“Ne biliyor musunuz suçu Selahattin’in? Soy adının GÜLEN olması. Fethullah Gülen’in tabir-i diğerle Hocaefendi’nin erkek kardeşinin oğlu olması sebebiyle aynı soyadı taşıması. Hepsi bu”
Psikologlar nasıl tanımlar, o tanımın içini nasıl doldururlar inanın bilmiyorum ama çaresizlik bu olsa gerektir diye düşündüm ilk okuduğumda. Bir ayı aşkın kendisinden haber alınamayan Selahattin’in akrabaları resmi devlet ajansının yaptığı haberle Türkiye’ye kaçırıldığını bilgisini alınca seviniyor ve rahatlıyorlar. Kısa haber görüntüsünde simasını görünce ne kadar yorgun, bitkin ve uykusuz olduğu her halinden belli olsa da yüzünde işkence görüntüsüne rastlamayınca sevinçlerine sevinç katılıyor.
Nedir bu Allah aşkına! Nedir suçu Selahattin’in? Neden haydut devletin uzun kolları ta Kenya’ya kadar gitmiş ve onu kaçırıp gelmişler? Evet, suçu büyük onun. Başka hiçbir suçu olmasa, sadece bu suçu ona yeter. Hatta değil Kenya’dan kaçırılıp getirilmeye yerin yedi kat tabakasından alıp getirmeye değer! Ne biliyor musunuz suçu Selahattin’in? Soy adının GÜLEN olması. Fethullah Gülen’in tabir-i diğerle Hocaefendi’nin erkek kardeşinin oğlu olması sebebiyle aynı soyadı taşıması. Hepsi bu.
Yetmez mi diyebilirsiniz? Zulmü yapanların, zulmü alkışlayanların ve güç karşısında secdeye kapanıp zulme sessiz kalanların ülkesi Türkiye’de şu anda böyle düşünüldüğünden eminim. Yetmez mi diyorlardır içten içe. Bıyık altından gülüyorlardır belki de. Medyaya yansıyan haberlerde, köşe yazılarında ve sosyal medyadaki yorumlara bakın bunu görürsünüz.
Madem açtık konuyu devam edeyim. Selahattin Gülen tek örnek değil. Artık bir Türkiye klasiği bu. 21. yüzyılda. Hukuk devletiyiz diyen adalet bakanının utanmadan, arlanmadan açıklama yaptığı AKP Türkiye’sinin klasiği bu tür insan kaçırmalar. Yüzlerce örnek var. Kaçırılan, işkence ile sorgulanan hatta öldürülen. Bu satırları yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda Kırgızistan’dan Orhan İnandı’nın kaçırıldığı haberini okudum. Yazık dedim içten içe. Karıncayı bile incitmeyen insanlara terörist damgasıyla hem de yurt dışında yapılan bu operasyonların kısa, orta ve uzun vadede ne ülkemize, ne dillerinden düşürmedikleri İslam’a, ne insanlığa zerre kadar katkısı olmadığı ve olmayacağı gibi zararı da oluyor ve olacak. Haydut devlet tanımının sınırlarını aşıp narko-terör devleti olarak adlandırılmaya başlandı ülkemiz yurt dışında mafya babası Sedat Peker’in TV dizisini andıran sıralı ifşaatlarından sonra. Yurt içinde zaten hırsızlarla katillerin koalisyonu bir devlet olduğu konusunda hemen herkes hemfikir.
