Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Romantiklerin dediği gibi, “Hiç kimse hiçbir yerden bakmaz.” Herkes hayata içine doğduğu kültürün penceresinden bakar. Bu, ilk anda pek çok kişiye abartılı bir ifade gibi görünebilir. “Ben evrensel bir insanım, dünya vatandaşıyım!” diyenler olacaktır. Ama düşünelim: Doğduğumuz, büyüdüğümüz toprakların değerlerini, alışkanlıklarını, kalıplarını ne kadar geride bırakabiliyoruz?
Bir kaplumbağa gibi, sırtımızda kültürel bir kabuk taşırız. Bu kabuk, ne kadar uzağa gidersek gidelim bizimle gelir. Asyalı bir arkadaşım vardı; genç yaşta Avrupa’ya göç etmiş, kısa sürede mesafeler kat etmiş bir yazar. Kendi başarı hikâyesiyle herkesi etkilemişti. Ama onun davranışlarını ve hayata bakışını incelediğimde, hâlâ bir Asyalı gibi düşündüğünü fark ettim. Avrupa’da yaşıyor ama bir Avrupalı gibi yaşamıyordu. Yine de şaşırmadım, çünkü kültür insanın içinde kök salar.
Hayat ve insan, matematik gibi net ve kesin değildir. İki her yerde iki olabilir. “İki, birden büyüktür, üçten küçüktür ve çift sayıdır” diye tarif ettiğimde kimse bu tanıma itiraz edemez. Ancak insanlar ve olaylar bu kadar basit bir şekilde tarif edilemez. Hermönetikçilerin dediği gibi: “Doğa olayları açıklanır, insan davranışları anlaşılır.” Gerçekten de insanların davranışlarını yalnızca anlamaya çalışabilirsiniz; onları kesinlikle formüle edemezsiniz.
Bir gün Norveç’te ticari bir taksiye bindim. Şoför tek kelime etmedi. Yol boyunca sessizce sürdü. Ne kim olduğumu sordu, ne de maaşımla ilgilendi. O an aklıma geldi: Eğer bu yolculuğu İstanbul’da yapıyor olsaydım, durum tamamen farklı olurdu. Orada insanlar birbirlerinin hayat hikâyelerini öğrenmeye bayılır. Sizi görür görmez “Nerelisin? Neden buradasın? İşin ne? Maaşlar nasıl?” gibi sorular arka arkaya gelir. Bu durum Norveçlilere ürkütücü ve gereksiz gelebilir, ama Türkler için bu, insan ilişkilerinin doğasında vardır.
Bu farkları düşündüğümüzde, Romantiklerin “Kültür bireyi şekillendirir” söylemi, daha anlamlı hale geliyor. İnsan, doğduğu kültürün mühürlediği bir varlık. Fıkra bu ya, birisi Nasreddin Hoca’ya “Hocam, dünya kaç köşe?” diye sormuş. Hoca şöyle cevap vermiş: “Nereden baktığına bağlı!” İşte tam da bu: Baktığınız pencere, dünyayı algılama biçiminizi değiştirir.
Bu kültürel pencerenin içinden baktığımızda, dünyanın her yerindeki üçgenlerin aynı olduğunu görebiliriz. Ama dünyanın her yerindeki Hasan ya da David aynı değildir. İnsanları anlamaya çalışırken kültürel bağlamı hesaba katmamak, bir romanı sadece kapağına bakarak anlamaya çalışmak gibidir.
Kültür, ruh haritamıza öyle bir mühür vurur ki, hayata onun penceresinden bakmaya mecbur oluruz. Ancak bu çemberi kırmak da mümkündür. İnsan, iradesini aktif hale getirdiğinde bu mühürle yüzleşebilir. Ama bu öyle herkesin başarabileceği bir şey değildir. Bir Çin atasözü der ki: “Bir dağın zirvesine tırmanmanın yolu, ilk adımı atmaktır.” Kültürel penceremizi sorgulamak, işte bu ilk adımdır.
Kültür, aynı zamanda bir güvenli alan sunar. Ama bu güvenli alan, bir noktada bizi sınırlayabilir. Farklı bir kültürü anlamaya çalışmak, insan olmanın derin anlamını kavramaya yardımcı olabilir. Hayat, sadece yaşamakla değil, anlamaya çalışmakla güzelleşir. Ve belki de en güzel sorulardan biri şudur: “Ben gerçekten kendi kültürel penceremden ne görüyorum?” Romantiklerin haklı olduğu bir şey var: Kültür, insanın sırtındaki görünmez bir kabuktur. Ama bazen o kabuğun ağırlığından kurtulmak ve dünyayı farklı bir gözle görmeyi de denemek gerekir. Ne dersiniz?