2006’da da Cüneyt Zapsu, ABD’ye ‘Erdoğan’ı devirmek yerine kullanın’ demişti…
Washington DC bir ‘Think-Thank Cenneti’ sayılır. İrili ufaklı yüzlerce düşünce kuruluşunda çalışan uzmanlar çok değerli raporlara izma atarlar.
Gerçi bazen ‘suya sabuna dokunmadıkları’ da olur fakat genel olarak Washington’un düşünce kuruluşları meraklısı için hayli mümbittir.
Şehri ziyaret eden politikacılar, devlet adamları bu düşünce kuruluşlarında boy gösterir, vizyonlarını anlatır.
Bu da ‘Washington gelenekleri’ndendir.
Malum olduğu üzere Başbakan Binali Yıldırım hızlı bir Washington DC turu yaptı. Tur derken gerçek anlamda ‘tur attı’.
Fotoğrafları görmüşsünüzdür; beraberindeki koruma ve gazeteci ordusuyla park bahçe gezdi, sosyal medya hesaplarından hatıra fotoğrafı paylaştı.
Eğer Beyaz Saray’da Başkan Yardımcısı Mike Pence ile yaptığı görüşmeyi çıkarırsak Yıldırım’ın seyahatinden akılda kalan turistik fotoğraflar olacak.
Peki başka ne yaptı Binali Yıldırım ?
‘İktidarın düşünce kuruluşu’ olarak bilinen SETA’nın DC ofisinde ‘basına kapalı’ bir toplantı yaptı. SETA ekibi uzun zamandır bu tip toplantıları ‘hani olurda istemediğimiz birileri gelir, soru filan sorar’ diye ‘kapalı’ yapmayı tercih ediyor.
Yıldırım ayrıca Diyanet’in Amerika ofisinde konuştu.
Yıldırım AKP’nin ‘Cemaati Türkiye içinde CIA, ABD uzantısı, yurt dışında IŞID’den daha tehlikeli İslamcı örgüt gösterme geleneğini’ burada da sürdürdü.
Washington’a gelen AKP’lilerin bir başka ‘geleneği’ Bahçeşehir Üniversitesi’nin DC şubesini ziyaret etmek.
İktidar medyasından gördüğüm kadarıyla elçilik rezidansında bazı görüşmeler daha yapmış ama tabi ki detay bilmiyoruz.
AKP’liler böylece ‘güvenli alanlarda’ dolaşarak sorunsuz bir seyahat yapmış oluyorlar.
Yazımın konusu ‘Yıldırım’ın ABD seyahatinin özeti’ değil. Bunları aktarmamın nedeni tarihe not düşmek. Türkiye’de muhalif medya bırakmayan, aykırı tüm sesleri bastıran AKP rejimi, yurt dışı seyahatlerinde de katı sansür uyguluyor.
Havuz medyasına dahil değilseniz hiçbir programlarını izleyemiyor, doğal olarak soru da soramıyorsunuz.
BROOKİNGS’TE Kİ ‘ÖTEKİ TÜRKİYE’
Washington’da çalışan bir Türk gazeteci için en önemli gündem Başbakan Yıldırım’ın Beyaz Saray’da, Başkan Yardımcısı Mike Pence ile yapacağı görüşmeyi izlemek olur.
Ancak ‘Havuz’a dahil değilseniz öyle bir imkanınız yok.
Bende aynı saatlerde Washington’un köklü düşünce kuruluşlarından Brookings’te ki Türkiye Konferansı’na gittim.
Binali Yıldırım’ın şehirde ve Türk-Amerikan ilişkilerinin bu kadar gergin olduğu bir dönemde ki ‘Türkiye Konferansı’ takibe değer diye düşünmüştüm.
Gerçi Brookings’te Erdoğan’ın yapacağı bir konuşmayı izlemek için geldiğimde korumalarının saldırısına uğramış ve istemesem de CNN International’dan Washington Post’a tüm dünya medyasına haber olmuştum.
Bu kez etrafta Türk korumalar ve Erdoğan’ın danışmanları olmadığı için sorun olmadı.
Brookings’te ki konferansın ev sahibi TUSİAD’tı. Zaten konferansın açılış konuşmasını da TUSİAD CEO’su Bahadır Kaleağası yaptı.
Kaleağası konuşmasını bitirdiğinde not defterime baktım herhangi bir not almamışım. Ne OHAL’den ne tutuklu üyelerinden (Boydaklar) ne cezaevindeki gazetecilerden-akademisyenlerden bahsetti.
Genel olaralak ‘otoriterleşme eğilimlerine’ değindi o kadar.
Siyaset bilimine göre ‘diktatörlük’ sınıfına giren Türkiye’den ‘otoriterleşme eğilimleri gösteriyor’ diye bahsetmek herhalde ‘korku ikliminin’ bir yansımasıydı.
AYNI CÜMLELER KALIP SÖZLER
Panel bölümüne gelince.
Oturumu yöneten Kemal Kirişçi genel olarak olumsuz bir tablo çizdi. Türk -Amerikan ilişkilerinin ‘hiç bu kadar kötü olmadığını’ anlattı, otoriterleşme eğilimlerinin ‘sürdürülebilir olmadığını’ söyledi.
Notlarıma baktım en çok Kemal Kirişçi’den bir şeyler yazmışım.
Kirişçi’ye göre ‘artık deniz bitti’. Fakat bütün bunları söyledikten sonra ‘sihirli’ cümleleri hatırlattı: ‘Sihirli cümle şu; Türkiye’nin stratejik önemini unutmayın’.
Zaten Washington’da söz ne zaman Türkiye’den açılsa yorumlar ‘staratejik önem’e vurgu yaparak başlıyor.