Neyse ben konuma döneyim: Prensip olarak acıların yarıştırılmasına öteden bu yana karşıyım. Herkesin acısı biricik ve kendine has. KHK mağduru olup işini, aşını, mesleğini, dostlarını hepsinden önemlisi hayat neşesini ve gelecek beklentisini kaybedip dağda çobanlık, köyde çiftçilik yapan kişinin çektiği acı ile Meriç’in serin suları veya Diyarbakır Sur’da devletin zalim tankları altında çocuğunu yitiren annelerin çektiği acılar arasında bir fark yok benim için. Acı ve ıstıraplar mukayese yapılsa bunların yapmış olduğu tesir ve sonuçları açısından tabii ki seviye farkı vardır ve farklı değerlendirmelere konu olabilir. Ama ben olmaması gerektiğini düşünüyorum. “Bunlar acı mı? Biz neler neler çektik!” demenin muhatabın acısının hafife almak anlamını taşıdığına inanıyorum ve o yüzden acılar yarıştırılmamalı diyorum. Unutmayın böylesi davranışlara muhatap olan herkes aynı zalim devletin mazlumu, o devlet içindeki gaddar karar alıcı ve o kararları uygulayan “siyasetin köpeği” olan kişilerin mağdurları. Malum bu tabir bir hakaret değil, artık siyasi ve hukuki literatürümüzde yeri var. Çünkü Doğu Perinçek yaptığı benzetmede yargı mensupları için kullanmıştı bu “köpek” deyimini. “Yargı siyasetin köpeğidir” demişti.
Dün öğrendik resmi olarak AA’nın verdiği haberle Selahattin Gülen’in Kenya’dan MİT operasyonu ile kaçırılıp Türkiye’ye getirildiğini. Mafya babalarına gücü yetmeyen zalim devletin gariban bir öğretmene gücü yetmiş. Büyük bir başarı gibi sunuyorlar kamuoyuna zavallılıklarını. Acziyetlerini kapatmak için de ne yalanlar ne iftiralar atıyorlar o garibana. Allah’a yemin ederim, hepsi yalan, hepsi iftira. Çocukluğundan itibaren yakından tanırım Selahattin’i. Rahmetli babasını bilirim. Gözü yaşlı annesini tanırım. Kız-erkek bütün kardeşlerini de. Onun hakkında ortaya attıkları iddiaların hepsinin yalan ve iftira olduğuna imanım kadar eminim.
Umarım dünya hayatında adaletin tahakkuk ettiğini görürüz. Şimdi ona ve gencecik eşi başta ailesine bu zulümleri yapanların adil mahkemeler önünde hepsinin hesap verdiğine şahit oluruz. Selahattin ve onun gibi hapishanelerde ömürlerini tüketen binlerce masumun sağ salim ailesine, eşine, çocuğuna, evine, işine kavuştuğunu müşahede ederiz. Sebepler planında yapılması gerekli olan her şeyin yapma seferberliğinin sebebi de zaten budur. Bir de işin manevi boyutu var. Onun için de kavli dualarımız fiili dualarımıza eşlik etmelidir. Bu çalışmaların en kısa zamanda sonuç vermesi Rabbimizden tek dileğimizdir. Yeri gelmişken defalarca yaptığım bir duayı tekrar edeyim: mazlum, mağdur ve masumlara bu zulmü yapanlar da yaptıklarını ne bir eksik ne bir fazla ayniyle yaşamadan canlarını vermesin ve veremesinler.
Son söz olarak üzülmeyin diyeceğim ama çekiniyorum. Çünkü biliyorum ki ateş düştüğü yeri yakar. Başkaları empati duygusunun gelişmişliğine bağlı olarak o ateşte yanabilir ama unutmamalı o ateş en çok düştüğü yeri yakar. Buna rağmen diyeceğim Selahattin’in eşine, annesine, kardeşlerine, halasına, amcalarına, yeğenlerine; üzülmeyin. Üzüldüğünüz an o iki Türk bayrağı arasındaki Selahattin’in resmine bakın. Hatta onu çerçeveletip duvarlarınıza asın. Bir gurur nişanesi olmalı o sizin için. Hiçbir suçu olmadığı her halinden belli o dik duruşu ile iftihar edin. Hırsızların, katillerin, zalimlerin idare ettiği bir ülkede, eşkıyanın, mafyanın devletleştiği bir ülkede bu kadar. Teselliye ihtiyacınız yoktur ama teselli babında şunu söyleyeyim: Hocaefendi’nin yıllar önce dediği ve benim bir kitabıma isim olarak koyduğum gibi: “Bize de çekmek düştü!”
