Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
İnsanlığın en büyük erdemlerinden biri, mazlumu anlamak ve ona destek olmaktır. “İnsanlığın kemali odur ki, mazluma dini, mezhebi, etnisitesi ve siyasi fikri sorulmaz.” Bu anlayış, insan onurunu merkeze alır ve zulmü, zalimi ya da mazlumun kimliğini tartışmak yerine, hakkaniyetin yanında yer almayı bir insanlık borcu olarak görür. Zira mazlumların hikayesi, bireysel ya da toplumsal farkları aşan evrensel bir çağrıdır: Adalet, hoşgörü ve özgürlüğün sesi olmak.
Tarihe baktığımızda, mazlumların yaşadığı zulümler sadece bireysel trajediler değildir; bunlar aynı zamanda insanlık vicdanına ışık tutan olaylardır. Spinoza’nın kanlı pardösüsü, sadece bir giysi değil, düşünce özgürlüğünün sembolü olarak tarihe geçmiştir. Zulmün sessiz tanıkları olan bu eşyalar, zamanla basit bir nesne olmaktan çıkıp erdemi haykıran simgeler haline gelir. Spinoza’nın pardösüsü, Hz. Ali’nin yasını kalplerinde taşıyan müminlerin hatıraları gibi, mazlumların direnişini ve hakikati saklı tutar.
Mazlumun bu evrensel çağrısı, yalnızca bir dine, bir millete ya da bir topluma ait değildir. Doğu’da Hallaç-ı Mansur’un idam sehpasında yankılanan feryadı, Batı’da kazıklara bağlanarak diri diri yakılan İspanyol hekim Michael Servetus’un sessiz çığlığıyla aynı çizgidedir. Halep zindanlarında aç bırakılıp öldürülen Şehabeddin Sühreverdi’nin hikayesi, tıpkı Spinoza gibi, erdemsiz toplumların garipleri olarak yaşamış insanların mücadelesinin bir parçasıdır. Bu garipler, zulme ve istibdata karşı hakikatin, adaletin ve özgürlüğün savunucusu olmuşlardır.
Bu noktada, İslam düşünürlerinden Farabi’nin tasnifi dikkat çekicidir. Farabi, toplumları “erdemli” ve “erdemsiz” olarak ikiye ayırır. Erdemsiz toplumlarda, yalnızca kendi çıkarlarını düşünen, hakikati ters yüz eden bireyler topluluğunu “Nevabit” olarak adlandırır. Nevabitler, ahlaki ve insani değerleri hiçe sayarak sadece güce tapan, çıkarları için her yolu mubah gören bireylerden oluşur. Ancak bu toplumlarda bir de erdemli insanlar vardır ki Farabi onlara “Garipler” der. Garipler, adaletin, hoşgörünün ve hakikatin peşinden giden, bu uğurda zulme maruz kalmayı göze alan onurlu insanlardır. Farabi’nin bu sınıflandırması, Hz. Muhammed’in (sas) “Din garip olarak başlamıştır, garip olarak son bulacaktır. Gariplere müjdeler olsun” hadisinde geçen “garip” kavramına farklı bir yorum getirir.
Gariplerin mücadelesi, yalnızca bir devrin meselesi değil, insanlığın varoluş mücadelesidir. Bu mücadele, özünde Nevabitlerle Garipler arasındaki çatışmadır. Nevabitlerin temsil ettiği istibdat, düşünceyi boğmak, insanı şeyleştirmek ve toplumları susturmak ister. Spinoza’yı bıçaklayan ergenin cahil cesareti ya da mazlumların düşmanlaştırılması, bu zihniyetin somut örnekleridir. Nevabit zihniyeti için insan, bir “şey”den ibarettir; öldürülmesi, bir miktar çimentonun israfı kadar sıradan ve önemsizdir.
Ancak tarih boyunca bu karanlık zihniyetin (Nevabit) karşısında direnen Garipler, hakikati savunmuş ve insanlık onurunu ayakta tutmuşlardır. Goethe’nin Spinoza hakkında söylediği “Ne zaman ruhum karanlığa düşse, onu okuyarak karanlıktan çıkarım” sözleri, mazlumların ve onların düşüncelerinin insanlık üzerindeki derin etkisini anlatır. Spinoza’ya atfedilen bu onur, zalimlerin gücünün geçici olduğunu, ancak hakikatin sonsuz bir ışık gibi insanlığın yolunu aydınlatacağını bir kez daha kanıtlar.
Sonuç olarak, insanlık tarihinin özünde, Gariplerle Nevabitlerin mücadelesi vardır. Erdemin kazanması için, dünyanın her yerindeki mazlumlar el ele vermeli ve doğruluğun, hoşgörünün ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünya kurmalıdır. Çünkü hakikatin bir gün kendini göstermek gibi değişmez bir huyu vardır. Gariplerin öyküsü bize, insanlığın kemalinin mazlumdan yana olmaktan geçtiğini öğretir. Mazlumun dini, mezhebi, etnisitesi ya da siyasi görüşü sorgulanmaz; zulme karşı çıkmak insanlık onurunun gereğidir. Ve bu mücadele, karanlığı aydınlatan sonsuz bir ışık gibi, insanlığın vicdanında hep var olacaktır.