Açıkçası ne söyleyeceklerini merak ettiğim iki isim vardı panelde; Viktoria Nuland ve Amanda Sloat. Nuland ve Sloat Dışişleri ve Beyaz Saray’da aktif olarak çalışmış isimlerdi.
Söyleyecekleri ‘nabzı’ aktarması açısından referans olabilirdi.
Tabi ki Nuland’da ‘geleneği’ bozmadı ve Türkiye’nin stratejik öneminden bahsedip ‘ilişkiler ne kadar kötü olsa da kapıyı açık tutmak lazım’ dedi.
‘Türkiye’de ki otoriterleşme eğilimlerinin endişe verici olduğunu’ anlattı. Ne tutuklu ABD’lilerden ne de konsolosluk çalışanlarından bahsetti.
Amanda Sloat’ta aynı geleneği sürdürdü.
Türkiye’nin stratejik önemine değinip ‘Türkiye’ye kapıları kapatmayın yoksa kendilerine yeni alternatifler bulur, mesela Rusya, İran gibi’ dedi.
Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof Hakan Yılmaz ise Türkiye’nin stratejik öneminden bahsedip ‘Türkiye’nin ne kadar değerli bir ülke’ olduğundan dem vurdu.
Bir ara Türkiye’nin sağlık uygulamalarının bir çok batı ülkesinden bile daha iyi olduğunu da anlattı.
Soru cevap bölümlerinde de benzer diyaloglar devam etti. Mutat olduğu üzere Gülen meselesi açıldı.
“TÜRKİYE GÜLEN KONUSUNDA MAHKEMEYİ İKNA ETMELİ”
Amanda Sloat’ın şu cümleleri aslında Beyaz Saray’da ki havayı da özetlediği için önemli;
“Türkiye bizim bu dosyayı ciddiye almadığımızı düşünüyor fakat gerçek öyle değil. Fakat unutulmamalı ki ikna etmeleri gereken sadece ABD yönetimi değil aynı zamanda ABD yargısını da ikna etmeleri gerekir”.
Daha önce köşe yazılarımda söylemiştim; ABD cephesi Gülen’i iade, en azından başka bir yere gönderme konusunda sanıldığı kadar ‘soğuk’ değil. Ancak süreç yargısal bir işlem ve şu ana kadar Türkiye’nin yolladığı deliller ikna edici değil.
Sonuç olarak 1,5 saat boyunca Türkiye konuşuldu ama;
Ne şaibeli darbe girişiminden,
Ne OHAL’den, ne tutuklu 17 bin kadın- 670 bebekten, yüzbinlerce insanın mağdur edilmesinden, tutuklu gazetecilerden,
Ne kapatılan okullar, gazeteler, sivil toplum kuruluşlarından,
Ne Zarrab davasından, (hele hele itirafçı olacağı yönünde haberler çoğalmış ve Erdoğan’ın agresif açıklamaları artmışken)
Ne tutuklu bulunan ABD vatandaşlarından ne de Erdoğan’ın yürüttüğü ‘rehine diplomasisi’nden bahsedilmedi.
Muhalefet partisi lideri ve çok sayıda milletvekilinin tutuklu olduğu konuşulmadı bile.
Bunların bir kısmına değinenlerde ‘suya sabuna dokunmadan’ Türkiye’de ‘otoriterleşme eğilimlerinden duydukları endişeyi’ dile getirdi.
Eğer Türkiye’de neler olduğunu bilmeseniz ‘otoriterleşme eğilimleri dünyanın her yerinde var. Bizde de Trump medya özgürlüğünden şikayetçi’ der geçersiniz.
Konuşmacıların bütün bunları bilmiyormuş gibi “Türk halkını yalnız bırakmamak, onlarla doğrudan temas kurmak lazım” sözlerine de tebessüm etmemek mümkün değil.
Kiminle nerede temas kuracaksınız ?
Bunu diyen ABD’li diplomatlar ‘ABD Büyükelçisi Bass’ın sesini duyuracak mecra bulamadığı için Youtube’dan video mesajı yayınladığını’ ne çabuk unuttular ?
Sonuç olarak TUSİAD’ın Brookings Paneli’ne gelenler ‘gerçek Türkiye’ye dair elle tutulur, somut bir şeyler duymadan’ ayrıldılar.
Toplantıyı izleyen bir AKP’li olsam herhalde “bunlar bize mahkum, zulme devam” derdim.
YENİ ‘SİFONU ÇEKMEYİN’ MESAJI
Binali Yıldırım’ın programlarını izleyemedim fakat Beyaz Saray’da ki görüşme sonrası yapılan açıklamalara bakarak şunu söyleyebilirim;
Başkan Yardımcısı Pence ‘kitabın ortasından’ konuşmuş. Başta tutuklu pastör Brunson olmak üzere bir takım ‘adımlar’ gelirse şaşırmayın.
Binali Yıldırım’ın “Telefonlarımız, 24 saat karşılıklı ulaşılabilir olacak. Pence’e büyük fotoğrafa bakmamız gerektiğini söyledim.” sözleri bana 2006 yılındaki Cüneyt Zapsu’nun ziyaretini hatırlattı.
Hatırlanacağı gibi bir dönem Erdoğan’ın yakın halkasında yer alan Cüneyt Zapsu, 2 Nisan 2006’da, Amerika’nın muhafazakar düşünce kuruluşlarından Amerikan Enterprise Institute’de Erdoğan’ı kastederek “ I think instead of pushing him down, putting him to the drain, use… – Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu kullanın…” demiş ve ‘delikten aşağı süpürmeyin’ ifadesi çok tartışılmıştı.
Binali Yıldırım’ın “davalar ilişkimize zarar vermesin, büyük fotoğrafa bakalım” sözleri de diplomatik olarak aynı anlama geliyor.