Ahmet Kurucan / Tr724
“Ne biliyor musunuz suçu Selahattin’in? Soy adının GÜLEN olması. Fethullah Gülen’in tabir-i diğerle Hocaefendi’nin erkek kardeşinin oğlu olması sebebiyle aynı soyadı taşıması. Hepsi bu”
Psikologlar nasıl tanımlar, o tanımın içini nasıl doldururlar inanın bilmiyorum ama çaresizlik bu olsa gerektir diye düşündüm ilk okuduğumda. Bir ayı aşkın kendisinden haber alınamayan Selahattin’in akrabaları resmi devlet ajansının yaptığı haberle Türkiye’ye kaçırıldığını bilgisini alınca seviniyor ve rahatlıyorlar. Kısa haber görüntüsünde simasını görünce ne kadar yorgun, bitkin ve uykusuz olduğu her halinden belli olsa da yüzünde işkence görüntüsüne rastlamayınca sevinçlerine sevinç katılıyor.
Nedir bu Allah aşkına! Nedir suçu Selahattin’in? Neden haydut devletin uzun kolları ta Kenya’ya kadar gitmiş ve onu kaçırıp gelmişler? Evet, suçu büyük onun. Başka hiçbir suçu olmasa, sadece bu suçu ona yeter. Hatta değil Kenya’dan kaçırılıp getirilmeye yerin yedi kat tabakasından alıp getirmeye değer! Ne biliyor musunuz suçu Selahattin’in? Soy adının GÜLEN olması. Fethullah Gülen’in tabir-i diğerle Hocaefendi’nin erkek kardeşinin oğlu olması sebebiyle aynı soyadı taşıması. Hepsi bu.
Yetmez mi diyebilirsiniz? Zulmü yapanların, zulmü alkışlayanların ve güç karşısında secdeye kapanıp zulme sessiz kalanların ülkesi Türkiye’de şu anda böyle düşünüldüğünden eminim. Yetmez mi diyorlardır içten içe. Bıyık altından gülüyorlardır belki de. Medyaya yansıyan haberlerde, köşe yazılarında ve sosyal medyadaki yorumlara bakın bunu görürsünüz.
Madem açtık konuyu devam edeyim. Selahattin Gülen tek örnek değil. Artık bir Türkiye klasiği bu. 21. yüzyılda. Hukuk devletiyiz diyen adalet bakanının utanmadan, arlanmadan açıklama yaptığı AKP Türkiye’sinin klasiği bu tür insan kaçırmalar. Yüzlerce örnek var. Kaçırılan, işkence ile sorgulanan hatta öldürülen. Bu satırları yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda Kırgızistan’dan Orhan İnandı’nın kaçırıldığı haberini okudum. Yazık dedim içten içe. Karıncayı bile incitmeyen insanlara terörist damgasıyla hem de yurt dışında yapılan bu operasyonların kısa, orta ve uzun vadede ne ülkemize, ne dillerinden düşürmedikleri İslam’a, ne insanlığa zerre kadar katkısı olmadığı ve olmayacağı gibi zararı da oluyor ve olacak. Haydut devlet tanımının sınırlarını aşıp narko-terör devleti olarak adlandırılmaya başlandı ülkemiz yurt dışında mafya babası Sedat Peker’in TV dizisini andıran sıralı ifşaatlarından sonra. Yurt içinde zaten hırsızlarla katillerin koalisyonu bir devlet olduğu konusunda hemen herkes hemfikir.
