Türk Spor basınının duayen ismi Ahmet Çakır, 72 yaşında hayata gözlerini yumdu. Beyefendi, mütevazı, alçakgönüllü, yazılarında Türkçeyi son derece iyi kullanan bir gazeteciydi. Meslek hayatı boyunca sadece üretti. Birçok ödül kazandı. Bugüne kadar 17 kitap kaleme aldı. Bitirdiği ama basılmayan da onlarca eseri vardı. Kendisiyle 2013 yılında Basın Hayatı dergisi bir röportaj gerçekleştirmişti. Behram Kılıç imzalı bu röportaj hem Çakır’ın bir portresiydi hem de Türk spor basınına dair çok önemli bilgiler içeriyordu.
Velev’de yeniden yayımlanan röportaj şöyle;
Ahmet Çakır’la dobra dobra
Gazete dağıtıcılığından, spor yazarlığına uzanan sıra dışı bir hayat…
BEHRAM KILIÇ
Bu haftaki konuğumuz yılların usta spor yazarı Ahmet Çakır. O gazeteciliğe sıra dışı bir işle başladı: Dağıtıcılık. Yaşı 61. Meslekte 38 yılı geride bıraktı. Önce TRT’de çalıştı. Sonrasında çeşitli gazetelerde spor muhabirliği ve yazarlığı yaptı. 2003 yılından beri de Zaman’da yazıyor. Birçok kitaba imza attı. Sonuncusu hayranı olduğu G.Saraylı Metin Oktay’ın hayatını kaleme aldığı kitaptı. Çakır ile gazete dağıtıcılığı yaptığı yılları, Türk basınının dününü, bugününü ve başından geçen sıra dışı olayları konuştuk.
– Okuduğunuz ilk gazeteyi hatırlıyor musunuz?
Çakır: Aslında 1951 doğumluyum, nüfusa kaydım 5 Ocak 1952’de yapılmış. 1958-59 okumayı öğrenmiş olmam gereken yıllar. Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde o yıllarda evlere gazete girmesi gibi bir durum söz konusu değil. İstanbul’dan birkaç gün gecikmeli gelen gazeteleri kahvelerde okurduk. Bunlardan biri özel bir iz bırakmış değil, gazeteydi işte.
– Anne ve babanız ne iş yapardı. Gazete ile ilgileri nasıldı?
Çakır: İkisi de neredeyse 24 saat çalışmak zorunda olan çilekeşlerdi. Neredeyse dünyanın bütün işi annemin omuzlarındaydı. Ev kadınlığı bunlar arasında en hafifi. Ormana ve tarlaya gitmek, evin etrafındaki yerlerimizle uğraşmak, ineklerin bakımı, süt sağılması gibi köy yerinde aklınıza gelebilecek her iş onundu. Babam da demirciydi.
– Gençlik yıllarınızda Türk basını ne alemdeydi?
Çakır: Bunu ‘aman ne iyiydi’ nostaljisi içinde yanıtlamak mümkün ama ne denli gerçekçi pek bilemem. Ertuğrul Özkök bir toplantıda Türkiye’de gazeteciliğin 3 evre geçirdiğini söylemişti. Başlangıçta fikir satıyordu gazeteler, sonra haber; bu son dönemde de hayal! Yani fikir satışı ile haber satışı arasında bir yerdeydi gazeteler. O yönden bugünkünden daha iyi durumda oldukları söylenebilir.
-Kastamonu doğumlusunuz. İstanbul’a ne zaman geldiniz? Nereye yerleştiniz?
Çakır: Babam ve ağabeyim daha önce gelmişlerdi. Annem, ablam ve ben 1960 Haziran’ında geldik. Halıcıoğlu’nda 2 yıl oturup sonra Balat’a geçtik.
– İstanbul Türk basınının merkeziydi? O yıllara dair anılarınız var mı?
