”Saltanat, devlet ve iktidar öyle korkunç bir tutku, öyle baş döndüren bir şehvettir ki bu girdaba kendini kaptıran biri karşısına değil peygamber torunu, peygamberin kendisi çıksa fark etmez. Fırsatını bulduğu an ezer geçer.”
Muharrem ayı Kerbela’nın hatırlanma vaktidir. Kerbela ne ilktir ne de son. Kur’an, “zâlim ve cahil” olarak tanımladığı “insan” yeryüzünde yaşadığı sürece Kerbela prototipi örneklenmeye devam edecek.
Hz. Hüseyin ve ailesine Kerbela’da yapılan zulümler herkesin malumu.
Ben birkaç cümle ile başka bir yanından bahsedeceğim.
Kerbela şehitlerinin ikincisi Abdullah B. Umeyr’dir. Kûfe’ye gelir. Bi’ru’l-Abd mevkiinde bir ev alır ve ailece güzel bir hayat yaşamaya başlar. Bir gün Hz. Hüseyin’e karşı bir ordu toplandığını duyar ve “Allah’a yemin ederim ki müşriklere karşı cihat etmeyi çok istiyordum; Peygamber evladıyla savaşa giden bu topluluğa karşı savaşmanın sevabı, müşriklere karşı savaşmanın sevabından daha az olmasa gerek!” der ve hanımını da yanına alarak gece yola çıkar. Muharrem’in 7. gecesi Kerbela’ya varıp Hz. Hüseyin’in ordusuna katılır.
Abdullah B. Umeyr, çatışma başladığında ilk şehit olanlardandır. Eşi Ümmü Vahap şehit eşinin başına koşar. Eşinin yüzündeki kan ve toprağı temizlerken lanet olası Şimr’in emriyle Rüstem isimli bir köle elindeki topuzla kadının başına ağır bir darbe indirir. Ve Ümmü Vahap da eşinin yanı başında şehit olur.
Ahmet Cevdet Paşa bu olayı naklettikten bize bugünleri de işaret eden şu değerlendirmeyi yapar:
“Müşriklerin kadın ve çocuklarına bile saldırmak dinen yasaklanmış, aklen kötü görülmüş iken bir Müslüman kadın hakkında bu çirkin muamelenin yapılması mel’unun kalbinin ne kadar kararmış ve kızgınlıktan ne derece gözü dönmüş olduğuna yeterli bir delildir.”
Saltanat, devlet ve iktidar öyle korkunç bir tutku, öyle baş döndüren bir şehvettir ki bu girdaba kendini kaptıran biri karşısına değil peygamber torunu, peygamberin kendisi çıksa fark etmez. Fırsatını bulduğu an ezer geçer.
Zulüm Kerbela’da olanlarla bitmez. Ardından Yezit orduları, Medine’yi kuşatır. Çünkü halk “Yezîd’in kulu ve kölesi olarak” cümlesiyle Yezid’e biat etmemiştir. Vaktiyle Hendek savaşında müşriklerin saldırısını önlemek için açılan hendekler bu defa Müslüman olduğunu iddia eden Yezid ordusu için açılır. Ordunun içinde 500 Rum askerinin de olduğu söylenir.
Şehir halkı düzenli orduya karşı koyamaz. Yezid, Medine’yi “mubah” ilan eder. Medine üç gün talan edilir. Her taraf yağmalanır. O tarihte hayatta olan Enes b. Mâlik’in rivayetine göre içinde hafızların da olduğu 300 sahâbî şehit edilir. Halkın mal ve mülkü gasp edilir. Meşhur sahabi Ebû Saîd el-Hudrî’nin evinde yağmalanacak eşya bulamayan Yezit askerleri öfkeden sakalını yolarlar. O gün Mescid-i Nebevî’de namaz kılınmaz. Hatta pek çok tarihçinin doğruladığı yürek dağlayan tecavüz hadiseleri yaşanır. Bir yıl sonra doğan çocuklara “Evlâdü’l-Harre”denir.
Ertesi gün Yezid’in komutanı Müslim b. Ukbe, Kuba’da Medineliler’den “Yezîd’in kulu ve kölesi olarak” sözüyle biat alır. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer zamanında olduğu gibi, “Allah’ın kitabı ve nebîsinin sünneti üzerine biat ederim” demekte ısrar eden sahabiler ise şehit edilir.