Neyse ben konuma döneyim: Prensip olarak acıların yarıştırılmasına öteden bu yana karşıyım. Herkesin acısı biricik ve kendine has. KHK mağduru olup işini, aşını, mesleğini, dostlarını hepsinden önemlisi hayat neşesini ve gelecek beklentisini kaybedip dağda çobanlık, köyde çiftçilik yapan kişinin çektiği acı ile Meriç’in serin suları veya Diyarbakır Sur’da devletin zalim tankları altında çocuğunu yitiren annelerin çektiği acılar arasında bir fark yok benim için. Acı ve ıstıraplar mukayese yapılsa bunların yapmış olduğu tesir ve sonuçları açısından tabii ki seviye farkı vardır ve farklı değerlendirmelere konu olabilir. Ama ben olmaması gerektiğini düşünüyorum. “Bunlar acı mı? Biz neler neler çektik!” demenin muhatabın acısının hafife almak anlamını taşıdığına inanıyorum ve o yüzden acılar yarıştırılmamalı diyorum. Unutmayın böylesi davranışlara muhatap olan herkes aynı zalim devletin mazlumu, o devlet içindeki gaddar karar alıcı ve o kararları uygulayan “siyasetin köpeği” olan kişilerin mağdurları. Malum bu tabir bir hakaret değil, artık siyasi ve hukuki literatürümüzde yeri var. Çünkü Doğu Perinçek yaptığı benzetmede yargı mensupları için kullanmıştı bu “köpek” deyimini. “Yargı siyasetin köpeğidir” demişti.
Dün öğrendik resmi olarak AA’nın verdiği haberle Selahattin Gülen’in Kenya’dan MİT operasyonu ile kaçırılıp Türkiye’ye getirildiğini. Mafya babalarına gücü yetmeyen zalim devletin gariban bir öğretmene gücü yetmiş. Büyük bir başarı gibi sunuyorlar kamuoyuna zavallılıklarını. Acziyetlerini kapatmak için de ne yalanlar ne iftiralar atıyorlar o garibana. Allah’a yemin ederim, hepsi yalan, hepsi iftira. Çocukluğundan itibaren yakından tanırım Selahattin’i. Rahmetli babasını bilirim. Gözü yaşlı annesini tanırım. Kız-erkek bütün kardeşlerini de. Onun hakkında ortaya attıkları iddiaların hepsinin yalan ve iftira olduğuna imanım kadar eminim.
Umarım dünya hayatında adaletin tahakkuk ettiğini görürüz. Şimdi ona ve gencecik eşi başta ailesine bu zulümleri yapanların adil mahkemeler önünde hepsinin hesap verdiğine şahit oluruz. Selahattin ve onun gibi hapishanelerde ömürlerini tüketen binlerce masumun sağ salim ailesine, eşine, çocuğuna, evine, işine kavuştuğunu müşahede ederiz. Sebepler planında yapılması gerekli olan her şeyin yapma seferberliğinin sebebi de zaten budur. Bir de işin manevi boyutu var. Onun için de kavli dualarımız fiili dualarımıza eşlik etmelidir. Bu çalışmaların en kısa zamanda sonuç vermesi Rabbimizden tek dileğimizdir. Yeri gelmişken defalarca yaptığım bir duayı tekrar edeyim: mazlum, mağdur ve masumlara bu zulmü yapanlar da yaptıklarını ne bir eksik ne bir fazla ayniyle yaşamadan canlarını vermesin ve veremesinler.
Son söz olarak üzülmeyin diyeceğim ama çekiniyorum. Çünkü biliyorum ki ateş düştüğü yeri yakar. Başkaları empati duygusunun gelişmişliğine bağlı olarak o ateşte yanabilir ama unutmamalı o ateş en çok düştüğü yeri yakar. Buna rağmen diyeceğim Selahattin’in eşine, annesine, kardeşlerine, halasına, amcalarına, yeğenlerine; üzülmeyin. Üzüldüğünüz an o iki Türk bayrağı arasındaki Selahattin’in resmine bakın. Hatta onu çerçeveletip duvarlarınıza asın. Bir gurur nişanesi olmalı o sizin için. Hiçbir suçu olmadığı her halinden belli o dik duruşu ile iftihar edin. Hırsızların, katillerin, zalimlerin idare ettiği bir ülkede, eşkıyanın, mafyanın devletleştiği bir ülkede bu kadar. Teselliye ihtiyacınız yoktur ama teselli babında şunu söyleyeyim: Hocaefendi’nin yıllar önce dediği ve benim bir kitabıma isim olarak koyduğum gibi: “Bize de çekmek düştü!”