Çakır: Doğrudan basınla ilgili değil ama 1962’de Balat’a geçmemizin ardından arkadaşlarımızla yürüyerek Fener, Cibali, Unkapanı, Şişhane, Beyoğlu, Taksim yoluyla İnönü Stadına gelmeye başlamıştık. O zamanlar bütün maçlar orada yapılır ve ikinci yarıda kapılar açılırdı. Biz de o zaman içeri girip maçın kalan bölümünü izlerdik. Sonrasında orada olup bitenlerin ertesi günkü gazetelerde çıkması rüya gibi birşeydi. Daha önce çok uzak olduğumuz bir olayın tam ortasında hissederdik kendimizi…
– Gazete dağıtıcılığı yaptığınızı duyduk. Doğru mu?
Çakır: Evet, Balat’a taşındığımızda yani 1962’de başlamış olmalıyım. Sadık Kızıldere adlı bir müvezzi (gazete dağıtıcısı) vardı. Benim gibi çocuklara ortalama 100’er adet gazete verip sattırırdı. Yaz-kış, 365 gün aralıksız yıllarca bu işi yaptım. Yani böylesine kökten bir gazeteciyim! Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Babıali Günleri için yaptırdığı afişi gördüğümde çok heyecanlandım çünkü oradaki gazete satan çocuk inanılmaz derecede bana benziyordu. Kırık burnumdan ayırt edebildim başkası olduğunu, onunki sağlamdı…
– Hangi gazeteleri dağıttınız?
Çakır: Ayırım söz konusu değil, hepsini satardım. Yani matris kartonu içinde taşıdığımız 100 gazetenin dağılımı, 20 Hürriyet, 10 Milliyet ve 10 Tercüman, 7 Akşam, 5 Cumhuriyet şeklinde sıralanır giderdi. Tabii başka gazeteler de vardı. Son Havadis, Tasvir gibi…
– Ne kadar kazanırdınız? Kazandığınız paraları ne yapardınız?
Çakır: Bunu başka yerde de anlattım, ikinci kez okumak zorunda kalanlar bağışlasın, satmadan önce bir apartmanın merdivenine çöküp bütün gazetelerin spor sayfalarını satır satır okurdum. Tabii Tercüman’ın pehlivan tefrikalarını da ezberlemiştim. Kimi zaman oradan öğrendiklerimi satma imkanı doğar, çevremdekiler ‘bunları nasıl biliyorsun?’ diye şaşkına dönerlerdi… Bütün gazeteler 25 kuruştu, tanesinde 3 kuruş bize kalırdı. 80 civarında satınca 240-250 kuruş kazanırdım. Tabii geç kalmanın ufak tefek yararları da olurdu. Bazıları okudukları gazeteyi üste 5 kuruş vererek değiştirip başka gazete alırlardı, bu ekstra bir kazanç olurdu…
ABD Başkanı J.F.Kennedy’nin öldürüldüğü gün (Kasım 1963) akşam baskısı yapılmıştı. 1 saat içinde 150 gazete satıp 5 lira kazanmıştım… Kazandıklarımı olduğu gibi anneme teslim ederdim. Çünkü ev almıştık ve borcumuz vardı, onu ödemek için hepimiz para kazanmak zorundaydık. Bunun 5 kuruşuna bile dokunmamız söz konusu değildi. Yaz döneminde sadece gazete satmakla da kalmayıp Milli sinemasının önünde Teksas, Tommiks; salı günleri pazarda su satışı gibi işler de yapardım…
– Kaç yıl dağıtıcılık yaptınız? Yorulur muydunuz?
Çakır: 17-18 yaşıma kadar sürdürdüm. Bizim yetiştirilme tarzımızda ‘yoruldum’ gibi şeyler yoktu, ‘hayat budur’ yaklaşımı vardı. Fakat durumu başka açıdan istismar ettiğim oldu. Karagümrük’te Ahmet Rasim Ortaokulunda okurken (1963-1966) resim öğretmenim beni görmüştü gazete satma işi üzerinde. Sonrasında derslerinde uyumaya adeta teşvik etmişti beni ‘Ne yapsın çocuk, sabahın köründe kalkıp gazete satıyor.’ Ben de resim konusundaki kabiliyetsizliğimi örtmek için bundan yararlandım… Acıyıp bir şeyler verenler de olurdu. Özellikle kış aylarında, ‘Vah evladım, senin palton yok mu, eldivenlerin nerede?’ gibisinden durumlar yaşanırdı…
– İstanbul’un hangi semtlerinde gazete dağıttınız?
