Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Güneş, Floransa’nın dar sokaklarına vururken, şehrin kalabalık pazarında çığlıklar yankılanıyordu. İnsanlar açlık çekiyor, devlet adamları taht oyunları oynuyor, komşu devletler işgal planları yapıyordu. İşte tam bu atmosferde, 1469 yılında, bir çocuk doğdu: Niccolò Machiavelli.
O çocuk büyüdüğünde, şehirleri yöneten prensler tahta çıkıyor, devriliyor, ihanete uğruyor, bazıları kılıçla, bazıları ise entrikalarla kazanıyordu. Machiavelli tüm bunları izledi. Ve sonunda şu sonuca vardı: “Bu işin içinde ahlak yok. Siyaset, hayatta kalma mücadelesidir.”
Batı dünyası bu fikri aldı, benimsedi, geliştirdi. Reelpolitik, güç dengesi teorileri, uluslararası diplomasi hep bu anlayışın bir parçası oldu. Bugün Batı’nın güçlü devletleri, Machiavelli’nin kitaplarında anlattığı şekilde siyaset yapıyor: Güçlü olanın haklı olduğu bir dünya kurarak.
Makyavelli’nin “Prens” adlı eseri, Batı siyasetinde pragmatizmin ve güç odaklı yönetimin temel taşlarından biri oldu. Devlet adamları için bir rehber olarak okundu ve siyasi düşüncenin önemli kaynaklarından biri haline geldi. Richelieu’dan Bismarck’a, Churchill’den Kissinger’a kadar birçok siyasi lider, bu fikirlerden etkilendi.
Özellikle realpolitik olarak adlandırılan anlayış, doğrudan Makyavelli’den esinlenmiştir. Bu anlayışa göre, devletin devamlılığı ve gücü her şeyden önemli olup, ahlaki kaygılar ikinci planda kalmalıdır. Bu nedenle çıkarcılık, manipülasyon, güç kullanımı ve aldatma gibi unsurlar meşru kabul edilebilir.
Bugün ABD’nin ve diğer büyük devletlerin dış politikalarını incelediğimizde, Makyavelist unsurların hâkim olduğunu görmek mümkündür. Güçlü devletler, stratejik hamlelerle nüfuzlarını artırmak, ekonomik veya askeri baskılarla rakiplerini sindirmek ve gerektiğinde dost görünen ülkeleri bile arkadan vurmak konusunda oldukça beceriklidir.
Ancak İslam dünyasında işler farklı yürüdü. Adalet, ahlak, erdem gibi kavramlar siyasetin temel taşları olmaya devam etti. İslam düşünürleri de siyaset üzerine yazılar yazdı ama Machiavelli gibi “ahlakı bir kenara bırakmayı” savunmadılar. Örneğin:
• İbn Haldun, devletin yükseliş ve çöküş döngüsünü açıklarken ahlakı da hesaba katıyordu. Ona göre devletin çöküş sürecinde yozlaşma ve adaletsizlik en büyük etkenlerden biriydi.
• Gazali, hükümdarın toplumuna karşı bir sorumluluğu olduğunu ve iktidarın bir emanet olduğunu vurguluyordu.
• Farabi, “erdemli devlet” kavramını geliştirerek, devlet yöneticisinin sadece güçlü değil, aynı zamanda adil ve bilge olması gerektiğini öne sürüyordu.
Batı, siyaseti Makyavelist bir şekilde kurgularken, İslam dünyası ahlaki prensiplere dayalı bir yönetim anlayışını öne çıkarmaya çalıştı. Ne kadar başarılı oldu tartışılır.
Makyavelli’nin fikirleri elbette çarpıcıdır. Ancak şu noktada sorgulanmalıdır: Gerçekten de iktidarı korumanın tek yolu ahlaksızlık mıdır?
Makyavelli’ye göre bir lider:
• Gerekirse yalan söylemeli,
• İnsanları manipüle etmeli,
• Korku salarak iktidarını pekiştirmeli,
• Rakiplerini saf dışı bırakmalı,
• Ahlaklı görünmeli ama gerektiğinde ahlaksızca hareket etmeli.
Ancak tarih, yalnızca ahlaksız olan yöneticilerin değil, halkın güvenini kazanan liderlerin de başarılı olabileceğini göstermiştir. Örneğin:
• Ömer bin Abdülaziz, adalet ve dürüstlükle yönetmiş ve kısa sürede halkının sevgisini kazanmıştır.
Gandhi gibi liderler, Makyavelist yöntemler kullanmadan da halk desteğiyle güçlü liderler olmuşlardır.
İskandinav ülkelerinde etik değerlere bağlı demokrasi anlayışı, istikrarlı yönetimler üretmiştir.
Bu örnekler, Makyavelli’nin “iktidar için ahlakı feda etmek gerekir” düşüncesinin mutlak bir gerçeklik olmadığını gösteriyor. Bazen adalet, şeffaflık ve halk desteği de güçlü bir iktidar oluşturabilir.
Yakın Batı siyasetinde Makyavelizm, devlet yönetiminin temel taşlarından biri haline gelmişken, İslam dünyasında ne yazık ki ahlaki ve dini değerlere dayalı bir siyaset anlayışının egemen olduğunu söylemek de gerçekçi değil. Günümüzde İslam dünyası, Batı karşısında geride kalmış görünüyor.
Bunun sebebi ne? Gerçekten de Makyavelist yöntemler mi daha başarılı? Yoksa İslam dünyasının siyaseti yozlaşmış, üretkenliğini kaybetmiş olması mı?
Belki de mesele, sadece ahlaki olup olmamakla ilgili değil, güçlü bir vizyon oluşturup oluşturmamakla ilgilidir.
Siyasette sadece ahlaklı olmak yetmez, ama sadece ahlaksız olmak da yetmez. Gerçek liderlik, adaleti ve gücü dengeleyebilmektir. Bir şeyi unutmamak gerekir: Gerçek liderlik, halkına zulmetmeden ve adil bir yönetim anlayışıyla da mümkündür.
Floransa’nın dar sokaklarında doğan bu fikirler, bugünün dünyasını şekillendirmeye devam ediyor. Peki biz, bu fikirlere karşı nasıl bir yol izlemeliyiz? Makyavelizme teslim mi olacağız, yoksa ahlak ile gücün dengesini mi kuracağız?