Ahmet Kurucan / Tr724
“Ne biliyor musunuz suçu Selahattin’in? Soy adının GÜLEN olması. Fethullah Gülen’in tabir-i diğerle Hocaefendi’nin erkek kardeşinin oğlu olması sebebiyle aynı soyadı taşıması. Hepsi bu”
Psikologlar nasıl tanımlar, o tanımın içini nasıl doldururlar inanın bilmiyorum ama çaresizlik bu olsa gerektir diye düşündüm ilk okuduğumda. Bir ayı aşkın kendisinden haber alınamayan Selahattin’in akrabaları resmi devlet ajansının yaptığı haberle Türkiye’ye kaçırıldığını bilgisini alınca seviniyor ve rahatlıyorlar. Kısa haber görüntüsünde simasını görünce ne kadar yorgun, bitkin ve uykusuz olduğu her halinden belli olsa da yüzünde işkence görüntüsüne rastlamayınca sevinçlerine sevinç katılıyor.
Nedir bu Allah aşkına! Nedir suçu Selahattin’in? Neden haydut devletin uzun kolları ta Kenya’ya kadar gitmiş ve onu kaçırıp gelmişler? Evet, suçu büyük onun. Başka hiçbir suçu olmasa, sadece bu suçu ona yeter. Hatta değil Kenya’dan kaçırılıp getirilmeye yerin yedi kat tabakasından alıp getirmeye değer! Ne biliyor musunuz suçu Selahattin’in? Soy adının GÜLEN olması. Fethullah Gülen’in tabir-i diğerle Hocaefendi’nin erkek kardeşinin oğlu olması sebebiyle aynı soyadı taşıması. Hepsi bu.
Yetmez mi diyebilirsiniz? Zulmü yapanların, zulmü alkışlayanların ve güç karşısında secdeye kapanıp zulme sessiz kalanların ülkesi Türkiye’de şu anda böyle düşünüldüğünden eminim. Yetmez mi diyorlardır içten içe. Bıyık altından gülüyorlardır belki de. Medyaya yansıyan haberlerde, köşe yazılarında ve sosyal medyadaki yorumlara bakın bunu görürsünüz.
Madem açtık konuyu devam edeyim. Selahattin Gülen tek örnek değil. Artık bir Türkiye klasiği bu. 21. yüzyılda. Hukuk devletiyiz diyen adalet bakanının utanmadan, arlanmadan açıklama yaptığı AKP Türkiye’sinin klasiği bu tür insan kaçırmalar. Yüzlerce örnek var. Kaçırılan, işkence ile sorgulanan hatta öldürülen. Bu satırları yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda Kırgızistan’dan Orhan İnandı’nın kaçırıldığı haberini okudum. Yazık dedim içten içe. Karıncayı bile incitmeyen insanlara terörist damgasıyla hem de yurt dışında yapılan bu operasyonların kısa, orta ve uzun vadede ne ülkemize, ne dillerinden düşürmedikleri İslam’a, ne insanlığa zerre kadar katkısı olmadığı ve olmayacağı gibi zararı da oluyor ve olacak. Haydut devlet tanımının sınırlarını aşıp narko-terör devleti olarak adlandırılmaya başlandı ülkemiz yurt dışında mafya babası Sedat Peker’in TV dizisini andıran sıralı ifşaatlarından sonra. Yurt içinde zaten hırsızlarla katillerin koalisyonu bir devlet olduğu konusunda hemen herkes hemfikir.
