzunca bir dönem, idareciler bu şekilde değerlendirilirdi. Ancak zamanla bu ölçütlerin yerini kabilecilik, çıkar ilişkileri ve güç aldı.
Sıffin Savaşı sonrası yaşananlar, sadece siyasi bir değişim değil, zihinsel bir kırılma yarattı. Yüzbinlerce sahabe ve tabiînin katline neden olan bir isyan, kılıç zoruyla elde edilen bir iktidar, “meşru” kabul edildi. Ve bu sosyopolitik hadiseler, zamanla itikadî bir zırhla dokunulmaz hâle getirildi.
Bir dönemin siyasi olaylarını itikat kılığına soktuğunuzda, onları sorgulama imkânınızı kaybedersiniz. İşte biz, tam da bunu yaptık. Olayları ya “millî” ya da “dînî” etikete büründürdük. Böylece yönetenleri eleştirmeyi unuttuk. Eleştirme duygumuzu, itaat refleksiyle değiştirdik.
Zamanla bu anlayış bir zihniyet inşasına dönüştü. Devlet, “la yüs’el” (sorgulanamaz) bir varlık olarak kutsandı. Hatalar hikmete yüklendi, gerçekler ters yüz edildi. Hatta bir gecede saraydan çıkan 19 tabut, “devletin selameti” uğruna meşrulaştırıldı. Oysa zanla insan öldürmenin dinde yeri yoktur. Ama devletin kutsallığı söz konusu olunca, insanın değeri buharlaştı.
Bugün gelinen noktada, devletin haksızlığına uğrayan birçok insan, yaşadıkları zulmü kendi anne-babasına bile anlatamıyor. Çünkü karşılarında hep aynı cümleyle duvar örülüyor:
“Devletin bir bildiği vardır.”
İşte bu cümle, siyasal körlüğümüzün bir zihniyet meselesi olduğunun en çarpıcı kanıtıdır. Ne acıdır ki, bugün adaletsizliğin her türlüsüne maruz kalanlar, çoğu zaman devleti kutsayan, tarihi yücelten insanlar. Yani kendi inşa ettiği algının enkazı altında kalanlar.
Yıllarca yanlış bir tarih okuması inşa ettik. Sorgulamayı, eleştirmeyi unuttuk. Şimdi ise duvarlar yıkıldığında, altında kaldık ve derdimizi kimseye anlatamaz hâle geldik.
Artık yapmamız gereken şey, kutsallık perdesinin arkasına gizlenmiş her türlü iktidar ilişkisini sorgulayabilen; güçlü olana sadakati değil, hakikati merkeze alan yeni bir zihniyet inşa etmektir. Bu, yalnızca siyasi değil, ahlaki bir uyanıştır. Eleştiriyi hainlik olarak gören değil; adaletsizliğe susmayı vebal sayan bir bilinçle yüzleşmeliyiz geçmişimizle. Çünkü biz toplum olarak tarihi kutsarken, hakikatin üzerini örttük. Şimdi o örtü kalktığında, en çok da sustuklarımız acıtıyor içimizi. Bu soruların cevabını başkalarından değil, kendi vicdanımızdan almalıyız. Çünkü bazen hakikat, sadece akılda değil, vicdanın derin sessizliğinde yankılanır.