Haklarındaki asılsız suçlamalarla 113 gündür Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan gazeteciler Tunca Öğreten ve Mahir Kanaat, BirGün’e gönderdikleri mektupla mahpus günlerini anlattılar.
Öğreten’in kaleme aldığı ve Kanaat’in resimlediği hikaye şöyle:
Eşkıya… Hani şu Yavuz Turgul, Şener Şen, Uğur Yücel üçlüsünün Türkiye sinemasına dirilttiği enfes film. O film Yücel’in canlandırdığı Cumali’nin ölümüne dair bir sahne vardır. Cumali vurulmuş, Eşkıya’nın kollarında ölümü beklemektedir ve sorar: “Ölecek miyim?’’ Eşkıya yanıt verir: “Korkma sadece toprağa gideceksin… Sonra toprak olacaksın… Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin… Oradan özüne ulaşacaksın… Çiçeğin özüne bir arı konacak… Belki… belki o arı ben olacağım.’’
Meslektaşlarım Mahir ve siyasi hükümlü Özgür Göcek ile Silivri’nin dört duvarı arasında dördüncü ayımızdayız. Baharın yazı, tomurcukların filizlenmeyi, kuşların yeni yuvalarında şarkılar söylemeyi beklemesi gibi devinim olanca hızıyla seyir ederken bir müzice gerçekleşiyor; Cumali gibi bir çiçekle yeniden doğuyoruz.
17 adamlık avlumuzun üzerinde yükselen, dikenli tellerle çevrili duvarın kuytularında dolaşmaya başlıyor serçeler. Belli ki yuva arayışındalar. Popülasyon giderek artıyor. Daha önce burun kıvırdığımız bulgur pilavını, hücremizde tüm güzelliklerinden mahkum kalışımıza inat, serçeleri ve şarkılarını kalbimize bağlayarak kalıcı kılmak.
Özgür, kesip biçerek ilkel bir yemlik haline getirdiği 5 litrelik su bidonu ile bulgurları, kuşların yuva arayışında olduğu 10 metrelik duvarın üzerine atıyor. Kuşlar bir anda tüm açlıklarıyla bulgura hücum ediyorlar. Bu güven veren ritüele bulgur geldikçe devam ediyoruz. Ne mutlu ki, Silivri yönetiminin favori yemeği: Bulgur. Bir hafta sonra kuşların, dikenli tellerin sabitlendiği dirseklerin arasına yuva yaptığına şahit oluyoruz. Hem de öyle kuru kuruya değil… Silivri’nin yeşillere, çiçeklere bahara merhaba dediği arsalarından çalı, çırpı toplayarak yapıyor bunu. Hummalı bir telaş başlıyor güneşin doğuşuyla. Her sabah şarkılarla uyandırıyorlar bizi ve ta ki güneş batana dek devam ediyorlar yuvalarına inşa etmeye. Hayata tutunmak böyle bir şey.. Mevsime ayak uydurmak için sürekli yer değiştiren Yörük’ler geliyor aklıma… Kentleri yıkıldığı için hayatı devam ettirmek adına göç eden Cizreliler… Suriye topraklarında dönen vahşi oyundan kurtulmak için kendilerini öldüresiye plastik bota atan Arap çocukla geliyor aklıma… Hayatta bir şekilde devam ediyor işte, ölüme direniyor.
Bu hummalı yuva yapma çalışması, ister istemez bize günlük temizlik aktivesi olarak geri dönüyor. Çünkü kuşların taşıdığı çalılar, yuvarlardan taşıp avlunun dört bir yanına saçılıyor. Bazen günde iki kez süpürmek zorunda kalıyoruz bahçemizi. Ancak öfkelenmiyoruz serçelere, sayelerinde beton dışında doğaya dair kalıntılar buluyoruz aralarında.
Yine serçelerin şarkılarıyla güne başladığımız bir sabah, Mahir’in sesi duyuluyor: “Tunca! Kuşların taşıdığı çalıları arasında bir tomurcuk var.’’ Avluda toplanıyoruz ve başlatıyoruz istikşafi görüşmeleri… “Karton bardağın içine su koyup tomurcuğu bekletsek mi?” diye soruyor Mahir. “Çalı, çırpıyı ufalayıp toprak haline getirebiliriz” diyorum. Özgür atılıyor hemen “Duvar diplerindeki yosunları da kullanalım, toprak gibi.” Bulgura bir teşekkür niteliği taşıyan tomurcuğu nazikçe alıp, başlıyoruz umut etmeye.