Neyse ben konuma döneyim: Prensip olarak acıların yarıştırılmasına öteden bu yana karşıyım. Herkesin acısı biricik ve kendine has. KHK mağduru olup işini, aşını, mesleğini, dostlarını hepsinden önemlisi hayat neşesini ve gelecek beklentisini kaybedip dağda çobanlık, köyde çiftçilik yapan kişinin çektiği acı ile Meriç’in serin suları veya Diyarbakır Sur’da devletin zalim tankları altında çocuğunu yitiren annelerin çektiği acılar arasında bir fark yok benim için. Acı ve ıstıraplar mukayese yapılsa bunların yapmış olduğu tesir ve sonuçları açısından tabii ki seviye farkı vardır ve farklı değerlendirmelere konu olabilir. Ama ben olmaması gerektiğini düşünüyorum. “Bunlar acı mı? Biz neler neler çektik!” demenin muhatabın acısının hafife almak anlamını taşıdığına inanıyorum ve o yüzden acılar yarıştırılmamalı diyorum. Unutmayın böylesi davranışlara muhatap olan herkes aynı zalim devletin mazlumu, o devlet içindeki gaddar karar alıcı ve o kararları uygulayan “siyasetin köpeği” olan kişilerin mağdurları. Malum bu tabir bir hakaret değil, artık siyasi ve hukuki literatürümüzde yeri var. Çünkü Doğu Perinçek yaptığı benzetmede yargı mensupları için kullanmıştı bu “köpek” deyimini. “Yargı siyasetin köpeğidir” demişti.
Dün öğrendik resmi olarak AA’nın verdiği haberle Selahattin Gülen’in Kenya’dan MİT operasyonu ile kaçırılıp Türkiye’ye getirildiğini. Mafya babalarına gücü yetmeyen zalim devletin gariban bir öğretmene gücü yetmiş. Büyük bir başarı gibi sunuyorlar kamuoyuna zavallılıklarını. Acziyetlerini kapatmak için de ne yalanlar ne iftiralar atıyorlar o garibana. Allah’a yemin ederim, hepsi yalan, hepsi iftira. Çocukluğundan itibaren yakından tanırım Selahattin’i. Rahmetli babasını bilirim. Gözü yaşlı annesini tanırım. Kız-erkek bütün kardeşlerini de. Onun hakkında ortaya attıkları iddiaların hepsinin yalan ve iftira olduğuna imanım kadar eminim.
Umarım dünya hayatında adaletin tahakkuk ettiğini görürüz. Şimdi ona ve gencecik eşi başta ailesine bu zulümleri yapanların adil mahkemeler önünde hepsinin hesap verdiğine şahit oluruz. Selahattin ve onun gibi hapishanelerde ömürlerini tüketen binlerce masumun sağ salim ailesine, eşine, çocuğuna, evine, işine kavuştuğunu müşahede ederiz. Sebepler planında yapılması gerekli olan her şeyin yapma seferberliğinin sebebi de zaten budur. Bir de işin manevi boyutu var. Onun için de kavli dualarımız fiili dualarımıza eşlik etmelidir. Bu çalışmaların en kısa zamanda sonuç vermesi Rabbimizden tek dileğimizdir. Yeri gelmişken defalarca yaptığım bir duayı tekrar edeyim: mazlum, mağdur ve masumlara bu zulmü yapanlar da yaptıklarını ne bir eksik ne bir fazla ayniyle yaşamadan canlarını vermesin ve veremesinler.
Son söz olarak üzülmeyin diyeceğim ama çekiniyorum. Çünkü biliyorum ki ateş düştüğü yeri yakar. Başkaları empati duygusunun gelişmişliğine bağlı olarak o ateşte yanabilir ama unutmamalı o ateş en çok düştüğü yeri yakar. Buna rağmen diyeceğim Selahattin’in eşine, annesine, kardeşlerine, halasına, amcalarına, yeğenlerine; üzülmeyin. Üzüldüğünüz an o iki Türk bayrağı arasındaki Selahattin’in resmine bakın. Hatta onu çerçeveletip duvarlarınıza asın. Bir gurur nişanesi olmalı o sizin için. Hiçbir suçu olmadığı her halinden belli o dik duruşu ile iftihar edin. Hırsızların, katillerin, zalimlerin idare ettiği bir ülkede, eşkıyanın, mafyanın devletleştiği bir ülkede bu kadar. Teselliye ihtiyacınız yoktur ama teselli babında şunu söyleyeyim: Hocaefendi’nin yıllar önce dediği ve benim bir kitabıma isim olarak koyduğum gibi: “Bize de çekmek düştü!”
