Analiz / Doç. Dr. Osman TEK
Sırrı Süreyya Önder yoğun bakımda yaşam mücadelesi verirken, onu yalnızca bir siyasetçi olarak değil, aynı zamanda bu toprakların edebiyatla, mizahla, kültürle yoğrulmuş bir sesi olarak hatırlamak; insana dair bir sorumluluk gibi duruyor. İzlediğimiz her meclis konuşması, katıldığı her tartışma, sarkastik ama derinlikli bir dokunuşla geçmişin, bugünün ve geleceğin nabzını tutuyor. Bir entelektüelin politik arenadaki duruşu, bazen tek bir cümleyle büyük yapıları sarsabiliyor. Nitekim Meclis Başkanvekili olarak İYİ Partili Dervişoğlu’na verdiği o edebiyat dersi, yalnızca bir hatırlatma değil, aynı zamanda siyasetin seviyesini, dilini ve ruhunu işaret eden sembolik bir çıkıştı.
Dervişoğlu’nun ağzından dökülen sözcüklerin kendi iddiasıyla çelişen bir yabancılığa sahip olduğunu, kırıp dökmeden ama okkalı bir zarafetle yüzüne vurdu. Bu tarz, sadece bir üslup meselesi değil, aynı zamanda bir bilinç göstergesiydi. Sırrı Süreyya, cezaevinde geçen dokuz yılını, birilerinin dört duvarla çevrili üniversite kampüslerinde başaramadığını başararak geçirmişti: düşünerek, okuyarak, yazı yazarak. Onun entelektüel damarı tam da bu yüzden sahiciydi, rafineydi ve halkın diline, tarihine, duygusuna yabancı değildi.
Meclis konuşmalarından birinde, AKP ile kendi partisi arasındaki farkı açıklarken, “Sizinle bizim aramızdaki fark arabesk ile türkü arasındaki fark gibi” diyordu. Bu cümle, tek başına bir siyasi eleştiri değil; aynı zamanda Türkiye siyasetinin son yirmi yılda içine düştüğü estetik, etik ve zihinsel çözülmenin özetiydi. Türkü; aidiyeti, toplumsal hafızayı ve kültürel derinliği çağrıştırırken, arabesk; bireysel bunalımı, kuralsızlığı ve ölçüsüz duygulanımı temsil ediyor. Erdoğan’ın sıkça kullandığı “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısına gönderme yaparak yaptığı bu karşılaştırma, Türkiye’de siyasetin arabeskleşmesini deşifre ediyordu. Çünkü arabesk, burada yalnızca bir müzik türü değil, bir zihniyet biçimidir.
Erdoğan, bu şarkıyı siyasi bir simgeye dönüştürdü. Oysa sözleri tensel bir aşkı dile getiriyordu; iki âşığın aynı yolda yürümesi, yağmurda ıslanması… Fakat Erdoğan bu tensel ilişkiyi, “bir dava uğruna beraber yürümek” gibi ideolojik bir çerçeveye soktu. Bu manipülasyon çok güçlü bir kitlesel psikoloji yarattı. Halk, bu metaforun sunduğu duyguya kapıldı; sağanak yağmurda ıslanmanın verdiği ortak acı, bir bağ kurdu Erdoğan’la. Herkes ıslandı çünkü herkes acı çekiyordu. Ancak kimse fark etmedi: Şarkının makamı değişmişti.
Başlangıçta Avrupa Birliği müktesebatına, birinci sınıf demokrasiye sahip çıkmak için yola çıkılmıştı. Makam “demokrasi”ydi. Ama zamanla bu makam ağır ağır “faşizm”e dönüştü. Şarkının melodisi aynı kaldı, sözler tekrarlandı, ancak duygu değişti. Aynı sözleri söylerken, artık bambaşka bir dünya anlatılıyordu. Bu, arabesk siyasetin en tehlikeli yanıydı: Görünürde halkla aynı dili konuşmak ama aslında o dili başka bir anlamla doldurmak.
Arabesk siyasetin temel özelliği budur: Kuralsızdır, ölçüsüzdür, duygu yüklüdür. Sanat müziği gibi belirli bir makama, ölçüye, usule bağlı kalmaz. İniş çıkışları tahmin edilemezdir. Demokrasi gibi sistematik, ilkelere dayalı, hesap verebilir bir yapı bu zihniyetle yan yana duramaz. Çünkü arabesk zihniyet, “duyduğum gibi konuşurum, hissettiğim gibi davranırım” der. Bu da demokrasiyi değil; keyfiliği, otoriterliği ve zamanla tek adamcılığı doğurur. Sırrı Süreyya Önder’in bu ayrımı türküler ve arabesk üzerinden yapması, sadece estetik bir tercih değil; aynı zamanda tarihsel ve siyasal bir eleştiridir.
Ancak ne yazık ki Önder’in bu hakikati halkın geniş kesimlerine kavratma çabası da sınırlı kaldı. Çünkü bu topraklarda devlet kavramı hâlâ kutsal, hâlâ sorgulanamaz bir yerde duruyor. Devletin gırtlağına kadar kana bulaşması, halkın gözünde hiçbir anlam ifade etmiyor.
İşte bu yüzden Erdoğan’ın siyaset tarzı, yalnızca bir otoriterleşme süreci değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşümdür. Siyasi bilincin arabeskleştirilmesi, halkın adaletsizliği değil duyguyu öncelemesini sağlar. Devletin adaletsizliğini görmez, ama liderin gözyaşına ağlar. Yasayı sorgulamaz, ama şarkıyı ezbere bilir. Bu yüzden arabesk siyasetin bir demokrasi üretmesi mümkün değildir; çünkü sistematik değil, sezgiseldir. Rasyonel değil, duygusaldır. Kurumsal değil, kişiseldir.
Sırrı Süreyya Önder’in durduğu yer tam da burasıdır. O, bu toprakların türküsünü bilir; acısını, isyanını, ama aynı zamanda direnişini okur. Onun siyaseti, makamlıdır. Hem bireysel hem toplumsal bilinçle yoğrulmuştur. Bu yüzden zariftir, ama sarsıcıdır. Mizahı, aslında çok ciddi bir eleştiri aracıdır. Erdoğan’ın arabesk siyasetiyle arasındaki fark; yalnızca bir şarkı farkı değil, bir dünya görüşü farkıdır. Birisi hakikati estetize ederken, diğeri estetiği araçsallaştırarak hakikati karartır.
Arabesk siyasetin bizi getirdiği yer ortadadır. Bir yandan liderin sesiyle büyülenmiş, diğer yandan sistematik adaletsizliklere maruz kalmış bir toplum… Siyasetle müzik arasında bağ kurmak, bazen en iyi eleştiri biçimidir. Çünkü bir milletin ne dinlediği, nasıl yönetildiğini de anlatır.
KHK’lılara yapılan zulmü ifade ettiği meclis konuşması hala kulaklarımda. İktidarı vicdanlı olmaya davet eden bu konuşma ne yazık ki değerlerini arabesk siyasete kurban eden AKP’li idareciler tarafından hiç dikkate alınmadı.
Sırrı Süreyya Önder, bu yüzden kıymetlidir.