Çakır: Balat’tan yola çıkıp Draman, Fethiye, Çarşamba, Yavuzselim, Fatih gibi bir güzergah sözkonusuydu. Kimi zaman Balipaşa’yı da geçip Vatan caddesini aştıktan sonra Fındıkzade’ye doğru tırmanmak gerekebilirdi. Elimde Son Havadis, Tasvir gibi gazeteler kalmışsa dönüşte Fatih Camiinin avlusunda öğrenci yurdu olarak kullanılan yere uğrar, oradan Malta’ya geçer, Atikali’den Edirnekapı’ya doğru yürüyüp Vefa Stadının yanındaki yoldan Salmatomruk üzerinden geri dönerdim. Nadiren, Fatih Camiinden sonraki güzergâhı Cibali, Küçükmustafapaşa, Fener tarafına çevirdiğim de olurdu…
– İlk baskı, akşam baskısı gazete dağıtımı nasıl olurdu?
Çakır: İlk baskı denilen gazeteler saat 04.00 sularında dağıtımın yapılacağı kahveye gelirdi kamyonla. Sadık ağabey, onları kendi işine göre düzenler ve sonra da benim gibi dağıtıcılara verirdi. Yaşımıza, boyumuza-posumuza, satış becerimize göre 100 ila 150 gazete arasında alırdık. Cumartesi tatil değildi, yarım gün çalışılırdı, pazarları haliyle hepimiz biraz daha fazla gazete alır ve satardık. Ben 120-150 gazete arası satardım pazarları ve ortalama 4 lira kazanırdım… Akşam gazetesi işi bizde pek tutmadı. Arada bir ‘Salacak katili bulundu’, ‘Gangster Necdet Elmas yakalandı’ gibisinden manşetlerle bir şeyler denendi ama pek olmadı. Milliyet ve Tercüman gibi gazetelerin ‘meyhane baskısı’ adı verilen akşamüzeri baskıları ise daha çok futbolseverlerin ilgi gösterdiği yayınlar olmuştu.
– İnsanlar o yıllar gazeteye ilgi göster miydi? Okur kitlesini bugünle kıyaslayabilir misiniz?
Çakır: İlginin daha büyük olması doğal çünkü o zaman gazete, bugünkü medyanın karşılığı sayılırdı. Düşünün, televizyon yok, sosyal medya bilim-kurgu bile değil, sadece gazete ve radyo var. Radyonun da işlevi sınırlı. Dolayısıyla gazete çok şey demekti. Fakat yine de çok büyük bir ilgi gördüğünü söyleyemeyiz. Çünkü biz okuyan bir toplum değiliz. Kahvelerde çok sayıda kişi okurdu aynı gazeteyi ki bugün bile aynı uygulama söz konusu sayılır. Okur kitlesinin bugünküyle kıyaslanacak bir yanı yok. Çünkü böyle bir kitleden söz edebilmek çok zor. Ben aynı zamanda basın tarihi araştırmacısıyım. Türkiye’de gazete satış rakamları dehşet verici derecede düşük. Bizimle aynı nüfustaki ülkelerde günde 10-15 milyon satan gazeteler var…
– Gazete dağıtan Ahmet Çakır, gazetelerin en çok hangi sayfalarını okurdu?
Çakır: Kesinlikle spor. Öteki sayfalara yıldırım hızıyla bakar, spora dalardım…
– Neden spor? Spora olan tutkunuz nereden geliyor?
Çakır: 7 yaşımdan beri top oynuyorum. Vücudumda kırılmadık yer yok. Kalçamda büyük bir protez var, 2007’de takıldı. Sonrasında top oynadığımı söylediğimde doktorum baygınlık geçirdi… Böylesine büyük bir tutku. Oynamadığım zaman da seyrediyorum. Tabii sadece futbol değil, basketbol, tenis, voleybol…
– Nasıl G.Saray’lı oldunuz?