Ahmet Kurucan / Tr724
“Ne biliyor musunuz suçu Selahattin’in? Soy adının GÜLEN olması. Fethullah Gülen’in tabir-i diğerle Hocaefendi’nin erkek kardeşinin oğlu olması sebebiyle aynı soyadı taşıması. Hepsi bu”
Psikologlar nasıl tanımlar, o tanımın içini nasıl doldururlar inanın bilmiyorum ama çaresizlik bu olsa gerektir diye düşündüm ilk okuduğumda. Bir ayı aşkın kendisinden haber alınamayan Selahattin’in akrabaları resmi devlet ajansının yaptığı haberle Türkiye’ye kaçırıldığını bilgisini alınca seviniyor ve rahatlıyorlar. Kısa haber görüntüsünde simasını görünce ne kadar yorgun, bitkin ve uykusuz olduğu her halinden belli olsa da yüzünde işkence görüntüsüne rastlamayınca sevinçlerine sevinç katılıyor.
Nedir bu Allah aşkına! Nedir suçu Selahattin’in? Neden haydut devletin uzun kolları ta Kenya’ya kadar gitmiş ve onu kaçırıp gelmişler? Evet, suçu büyük onun. Başka hiçbir suçu olmasa, sadece bu suçu ona yeter. Hatta değil Kenya’dan kaçırılıp getirilmeye yerin yedi kat tabakasından alıp getirmeye değer! Ne biliyor musunuz suçu Selahattin’in? Soy adının GÜLEN olması. Fethullah Gülen’in tabir-i diğerle Hocaefendi’nin erkek kardeşinin oğlu olması sebebiyle aynı soyadı taşıması. Hepsi bu.
Yetmez mi diyebilirsiniz? Zulmü yapanların, zulmü alkışlayanların ve güç karşısında secdeye kapanıp zulme sessiz kalanların ülkesi Türkiye’de şu anda böyle düşünüldüğünden eminim. Yetmez mi diyorlardır içten içe. Bıyık altından gülüyorlardır belki de. Medyaya yansıyan haberlerde, köşe yazılarında ve sosyal medyadaki yorumlara bakın bunu görürsünüz.
Madem açtık konuyu devam edeyim. Selahattin Gülen tek örnek değil. Artık bir Türkiye klasiği bu. 21. yüzyılda. Hukuk devletiyiz diyen adalet bakanının utanmadan, arlanmadan açıklama yaptığı AKP Türkiye’sinin klasiği bu tür insan kaçırmalar. Yüzlerce örnek var. Kaçırılan, işkence ile sorgulanan hatta öldürülen. Bu satırları yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda Kırgızistan’dan Orhan İnandı’nın kaçırıldığı haberini okudum. Yazık dedim içten içe. Karıncayı bile incitmeyen insanlara terörist damgasıyla hem de yurt dışında yapılan bu operasyonların kısa, orta ve uzun vadede ne ülkemize, ne dillerinden düşürmedikleri İslam’a, ne insanlığa zerre kadar katkısı olmadığı ve olmayacağı gibi zararı da oluyor ve olacak. Haydut devlet tanımının sınırlarını aşıp narko-terör devleti olarak adlandırılmaya başlandı ülkemiz yurt dışında mafya babası Sedat Peker’in TV dizisini andıran sıralı ifşaatlarından sonra. Yurt içinde zaten hırsızlarla katillerin koalisyonu bir devlet olduğu konusunda hemen herkes hemfikir.