Kuşların getirdiği çalı, çırpıyı süpürmüyor biriktiriyoruz önce. Yeteri kadar biriktiğine kanaat varınca karton bardağın içinde sıkıştırıyoruz ve yalancı bir toprak tabakası oluşturuyoruz. Tomurcuğumuzun toprağın içine yerleştirip açması ümidiyle beklemeye başlıyoruz. Her akşam hücreye taşıyoruz saksı yerine koyduğumuz bardağı çünkü cezaevinde çiçek yetiştirmek yasak. Memurlar görürse el koyabilirler. Üç gün sonra inadımıza eşlik ediyor tomurcuk. Mahir’in sesini duyuyorum. “Açmış, ulen, açmış!”
Üç kafa diziliyoruz bardağın önüne. Kuşların gagasından betonumuza düşen tomurcuğun kökü, uydurduğumuz toprağa sımsıkı tutunmuş işte… Tepesindeki sarı kırçiçeği ile dimdik duruyor. Eğilme, bükülme yok! Dimdik! Tıpkı, elinde babası Mahir’in fotoğrafıyla İstiklal Caddesi’nde “Gazetecilik suç değildir” diye bağıran 6 yaşındaki Eylül gibi; tıpkı Silivri’nin dikenli telleri gölgesinde nikah memuruna ‘’evet’’ diye haykıran hayat arkadaşım Minez gibi…
Dimdik!
Haklarındaki asılsız suçlamalarla 113 gündür Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan gazeteciler Tunca Öğreten ve Mahir Kanaat, BirGün’e gönderdikleri mektupla mahpus günlerini anlattılar.
Öğreten’in kaleme aldığı ve Kanaat’in resimlediği hikaye şöyle:
Eşkıya… Hani şu Yavuz Turgul, Şener Şen, Uğur Yücel üçlüsünün Türkiye sinemasına dirilttiği enfes film. O film Yücel’in canlandırdığı Cumali’nin ölümüne dair bir sahne vardır. Cumali vurulmuş, Eşkıya’nın kollarında ölümü beklemektedir ve sorar: “Ölecek miyim?’’ Eşkıya yanıt verir: “Korkma sadece toprağa gideceksin… Sonra toprak olacaksın… Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin… Oradan özüne ulaşacaksın… Çiçeğin özüne bir arı konacak… Belki… belki o arı ben olacağım.’’
Meslektaşlarım Mahir ve siyasi hükümlü Özgür Göcek ile Silivri’nin dört duvarı arasında dördüncü ayımızdayız. Baharın yazı, tomurcukların filizlenmeyi, kuşların yeni yuvalarında şarkılar söylemeyi beklemesi gibi devinim olanca hızıyla seyir ederken bir müzice gerçekleşiyor; Cumali gibi bir çiçekle yeniden doğuyoruz.
17 adamlık avlumuzun üzerinde yükselen, dikenli tellerle çevrili duvarın kuytularında dolaşmaya başlıyor serçeler. Belli ki yuva arayışındalar. Popülasyon giderek artıyor. Daha önce burun kıvırdığımız bulgur pilavını, hücremizde tüm güzelliklerinden mahkum kalışımıza inat, serçeleri ve şarkılarını kalbimize bağlayarak kalıcı kılmak.
Özgür, kesip biçerek ilkel bir yemlik haline getirdiği 5 litrelik su bidonu ile bulgurları, kuşların yuva arayışında olduğu 10 metrelik duvarın üzerine atıyor. Kuşlar bir anda tüm açlıklarıyla bulgura hücum ediyorlar. Bu güven veren ritüele bulgur geldikçe devam ediyoruz. Ne mutlu ki, Silivri yönetiminin favori yemeği: Bulgur. Bir hafta sonra kuşların, dikenli tellerin sabitlendiği dirseklerin arasına yuva yaptığına şahit oluyoruz. Hem de öyle kuru kuruya değil… Silivri’nin yeşillere, çiçeklere bahara merhaba dediği arsalarından çalı, çırpı toplayarak yapıyor bunu. Hummalı bir telaş başlıyor güneşin doğuşuyla. Her sabah şarkılarla uyandırıyorlar bizi ve ta ki güneş batana dek devam ediyorlar yuvalarına inşa etmeye. Hayata tutunmak böyle bir şey.. Mevsime ayak uydurmak için sürekli yer değiştiren Yörük’ler geliyor aklıma… Kentleri yıkıldığı için hayatı devam ettirmek adına göç eden Cizreliler… Suriye topraklarında dönen vahşi oyundan kurtulmak için kendilerini öldüresiye plastik bota atan Arap çocukla geliyor aklıma… Hayatta bir şekilde devam ediyor işte, ölüme direniyor.
