Ekonomi bildirgesini açıklayan Gelecek Partisi, krizin kaynağı olarak Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ı işaret etti.
Gelecek Partisi Genel Başkan Danışmanı İbrahim Turhan, Hazine ve Maliye Politikaları Başkanı Serkan Özcan, Hazine ve Maliye Politikaları Başkanlığı üyesi Kerim Rota ve Ticaret Politikaları Başkanı Mustafa Mente’nin açıkladıkları ekonomi bildirgesinde, “Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizin sorumlusu ekonomi yönetimidir, Hazine ve Maliye Bakanı bu tablonun oluşmasında birinci dereceden sorumludur” ifadeleri dikkat çekti.
Bildiride aynı zamanda, “Toplumun bütün kesimleri ekonomideki kriz ortamını bizzat yaşarken bu gerçeği inkâr etmek, yönetime olan güveni sarsmaktan başka bir şeye yaramaz. Yaşanan ekonomik krizi, varlığını inkâr ederek yönetemeyiz” denildi.
Partinin ekonomi bildirisinde ekonomideki sorunların aşılabileceğine değinildi ve, “Siyasetimizin temel amacı insan onurunu korumak ve yüceltmektir” vurgusu yapıldı.
Bildiride şu tespitler sıralandı:
“Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizin sorumlusu ekonomi yönetimidir, Hazine ve Maliye Bakanı bu tablonun oluşmasında birinci dereceden sorumludur. Gelecek Partisi olarak krizin sebeplerini de çözümlerini de biliyoruz. Türkiye yakın tarihinin en yakıcı iktisadi krizini yaşıyor. Hükümet pembe bir tablo çizmeye çalışıyor olsa da, resmi rakamlar bile bunu desteklemiyor.
Hafriyat, AVM, Rezidans üçgeninin rant düzeni kişi başına milli geliri 2007’nin altına getirdi.
2002 yılında AK partiyi iktidara getiren temel dinamik, bir önceki on yılın Türkiye’nin kayıp yılları olmasıydı. Gerçekten de 2000 yılında kişi başı milli gelirimiz hemen hemen 1990’daki seviyesindeydi. Türkiye olduğu yerde saymış, milyonlarca insan hayatlarının on yılını kaybetmişti. Aynı tabloya bugün baktığımızda ne yazık ki daha vahim bir gerçekle karşı karşıyayız. 2019 sonunda kişi başına milli gelirimiz 2007 yılının gerisine düştü. Türkiye bugün kişi başına gelirde 2007’den daha fakirdir. Gayrisafi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) bileşimine baktığımızda bu ürkütücü resmin ayrıntıları da belirginleşiyor; reel olarak yatırımlar iki buçuk yıl önceki, hanehalkının tüketimi iki yıl önceki seviyelerinde. Büyümeyi hafriyat, AVM, rezidans üçgeninde taşa toprağa gömen rant anlayışının Türkiye’yi getirdiği nokta bu.
Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizin sorumlusu ekonomi yönetimidir, Hazine ve Maliye Bakanı bu tablonun oluşmasında birinci dereceden sorumludur. Gelecek Partisi olarak krizin sebeplerini de çözümlerini de biliyoruz.
Tüketimde ivme kaybetmemizin sebeplerinden biri kuşkusuz işsizlik ve gelir dağılımındaki bozulma. İşsizlik ile ilgili rakamlar yaşanan toplumsal trajedinin boyutlarını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor; tarım dışı işsizlik yüzde 16, genç nüfusta işsizlik yüzde 26; yani kentlerimizdeki her altı kişiden biri, dört gencimizden biri çalışmak isteyip iş arıyor ama bulamıyor. Ülkemizin geleceği açısından daha büyük bir tehdit ise bizim “ev gençleri” adını verdiğimiz ne eğitim alan ne çalışan ne de staj gören 15-29 yaş arası gençlerimizin durumu. Normalde Türkiye’nin yarınını şekillendirecek, geleceğimizin umudu olması gereken bu gençlerimiz ne yazık ki yaşamlarının en değerli döneminde eğitimden de istihdam olanaklarından da yoksun. Ev Gençlerimizin sayısı 5 milyon 6 693 bin, yani her üç gencimizden biri bu durumda.