Zulüm yine bitmez. Yezid orduları Mekke’yi kuşatır. Şehir iki ay mancınıklarla dövülür. Kâbe yıkılmaya yüz tutar, tahrip olur. Kuşatma Yezid’in ölüm haberi gelene kadar sürer. Yezid gider sonraki yıllarda Haccac-ı Zâlim gelir. Müslümanlar en büyük zulmü “Müslüman görünümlü” Yezidlerden görür. Her denaet Müslüman kisvesiyle yapılır. Haccac’ın Kur’an rahat okunsun diye “hareke” koydurmada payı olduğu söylenir. Yezid’in ise iyi aşir okuduğu anlatılır.
KERBELA’NIN SÖZCÜK ANLAMI
Kerbela ve sonrası o kadar elim hadiseler yaşanır ki insanlar arasında “İslamiyet doğduğu topraklara gömüldü” cümlesinin konuşulduğu kitaplara geçer. Ortalığı saran fitneler, toz ve dumana bakan için manzara buydu. Ufukta ümit va’deden hiçbir şey yoktu.
“Her yer Kerbela, her gün aşure” sözü o zamandan kalma.
Ümit bağlanacak tek şey mazlumların günlündeki iman ve Allah’a teveccühtü.
Tarih boyunca “veraseti nübüvveti” temsil edenler yani hayatlarını iyi ve doğrunun yayılmasına adayanlar hep Kerbelalarla karşılaştı. Kerbela hikmet barındıran bir kelime. Belki de önemli bir anlam tevafuku. “Buğdayı ayıklamak ve temizlemek” anlamına gelen “kerbele” kökünden geliyor. Olayın kaderi yönü de bu anlamı teyid ediyor.
Kerbela’nın hikmetini Hz. Bediüzzaman şöyle izah ediyor:
“Saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet etmişler.
İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envâr-ı Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.”
Hz. Bediüzzaman’a göre asıl zulüm ve zulümat maddi olan değil, “mânevî” olandır. Saltanat ve devlet “hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti” unutturur. Siz birer Hz. Hüseyin olarak, en safi niyetle bile yola çıksanız saltanat buna izin vermez.
Bediüzzaman Hazretleri devletin çürütme tehlikesini şöyle ifade eder:
“Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın.”
Bir insan böyle değilse aldanır ve çürür.
Kader, Ehli Beyti saltanat ve devletten sakındırdı. “Veraseti nübüvveti” temsil edenler, sebepler açısından Yezidler eliyle devletten uzak tutuldu. Böylece o günün yüzlerce, binlerce pırıl pırıl insanı “Kerbela” ile devletin çürütücülüğünden, gücün zehirlemesinden korundu. Halife olmak, Şam’a, Halep’e, Kûfe’ye vali olmak, kadı olmak, vergi tahsildarı olmak gibi “vazife-i asliye”den olmayan riskli işler yerine ilim ve irfana sarıldılar. İnsani kemalât yollarına sülûk ettiler.
Böylece Cafer-i Sadık’lar, Muhammedü’l-Hanefiyye’ler, Zeynelabidin’ler, İmam Zeyd’ler cebri olarak Saray’a intisaptan korunmuş oldu.
Kerbela’nin bir diğer anlam tevafuku “ayakların yumuşak zemine batması”dır.
Neşri hak için yola çıkanlar için devlet ve saltanat, çamurda boğulmaktan öte bir anlam ifade etmez.
“İslam’ın altın çağı” devletle, iktidarla ufkunu kirletmemiş kutup yıldızı mahiyetindeki bu insanlarla gerçekleşti.
Ebû Hanife, Esved, Alkame, Süfyan-ı Sevrî, Mesruk, Hasan Basrî, İbrahim Edhem ve Bişr-i Hafî’ler;
Câbir b.Hayyan, Hârizmi, Kindi, El Câhiz, Zehrâvî ve İbni Sinalar;
Farabi, İbn Miskeveyh, İbn-i Rüşd’ler ve daha niceleri bu iklimde yetişen erişilmez dimağlarıdır.
O günkü Kerbela’dan bugüne geldiğimizde farklı bir şey görmüyoruz.
Veraseti nübüvveti temsil eden kutlu bir nesil için Kader; Kerbela’nın “buğdayı ayıklamak ve temizlemek” anlamıyla tecelli etti.
O günden daha külli bir Kerbela yaşandı ve hala yaşanıyor.
Kader geleceği örgüleyeceği bahar tohumları için saltanat ve iktidardan uzak bir mevsimi benzer bir ağır ikazla takdir etti.
Geriye Kerbela’nın bu hikmetinden ders alıp yola koyulmak kalıyor.
Kaynak: Tr724