Çakır: Gazetede Metin Oktay’ı görüyorsunuz. Film aktörü kadar yakışıklı ve gol kralı. Haliyle ona hayranlık duyuyorsunuz ve aynı takımın taraftarlığıyla aranızda bir bağ kurulmuş oluyor. O arada Galatasaray şampiyonluklar filan da kazanınca gönül bağı güçleniyor ve bu iş tamam diyorsunuz.
– Spor yazarlığı yapmaya ne zaman başladınız? Ve neden spor yazarlığı?
Çakır: 1969’da Sultanahmet Ticaret Lisesinden ayrılıp değişik işlerde çalıştım. 1972’de askere gittim. 1974’te İstanbul Radyosunda çalışmaya başladım. Başka bir servisteydim ama spor gazetecileri en iyi arkadaşlarımdı. Başta Doğan Yıldız olmak üzere Ümit Aktan, Akın Göksu, sonraki yıllarda Metin Çakmak, Ertan Kunter, Kadri Bolcan’la her dakika bir aradaydık. 1978’de Beyoğlu Akşam Ticaret Lisesini birincilikle bitirip Basın Yayın Yüksek Okuluna girdim. 1979’da Yayın Şefi oldum ve 1982’de sarı basın kartı taşımaya başladım… Bu işi genel olarak sevmemin yanında ‘Ben bu işi şu anda yapanlardan daha iyi becerebilirim’ gibi bir iddiam vardı. Sürekli seyahat imkânı da bana hep çekici gelmiştir.
– O dönemki TRT’den bahseder misiniz? Kimlerle çalıştınız? Ve TRT’den niçin ayrıldınız?
Çakır: TRT’nin hayatımda çok özel bir yeri var. Diyebilirim ki orada yeniden dünyaya geldim. Çevremde çok değerli insanlar vardı ve bana yardımcı oldular. En başta İsmail Kumrular’ın adını anmak zorundayım. Çünkü o adeta döve döve beni okuttu ve yeniden hayata tutunmamı sağladı. Sonrasında rahmetli Ümit Kaftancıoğlu’ndan Oktay Arayıcı’ya, Batu İşmen’den Nursel Duruel’e, Mahmut Alptekin’den Servet ve Solmaz Serdaroğlu’na, Tiyatro Şubesinde Ahmet Turan Oflazoğlu’na kadar nice değerli insan bana yardımcı oldu. Basın Yayın Yüksek Okulunda okurken hocalarımın bir bölümü TRT’den arkadaşımdı. Şaka gibi geliyor insana… 28 Ocak 1974’te çalışmaya başlamıştım, 31 Mayıs 1985’te ayrıldım.
– TRT’den ayrıldıktan sonraki serüveninizi anlatır mısınız?
Çakır: Ümit Kaftancıoğlu’nun katledilmesi sonrasında İstanbul Radyosunda tatsız bir olay yaşandı, faturası bana kesildi, Trabzon Radyosuna sürüldüm. Bunu sorun etmedim, oraya kolay uyum sağladım. Hem takmaadla yerel gazetelere ve Cumhuriyet’e spor yazıları yazdım hem radyoda Karadeniz’de Kültür ve Sanat adlı program yaptım. Bir yandan da radyo oyunları yazıyordum. 1982’de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanını radyo oyunu haline getirdim. Ancak Trabzon radyosundan da Erzurum’a sürülünce haliyle işin tadı kaçtı ve yaklaşık 12 yıllık TRT defterini kapatmak zorunda kaldım.
– Arada ‘Dostun Ölümü’ adlı bir hikaye kitabınız var. Neden devamı gelmedi? Spor yazarlığı bunlardan önce mi, sonra mı gerçekleşti?
Çakır: Dostun Ölümü’nü bunu yapabileceğimi kanıtlamak için yazmıştım. Ödül kazandı ve Varlık yayınlarından çıktı. Sonrasında hep bir altüst oluş şeklinde yaşadım ve yazmak için gerekli ortamdan uzaklaştım. Bir de gazeteci olarak sürekli başka şeyler yazıyor olmanız sizi edebiyattan uzaklaştırabiliyor. Yine de bundan utandığımı söylemeliyim. Doğan Hızlan’ın 1983 Ağustos’unda yönettiği Gösteri edebiyat dergisi yılın umut veren 5 öykü yazarından biri olarak göstermişti beni. Aynı unvan için şimdi pek çok şeyden vazgeçebilirim.