İşsizlikte tablo böyleyken maalesef çalışanlarımız da çarpık gelir dağılımının kurbanı olmuş durumda. Nüfusun en zengin yüzde 10’unun geliri Avro bölgesi ortalaması seviyesindeyken en alt gelir dilimindeki 16 milyon insanımız Bangladeş koşullarında bir yaşam sürdürmeye çalışıyor. Ücret gelirlerinin GSYH içindeki payı OECD ülkeleri ortalamasında yüzde 62’ye, dünyada yüzde 52’ye yakın iken Türkiye’de aynı oran yüzde 36,5. Asgari ücretimizin düzeyi, çalışanlarımız açısından da istihdam üzerindeki vergi ve prim yükleri sebebiyle işverenlerimiz açısından da sorun teşkil ediyor.
Bugünkü anlayışla, neresinden bakarsanız bakın bir açmazla karşı karşıyayız. Asgari ücretin düzeyi üzerinden tartışma devam ededursun sorunun bir başka boyutu gelir için alt sınırı oluşturması gereken asgari ücretin Türkiye’de yaşam standardı haline gelmiş olması. Çalışanların yüzde 83’ü 2.000-4.000 arasında ücret ile çalışıyor. Ortanca ücret 2.500 TL, bir başka deyişle her iki çalışanımızdan biri 2.500 TL ve altı ücretle yaşam mücadelesi veriyor. 17 yıl önce yoksullukla mücadele edecekleri vaadiyle iktidara gelenler son üç yılda yoksulluğu milletimizin yaşam biçimi haline getirmiş olmalarının utancını duymalıdır.
Büyümede, işsizlikte ve gelir dağılımında karşı karşıya olduğumuz bu ürkütücü tabloyu daha vahim hale getiren ise hayat pahalılığı. Bir Hükümetin topluma karşı işleyebileceği en büyük ekonomik suç yüksek enflasyona göz yummaktır. Son üç yılda birikimli tüketici fiyatları enflasyonu yüzde 50’nin üzerinde gerçekleşmiştir. Yine aynı dönemde, hayat pahalılığı açısından sabit gelirliler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerini daha yakından ilgilendiren gıda enflasyonu %58, elektrik ve gaz enflasyonu ise sırasıyla %72 ve %63 olarak gerçekleşmiştir.
Yıllık enflasyon gelişmiş ekonomilerde yüzde 1,7 ve Türkiye’ye benzer ülkelerde yüzde 4,7 iken Hükümetin yüzde 20’lerden yüzde 10’lara düşürmekle övünüyor olması acıklı bir durumdur. Yıllık enflasyonun Türkiye’den yüksek olduğu ülkeler listesine bakınca (Suriye, Venezuela, Zimbabwe, Arjantin, Sudan, İran, Güney Sudan, Liberya, Haiti, Angola, Sierra Leone) Türkiye’nin beş yıl önceki vizyonu ile bugünkü gerçeği arasındaki gerilemeden üzüntü duymamak mümkün değildir.
Durumumuzu bu şekilde tespit ettikten sonra sorunun teşhisine gelmemiz gerekir. Teşhisi, Genel Başkanımız Sn. Ahmet Davutoğlu’nun 22 Nisan’da kamuoyuyla paylaştığı manifestomuzdan bir alıntı ile yapabiliriz; “Toplumun bütün kesimleri ekonomideki kriz ortamını bizzat yaşarken bu gerçeği inkâr etmek, yönetime olan güveni sarsmaktan başka bir şeye yaramaz. Yaşanan ekonomik krizi, varlığını inkâr ederek yönetemeyiz. Ekonomik krizin temelinde bir yönetim krizi yatmaktadır.
Ekonomi politikalarıyla ilgili kararların gerçeklikten uzak, piyasanın uygulamalarına ve ekonomi biliminin yasalarına aykırı biçimde alındığı, uygulamalarda keyfî ve tarafgir davranıldığı kanaati yayılmışsa yönetime olan güven kaybolur. Güven yeniden tesis edilmeden ekonomiyi düze çıkarmak mümkün değildir. Ekonomik başarı için ön şart hukukun üstünlüğünün hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde sağlanmasıdır. Rekabetçi bir ekonomi ve girişimci dostu bir yatırım ortamı ancak öngörülebilirliğin sağlandığı, kuralların herkese eşit uygulandığı ve mülkiyet hakkının güvence altına alındığı bir ortamda kurulabilir. Bu ise yargının tarafsız, bağımsız, hızlı, etkin ve hepsinden önemlisi evrensel hukuka uygun işlediği hukuk devletinde mümkündür.”