Neyse ben konuma döneyim: Prensip olarak acıların yarıştırılmasına öteden bu yana karşıyım. Herkesin acısı biricik ve kendine has. KHK mağduru olup işini, aşını, mesleğini, dostlarını hepsinden önemlisi hayat neşesini ve gelecek beklentisini kaybedip dağda çobanlık, köyde çiftçilik yapan kişinin çektiği acı ile Meriç’in serin suları veya Diyarbakır Sur’da devletin zalim tankları altında çocuğunu yitiren annelerin çektiği acılar arasında bir fark yok benim için. Acı ve ıstıraplar mukayese yapılsa bunların yapmış olduğu tesir ve sonuçları açısından tabii ki seviye farkı vardır ve farklı değerlendirmelere konu olabilir. Ama ben olmaması gerektiğini düşünüyorum. “Bunlar acı mı? Biz neler neler çektik!” demenin muhatabın acısının hafife almak anlamını taşıdığına inanıyorum ve o yüzden acılar yarıştırılmamalı diyorum. Unutmayın böylesi davranışlara muhatap olan herkes aynı zalim devletin mazlumu, o devlet içindeki gaddar karar alıcı ve o kararları uygulayan “siyasetin köpeği” olan kişilerin mağdurları. Malum bu tabir bir hakaret değil, artık siyasi ve hukuki literatürümüzde yeri var. Çünkü Doğu Perinçek yaptığı benzetmede yargı mensupları için kullanmıştı bu “köpek” deyimini. “Yargı siyasetin köpeğidir” demişti.
Dün öğrendik resmi olarak AA’nın verdiği haberle Selahattin Gülen’in Kenya’dan MİT operasyonu ile kaçırılıp Türkiye’ye getirildiğini. Mafya babalarına gücü yetmeyen zalim devletin gariban bir öğretmene gücü yetmiş. Büyük bir başarı gibi sunuyorlar kamuoyuna zavallılıklarını. Acziyetlerini kapatmak için de ne yalanlar ne iftiralar atıyorlar o garibana. Allah’a yemin ederim, hepsi yalan, hepsi iftira. Çocukluğundan itibaren yakından tanırım Selahattin’i. Rahmetli babasını bilirim. Gözü yaşlı annesini tanırım. Kız-erkek bütün kardeşlerini de. Onun hakkında ortaya attıkları iddiaların hepsinin yalan ve iftira olduğuna imanım kadar eminim.
Umarım dünya hayatında adaletin tahakkuk ettiğini görürüz. Şimdi ona ve gencecik eşi başta ailesine bu zulümleri yapanların adil mahkemeler önünde hepsinin hesap verdiğine şahit oluruz. Selahattin ve onun gibi hapishanelerde ömürlerini tüketen binlerce masumun sağ salim ailesine, eşine, çocuğuna, evine, işine kavuştuğunu müşahede ederiz. Sebepler planında yapılması gerekli olan her şeyin yapma seferberliğinin sebebi de zaten budur. Bir de işin manevi boyutu var. Onun için de kavli dualarımız fiili dualarımıza eşlik etmelidir. Bu çalışmaların en kısa zamanda sonuç vermesi Rabbimizden tek dileğimizdir. Yeri gelmişken defalarca yaptığım bir duayı tekrar edeyim: mazlum, mağdur ve masumlara bu zulmü yapanlar da yaptıklarını ne bir eksik ne bir fazla ayniyle yaşamadan canlarını vermesin ve veremesinler.
Son söz olarak üzülmeyin diyeceğim ama çekiniyorum. Çünkü biliyorum ki ateş düştüğü yeri yakar. Başkaları empati duygusunun gelişmişliğine bağlı olarak o ateşte yanabilir ama unutmamalı o ateş en çok düştüğü yeri yakar. Buna rağmen diyeceğim Selahattin’in eşine, annesine, kardeşlerine, halasına, amcalarına, yeğenlerine; üzülmeyin. Üzüldüğünüz an o iki Türk bayrağı arasındaki Selahattin’in resmine bakın. Hatta onu çerçeveletip duvarlarınıza asın. Bir gurur nişanesi olmalı o sizin için. Hiçbir suçu olmadığı her halinden belli o dik duruşu ile iftihar edin. Hırsızların, katillerin, zalimlerin idare ettiği bir ülkede, eşkıyanın, mafyanın devletleştiği bir ülkede bu kadar. Teselliye ihtiyacınız yoktur ama teselli babında şunu söyleyeyim: Hocaefendi’nin yıllar önce dediği ve benim bir kitabıma isim olarak koyduğum gibi: “Bize de çekmek düştü!”
Ahmet Kurucan / Tr724