– Muhabirlik yaptınız mı? Yaptıysanız hangi gazetelerde? Cumhuriyet ve Günaydın’da çalıştığınız döneme dair hatıralarınızda neler var? Kimlerle birlikteydiniz?
Çakır: Sırayla anlatayım: Trabzon’dayken Hıncal Uluç’a oradaki her maçın ardından köşe yazısı şeklinde görüşlerimi aktarıyordum. O da Trabzonspor maçlarını izleme olanağı olmadığından bunlardan yararlanıyordu. Bir yazısında benden sözetti, çoğu spor yazarından daha iyi yazıyor, dedi. TRT’den ayrılınca yanına gittim, beni Cumhuriyet’e yolladı. Galiba rahmetli Abdülkadir Yücelman benden pek hoşlanmadı, Hıncal ağabeyi de kırmamak için ‘Seni Ankara’ya yollayalım’ dedi. O iş olmadı. Anlatılması çok uzun sürecek bir gelişme sonrasında Haldun Simavi’nin bizzat verdiği bir ilanla ben ve Can Tanrıyar, Günaydın’a alındık. Fakat daha 2 ay olmadan gazete kağıdına rahmetli Özal tarafından yüzde 49 zam yapıldı ve H. Simavi de gazetenin yüzde 49’unu işten çıkardı. Çıkarılanlar arasında biz de vardık. Daha doğrusu spor servisi lağvedilmiş gibiydi; Ömer Güvenç, Cem Buba ve Yusuf Dursun’la birlikte Mustafa adlı bir sayfa sekreteri arkadaşımız kalmıştı… Sonrasında Hürriyet’in Hürgün’ünde yine kısa bir serüvenimiz oldu ve ardından Hürriyet’e geçtim. TRT’den 1985 Mayıs sonunda ayrılmıştım, Kasım’da Hürriyet’teydim. (Sevgili dostum Doğan Yıldız bu yolu 20 yılda alabileceğimi söylemişti ama 6 ayı bile bulmamıştı!) Hürriyet’te 3 yıl muhabirlik yaptım. 33 yaşımda, 18-20 yaş çizgisindeki arkadaşlarla yarışmak zorunda kaldım. Gerçi benden 2 yaş büyük Ömer Güvenç (Günaydın) de vardı. Halil Özer (Cumhuriyet), Bahri Havadır (Milliyet) o dönemin gözde Galatasaray muhabirleriydi.
-Hürriyet Gazetesi’nde çalıştığınız günlerde başınızdan geçen ilginç olaylar var mı? Haber atlattığınız ve unutamadığınız birkaç olayı bizimle paylaşır mısınız?
Çakır: Ben Hürriyet’e yazar olarak alındığımı sanıyordum. Genel Müdür Özcan Ertuna, ‘Ahmet bey, çalışmalarınızı beğeniyor ve sizi Hürriyet’e almak istiyoruz’ demişti. Çalışmalarım da yazdığım yazılardı. Ancak o zamanki spor müdürü rahmetli Eşfak Aykaç’a bunu söylediğimde şaşkına dönmüştü. Çünkü onun ölçülerine göre bu büyük bir haddini bilmezlikti. Hürriyet’te yazarlık sınırı neredeyse 50 yaştan başlıyordu. Bunun gibi daha bir yığın hiyerarşik durum vardı. Gerçi babası Fazıl Ahmet Aykaç’ın edebiyatçı kimliğinden haberdar oluşumdan etkilenmişti ama yapabileceği birşey yok gibiydi. Bana 2. ve 3.lig panoramalarını yapma işi verildiğinde intihar etmekten başka çare olmadığını düşünmüştüm! Neyse ki İlhan Uzundurukan kardeşim beni yatıştırdı. Sonrasında da 2 ay Londra’ya gitme olanağı doğdu, dertlerim azaldı… Hürriyet’te elbette ki unutulmaz olaylar yaşadım. Avucumun içindeki bir Kovaçeviç olayını (Beşiktaş’taydı, FB idmanına çıkıyordu, GS’ye geçti), Ömer Güvenç dostumun çalımıyla atlamıştım ve bu gazetede