Analiz / Doç. Dr. Osman TEK
Ahmet Altan ismi, Türkiye’nin toplumsal belleğinde büyük bir dalga yaratır. O isim, cesur fikirlerin, sistemle yüzleşmenin, sözcüklerle bir dünyayı değiştirme mücadelesinin sembolüdür. Ancak o ismin ardında, onu mümkün kılan bir tarih, bir zemin, bir aidiyet vardır. Bizim sorumuz bu nedenle şu: Biz niye bir Ahmet Altan olamayız? Bu sorunun cevabı, kişisel yetersizliklerde değil, yapısal koşullarda saklıdır. Bizim topraklarımızın kokusu, yetiştiğimiz evlerin sessizliği ve hayata başlama noktamız, Ahmet Altan’ın hikâyesinden çok farklıdır.
Kitaplar üzerinden başlayalım. Ahmet Altan bir kitap ormanının içinde büyüdü. Babası Çetin Altan’ın odalarında devasa bir kütüphane, dünya klasiklerinden çevrilen eserler vardı. Bilgi, o evin duvarlarında yankılanan bir ses gibiydi. Bizim evlerimizdeyse kitaplık yoktu. Kitap yoktu. Duvarlarda çiçek desenli kâğıtlar, bir köşede takvimden kesilmiş bir doğa fotoğrafı asılıydı. Bizim “okuma” listemiz, bakkal defterine yazılmış borçlardan oluşuyordu: “2 ekmek, 1 kilo şeker, 1 gazoz.” Biz Dostoyevski’yi duymadık, ama yoksulluğun sessizliğini dinleyerek büyüdük. Bizim bilgiyle kurduğumuz ilişki, sadece hayatta kalmaya yeten küçük bir kelime haznesiyle sınırlıydı.
Ahmet Altan’ın dünyasında protest bir ses vardı. Belki Beethoven notaları eşliğinde bir devrim hayali kurulurdu. Bizim dünyamızda ise “Muratgilin damından atlayamadım” türküsü vardı. Ahmet Altan’ın rüzgârı başka yerlerden esti. Bizim rüzgârımız, çamaşır iplerinde kurumaya bırakılmış giysilerin arasında, küçük, görünmez bir hayatta saklıydı.
O sofralarda edebiyat konuşulurdu belki. Şiirden bahsedilir, devrimci fikirler masaya yatırılırdı. Bizim sofralarımızda ise gündem hep aynıydı: “Bu fasulye neden bu kadar tuzlu?” Annelerimiz, nasırlı elleriyle çamaşır yıkamaktan, soba yakmaktan yorgundu. Babalarımız mı? Sabah gün doğmadan çıkıp akşam eve dönerdi. Onların “ajans” dediği, televizyonun son beş dakikasında hava durumunu dinlemekti. “Yarın yağmur varmış,” der ve koltukta uyuyakalırdı. Ahmet Altan’ın evinde devrim rüzgârları eserken, bizim evlerimizde sessizlik büyürdü.
Fikirlerinin bedelini hapiste ödeyen bir baba bizim evimizde yoktu
O sessizlik bizi şekillendirdi. Çünkü bizim evlerimizde devlete dair söylenen en cesur söz şuydu: “Devlet babadır, laf edersen başına taş yağar.” Sessizlik, itaatin diliydi. Konuşmak, başımıza dert açacak bir lüks olarak görülürdü. Çetin Altan gibi fikirlerinin bedelini hapiste ödeyen bir baba bizim evimizde yoktu. Bizim babalarımız, “Gömleği ütüsüz çıkmayayım” diye düşünen adamlardı. Onların devrimle değil, günü kurtarmakla işi vardı.
Eğitimse başka bir trajedi. Ahmet Altan’lar bir yabancı dil öğrenirken, biz ancak “This is a book. This is a door.” cümlesini ezberledik. Bizim için kitap, hayata açılan bir kapı değildi. Çünkü o kapıyı açacak anahtar hiçbir zaman elimizde olmadı. Flütümüz yoktu, bırak kavalı, tahtaya vurup ritim tutmayı öğrendik. Eğitim bizim için bir aydınlanma aracı değil, bir formaliteydi. Zorunluydu, ama etkisizdi. Çünkü yaşamı değiştirmek için sunulan araçlardan yoksunduk.
Bu yüzden biz, Ahmet Altan’lar çıkarmadık. Çünkü biz bu ülkenin yüzde doksanıyız. O yüzde doksan ki, ülke gelirinin yüzde onuna razı olanlardan. Karnımız doydu mu mesele kapanırdı. Ama ruhumuz? Ruhumuz hep aç kaldı. Ahmet Altan olmak, bir bireysel seçim değil, toplumsal bir zemin meselesidir. Eşitsizliklerin derinleştiği bir toplumda, bu hikâyelerin nasıl başlayıp nasıl bittiği zaten bellidir.
Ancak burada bir durup kendimize haksızlık etmeyelim. Belki bizim hikâyemiz sessizdi, belki susarak büyüdük, ama bu, hiçbir şey öğrenmediğimiz anlamına gelmez. Biz, nasırın dilinden anlamayı öğrendik. Nasırlı ellerin hikâyesini yazmayı… Belki Shakespeare’i konuşmadık, ama mahallemizin insan hikâyelerinden romanlar çıkarmayı öğrendik. Babalarımız bize çalmamanın en büyük erdem olduğunu öğretti. Annelerimiz, yokluk içinde bir evi ayakta tutmanın ahlâkını miras bıraktı. Sevmeyi öğrendik, hem de sadece okuldan bir kıza âşık olmayı değil, emeği, insanı, onuru sevmeyi…
Belki biraz cahil kaldık. Belki sessiz kaldık. Ama hiçbir zaman tüyü bitmemiş yetimin malına el uzatmadık. Belki kitaplar yazmadık, ama hayatın yazdığı derslerden bir şeyler öğrendik. Bu yüzden Ahmet Altan olmamamız bir eksiklik değil. Biz, başka bir hikâyenin insanlarıyız.
Gurbet diyarlarından bir gün bizim hikâyelerimiz de yükselir
Ahmet Altan’ların dünyası ipekten bir kumaş gibi. Bizimki ise pazen. Ama pazen de korur, pazen de ısıtır. Aslında son demde biz de okumayı, yazmayı, medeni dünyaya büyük adımlarla koşmayı öğrenmiştik ancak Meriçler çıktı karşımıza. Ve kim bilir, belki o çorak topraklardan veya gurbet diyarlarından bir gün bizim hikâyelerimiz de yükselir. Çünkü her kumaşın bir hikâyesi vardır…