Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Aydınlanma dönemi, gerçekten de dünyanın çehresini değiştirdi. Bir yandan bilimsel keşifler, diğer yandan Katolik Kilisesi’nin sınırlayıcı duvarlarının yıkılması ve laik/seküler anlayışların gelişmesi, bu değişimin katalizörü oldu. Bu dönemin epistemolojik açıdan en öne çıkan özelliği, aklın kutsallaştırılması ve bu kutsallığın deney ve gözlemle sınırlandırılması olarak ifade edilebilir.
Aklın tüm ön kabulleri paranteze alması gerektiği, ancak bunun deney ve gözlemle sınırlı kalacağı fikri ön plandaydı. Deney ve gözlem dışında aklın elde ettiği tüm veriler değersiz sayıldı. Bu yaklaşımı benimseyen aydınlanma rüzgârına karşı, zamanla itirazlar yükselmeye başladı. Aydınlanmacı pozitivist yaklaşımlar, doğa ile sosyal hayatı neredeyse özdeş kılarak, “Doğayı yasalarıyla açıklayabiliyorsak, insan hayatını da kendi yasalarıyla açıklayabiliriz” iddiasında bulundu. Ancak Dilthey, Gadamer ve Heidegger gibi düşünürler, bu anlayışa karşı çıktılar.
Fiziksel doğada nesnelerin özgünlüğü yoktur. Örneğin, yukarıdan bırakılan bir kalem ile bir yaprak arasında fark yoktur; ikisi de düşer. Ancak insan davranışları bu şekilde açıklanamaz. Her insan bir etkiye aynı tepkiyi vermez; dolayısıyla insanlar doğadaki bir kalem ya da yaprak gibi düşünülemez. Bu anlayıştan hareketle, doğa olaylarının açıklanabilir olduğu sonucuna varılmıştır; çünkü doğada bir sabite vardır ve doğanın yaratıcısı biz değiliz. Buna karşın insan ürünü olan faaliyetler, açıklamacı yöntemle değil, anlamaya dayalı bir yöntemle ele alınmalıdır.
Bu yaklaşımlar, deney ve gözlemin beşerî faaliyetleri anlamada yetersiz olduğunu ortaya koydu. Deney ve gözlem, yalnızca fiziksel dünyanın içiyle sınırlıdır; fizik ötesine dair bir şey söyleyemez. Dahası, fizik ötesinin yokluğunu herhangi bir ispat sunmadan iddia etmek de bir inanç biçimidir. Yani Celal Şengör gibiler, kendi inançlarını başkalarına dayatmaktadır.
Heidegger, Dilthey ve Gadamer gibi düşünürlerin tezlerini varlık alanına taşıdı. Fiziğin, metafizik olmadan anlaşılamayacağını savundu. Ona göre varlık, kendi başına açıklanamaz; çünkü henüz tamamlanmış değildir. Kant’ın “kendinde şey” tezi de bu görüşü destekler niteliktedir. Heidegger, “Varlık, var olmayan değildir” tezi üzerinden, “var olmayanı” bir yokluk değil, varlığın olumsuzlanması olarak ele aldı. Örneğin, “Gündüz, gece değildir” ifadesinde gece bir yokluk değil, gündüzün zıddıdır.
Bu bakış açısından hareketle, varlık varsa bir de “var olmayan” bulunmalıdır. Heidegger, “var olmayanı” hiçlik olarak tanımladı ancak bu hiçlik bir yokluk değil, varlığın imkan zemini olarak görüldü. Varlık, hiçliğin ortasına atılmış bir tespih tanesi gibidir. Hiçliği, yani dışı hesaba katmadan içi açıklamak mümkün değildir.
Celal Şengör’ün duruşu bilimsel değil, inançsal bir tutum
Heidegger’e göre hiçlik, bir sınırı ifade eder. Bu sınırın ötesi, yani fiziksel dünyanın ötesi, tamamen farklı bir varlık alanıdır. Sınırın ötesini fiziksel dünya gibi düşünmek, metafizik alanın anlamını boşaltmak anlamına gelir. Celal Şengör’ün, Antik Çağ’da insanların deniz kestanesinden türediğini savunan bir filozofa hayran kalırken, metafiziğe dair ileri sürülen önemli görüşleri küçümsemesi bilimsel değil, inançsal bir tutumdur.
Sonuç olarak, Celal Şengör, ilgi görmenin cazibesine kapılarak, bilimi öznel inançları üzerinden yorumluyor. Ancak, kendisinde gördüğümüz bu inancı, başkalarında görmeye tahammül edemiyor.