Aykaç’ın gidip Doğan Koloğlu’nun görevi getirilmesine yol açtı… 1987’de Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin genel kurulu İstanbul’da yapıldı. Esat Yılmaer’le ben izlemekle görevlendirildik. Patron Erol Simavi bu işe çok önem veriyordu ve bu nedenle benim yazdığım bir yığın rutin haber ya ön sayfadan ya da en iyi yerlerden veriliyordu. Yani ‘IOC üyeleri Boğaz’a bayıldılar’, efendim ‘Bugün de Ayasofya’ya hayran kaldılar’, ‘Kapalıçarşı’da büyülendiler’ gibisinden ıvır zıvırlar elbette ki manşet filan olmuyor ama hep 1.sayfada yer alıyordu. Düşünün ki o gazete 20 yıl çalışıp 1.sayfada tek haberi çıkmamış muhabirler varken ben hergün bu keyfi yaşıyordum… Dönemin yönetici Kemal Onar ağabeyimden Galatasaray’la ilgili önemli bir haberi almıştım ve ‘Milyarlık bağış’ diye verilip epey yankı yapmıştı… Yine dönemin yöneticilerinden Dr.Doğan Sarıbeyoğlu’ndan aldığım ‘Galatasaray Asil Nadir’i icraya veriyor’ haberi de 1.sayfadan 5 sütun girmişti ki hiç yabana atılacak gibi değildi. Perşembe akşamı kolu alçıya alınmış yani birkaç hafta oynayamayacak durumdaki Muhammet Altıntaş’ın cumartesi günkü FB derbisinde oynayacağını Bahri ile birlikte yazmıştık, o da heyecan verici bir işti…
– Daha sonra çalıştığınız gazetelerden de anılarınızdan kısaca bahseder misiniz?
Çakır: Daha sonra 1990-91 yıllarında Doğan Yıldız yönetimindeki Fotospor’da Haber Müdürlüğü yaptım. Sonrasında bu tür bir görev almayıp sadece yazar olarak devam ettim. Tanju’nun Galatasaray’dan Fenerbahçe’ye geçmesi gibi gelişmelerin iyi izlenmesi gazetenin satışının doruklara çıkmasını sağladı, önemli bir başarı kazanıldı. Hürriyet gazetesinin çıkardığı Spor gazetesinde yazdım. Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl, Sabah-Fotomaç dönemim oldu. Arkasından Radikal’de yazdım. Eylül 2003’ten bu yana Zaman’dayım. Bunlarla ilgili anılar için gerçekten kitap yazmak gerekir. Bazılarını yazdım. 20 yaşıma kadar olan dönem ‘Bana Derler Balatlı’ adıyla basılmayı bekliyor. Bu gazetecilik anıları da ‘Son Centilmen’ adıyla yayınlanacak kitabımda var.
– Türk spor basınında bir dönem Necmi Tanyolaç, Namık Sevik ekolü vardı. Bu iki isim bir çok gazeteci yetiştirdi. Hangisi size daha yakındı. İkisinin tarzları hakkında neler söylemek istersiniz?
Çakır: İkisi de hakkıyla bu mesleğin efsane isimleri oldu. Ben ikisiyle de çalışamadım ama onların oluşturduğu manevi iklim elbette ki hepimizi etkiledi. Meslek ahlakı, dürüstlük, ciddiyet, tutarlılık, okura saygı gibi temel değerleri onlar bize öğretti. Ülke sporunun gelişimine hizmet, olimpik değerlere önem verme, uluslararası ilişkileri geliştirme gibi konularda da onlar öncülük etti… Spor gazeteciliğini adam gibi yapma konusunda bu isimler her zaman saygıyla anılacaktır.
– Spor yazarlığı döneminde sayısız maç izlediniz? Unutamadığınız maçlar hangileriydi?
Çakır: Biliyorsun böyle şeyler bir çırpıda insanın aklına gelmez ama Türkiye Kupasının ilk kez yapıldığı 1962-63 sezonunda finalde Galatasaray’la Fenerbahçe eşleşmişti ve birkaç gün arayla iki maç yapıldı. İkisini de söylediğim yöntemle izleme olanağını bulmuştum. O günden bu yana kaç maç olduğunu hesaplamak için epeyce çalışmak gerekir… Galatasaray’ın 14 yıl aradan sonra şampiyonluğu selamladığı 1987 yılındaki Antalyaspor ve arkasında Eskişehirspor maçları kolay unutulacak gibi değildi. Elbette ki 5-0’lık Neuchatel karşılaşması mutlaka böyle bir listenin ilk sıralarında yer alır. Manchester’deki 3-3’lük maç, Ali Sami Yen’de 2-1’lik Barcelona ve A.Bilbao maçlarıyla 3-2’lik Milan ve Real Madrid karşılaşmaları ilk anda akla gelenler… Avusturya’yı Ali Sami Yen’de 5-0 yendiğimiz milli maç da unutulmaz… Galatasaray’ın UEFA Kupasını kazanma sürecindeki her maç muhteşemdi, haliyle final de…
– Bugünkü spor basınıyla 1980’li yıllardaki spor basınını karşılaştırır mısınız?
Çakır: Bir yandan böyle bir kıyaslama yapabilmek olanaksız çünkü iş her yönden çok farklı boyutlar kazandı. O günlerin çalışma koşulları, teknoloji ve öteki imkanlar bugün tarihöncesi çağlarda kalmış gibi geliyor insana. O dönemin iyi yanı, yalan-dolanın neredeyse hiç olmayışıydı. Şimdi her türlü haber yapma olanağının bu kadar arttığı bir ortamda, tek çıkış yolunun transfer yalanları olarak görülmesi çok hazin! Ayrıca televizyon ve sosyal medya habercilik yarışını öldürdü, gazetecilik keyfi alınabilecek işler çok azaldı. Araştırma-İnceleme neredeyse tamamen gündemden kalktı. Nitekim TSYD’nin son yarışmasında bu dalda katılım olmadığı bildirildi. Bunlar meslek adına acıklı durumlar…
– Spor gazetecilerinin saygınlığı konusunda neler söylemek istersiniz?
Çakır: Spor gazeteciliğinin saygınlığının kalmayışı demek istiyorsun sanırım… Bunu yok eden nedenlerin başında bu yalan-dolan işi geliyor. Bazı arkadaşlarımızın kulüp aidiyetini mesleklerinin önünde tutabildikleri durumlar da utandırıcı oluyor. Bunun gibi daha bir yığın can sıkıcı durum var.
-Asparagas haber yaptınız mı?
Çakır: Evet, zorunda kaldım! Doğan Yıldız’ın ayrılmasından sonra Fotospor’u bir süre 6 kişilik bir kurul olarak yönettik. Bu dönemde sürekli geri gidiyorduk. Bir dönem 400 bine kadar çıkmış olan satış hızla düşüyordu. Bir ara gazete İlhan Uzundurukan’la bana kaldı. Gazetenin satışı 70 bine düşmüştü ve tam 310 kişi çalışıyordu. İlhan bir gün yanıma geldi, ‘Çakır, ben artık dayanamıyorum, bunu yapacağım’ dedi. Ertesi gün ben işe gelmedim. Bir sonraki gün manşetimiz ‘Koeman Fenerbahçe’de’ şeklindeydi ve satışımız 130 bine çıktı. Sonraki günlerde işte efendim ‘karısı gelmek istemiyor’, ‘çocuklarının okul durumu sorunlu’ gibisinden palavralarla iş giderek söndü ama biz de bir soluk almıştık. Hatırladıkça hâlâ yüzüm kızarır… Bir de Hürriyet’te habersizlik yüzünden İlyas Tüfekçi’nin transfer olasılığıyla ilgili birşey yazmıştım, yığınla sahici haberimden daha büyük girmişti…
-Birçok spor kitabına da imza attınız? Türk basını spor kitabı yazmada yeterince üretken olamadı. Bunun sebepleri size göre nelerdir?
Çakır: İki temel neden var: Birincisi, gazeteciliğin günlük bir hayhuy şeklinde yapılması, kitap yazma işinin gerektirdiği çalışma ciddiyeti, disiplin ve planlamaya aykırı bir durum. Dikkat ederseniz tv yorumcularının bile pek azı derli-toplu konuşabiliyor, yani fikir ve anlatım donanımından yoksunlar, böyle bir becerileri yok. O zaman kitap da yazamazlar. Keşke ‘Kitap yazmak şunu ister’ ifadesindeki şunu yerine doğru sözcüğü yazmak mümkün olabilseydi! İkincisi, Çetin Altan üstadın deyişiyle toplum yazarı ödemiyor! Yani yazdığınız size birşey kazandırmıyor. 2000’de çıkan ‘O Bir İmparator’ kitabımla ilgili araştırma aşamasında en az 15 bin lira harcadım. Yazma emeğimi bir yana bırakıyorum. İki baskı yapan kitap için toplam 1 500 lira aldım. (Üstelik hakarete de uğradım: Hıncal ağabey bununla ilgili olarak ‘Uyanığın biri de Terim’in başarısını paraya tahvil etmek istedi’ ifadesini kullanabildi!) Ödüller filan kazanmış 10 kitabım var, bunlardan şu kadar para kazandım, diyebilecek durumda değilim. Kitaba değer verilen bir ülkede yaşasak durum çok farklı olabilirdi.
– Bugün hangi spor yazarlarını beğeniyorsunuz? Her gün hangi gazeteleri mutlaka okursunuz?
Çakır: İşimiz gereği hepsini okumaya çalışıyorum. Mehmet Demirkol kardeşim bizim işte yeni bir dönemin başlatıcısı oldu. Ortalama laflara dayalı yorumculuğu gömdü Mehmet, ölçülebilir değerler üzerinden konuşmak ve yazmak gerektiğini ortaya koydu… Uğur Meleke genç yaşına karşın ‘tek geçerim’ diyebileceğim spor yazarı durumunda… NTV’deki bütün arkadaşlarımın ve Mert Aydın’ın adını anmalıyım… Yiğiter Uluğ’dan Uğur Vardan ve Bağış Erten’e hemen tüm Radikalcilerin beynimdeki ve gönlümdeki yerleri ayrıdır. Ustalardan Attila Gökçe ve işini adam gibi yapma çabası içindeki bütün arkadaşlarımın başımın üzerinde yeri var. TRT eğitiminden geçen bütün arkadaşlarımın mesleklerini gerektiği gibi yaptıklarına ve yapacaklarına kefilim. Ancak çeşitli nedenlerle meslektaş olarak görmediklerimin sayısı çok daha fazla.
– Okurlarla olan ilişkilerinizle bitirelim. Geçmişte nasıldı, şimdi nasıl?
Çakır: Okurla ilişkileri en iyi spor yazarı benim, iddiasında bulunsam pek de abartı olmaz. Bu, geçmişte de böyleydi bugün de öyle… Bana gelen maillerin tümüne yanıt vermeye çalışırım. İçlerinde insanı dehşete düşürecek suçlamaların yer aldığı mailler de olabiliyor. İş, küfür ve hakaret boyutuna varmamışsa umursamıyorum, böyleleri için de sifonu çekmekten başka çare kalmayabiliyor… İlişkiler, olaylara bağlı olarak da değişik boyutlar kazanabiliyor. Örneğin, şike sürecinde Fenerbahçeli taraftarlardan gelen mailler tahammül edilebilecek gibi değildi. Aylarca konuyla ilgili tek satır bile yazmamış olmanız bir şeyi değiştirmeyebiliyordu. Dayanaksız suçlamalar, zırva birtakım iddialar ve tehditler insanı bezdiriyor… Bir de tabii hemen herkesin futboldan anladığı iddiasında oluşu, insanı çok yorabiliyor. Anlama hastalığını bir yana bırakıp bu işten zevk almaya çalışsanız, şeklindeki uyarılar pek para etmeyebiliyor… Galatasaray düşmanı olduğum, Fenerbahçe’yi, Beşiktaş’ı, Trabzonspor’u tuttuğum yolunda suçlamalar da olabiliyor. Beni Ahmet Çakar sanıp ‘ben senin hakemliğini de beğenmezdim’ türünden iltifat edenlere de rastlanabiliyor…