Bu hummalı yuva yapma çalışması, ister istemez bize günlük temizlik aktivesi olarak geri dönüyor. Çünkü kuşların taşıdığı çalılar, yuvarlardan taşıp avlunun dört bir yanına saçılıyor. Bazen günde iki kez süpürmek zorunda kalıyoruz bahçemizi. Ancak öfkelenmiyoruz serçelere, sayelerinde beton dışında doğaya dair kalıntılar buluyoruz aralarında.
Yine serçelerin şarkılarıyla güne başladığımız bir sabah, Mahir’in sesi duyuluyor: “Tunca! Kuşların taşıdığı çalıları arasında bir tomurcuk var.’’ Avluda toplanıyoruz ve başlatıyoruz istikşafi görüşmeleri… “Karton bardağın içine su koyup tomurcuğu bekletsek mi?” diye soruyor Mahir. “Çalı, çırpıyı ufalayıp toprak haline getirebiliriz” diyorum. Özgür atılıyor hemen “Duvar diplerindeki yosunları da kullanalım, toprak gibi.” Bulgura bir teşekkür niteliği taşıyan tomurcuğu nazikçe alıp, başlıyoruz umut etmeye.
Kuşların getirdiği çalı, çırpıyı süpürmüyor biriktiriyoruz önce. Yeteri kadar biriktiğine kanaat varınca karton bardağın içinde sıkıştırıyoruz ve yalancı bir toprak tabakası oluşturuyoruz. Tomurcuğumuzun toprağın içine yerleştirip açması ümidiyle beklemeye başlıyoruz. Her akşam hücreye taşıyoruz saksı yerine koyduğumuz bardağı çünkü cezaevinde çiçek yetiştirmek yasak. Memurlar görürse el koyabilirler. Üç gün sonra inadımıza eşlik ediyor tomurcuk. Mahir’in sesini duyuyorum. “Açmış, ulen, açmış!”
Üç kafa diziliyoruz bardağın önüne. Kuşların gagasından betonumuza düşen tomurcuğun kökü, uydurduğumuz toprağa sımsıkı tutunmuş işte… Tepesindeki sarı kırçiçeği ile dimdik duruyor. Eğilme, bükülme yok! Dimdik! Tıpkı, elinde babası Mahir’in fotoğrafıyla İstiklal Caddesi’nde “Gazetecilik suç değildir” diye bağıran 6 yaşındaki Eylül gibi; tıpkı Silivri’nin dikenli telleri gölgesinde nikah memuruna ‘’evet’’ diye haykıran hayat arkadaşım Minez gibi…
Dimdik!
Haklarındaki asılsız suçlamalarla 113 gündür Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan gazeteciler Tunca Öğreten ve Mahir Kanaat, BirGün’e gönderdikleri mektupla mahpus günlerini anlattılar.
Öğreten’in kaleme aldığı ve Kanaat’in resimlediği hikaye şöyle:
Eşkıya… Hani şu Yavuz Turgul, Şener Şen, Uğur Yücel üçlüsünün Türkiye sinemasına dirilttiği enfes film. O film Yücel’in canlandırdığı Cumali’nin ölümüne dair bir sahne vardır. Cumali vurulmuş, Eşkıya’nın kollarında ölümü beklemektedir ve sorar: “Ölecek miyim?’’ Eşkıya yanıt verir: “Korkma sadece toprağa gideceksin… Sonra toprak olacaksın… Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin… Oradan özüne ulaşacaksın… Çiçeğin özüne bir arı konacak… Belki… belki o arı ben olacağım.’’
Meslektaşlarım Mahir ve siyasi hükümlü Özgür Göcek ile Silivri’nin dört duvarı arasında dördüncü ayımızdayız. Baharın yazı, tomurcukların filizlenmeyi, kuşların yeni yuvalarında şarkılar söylemeyi beklemesi gibi devinim olanca hızıyla seyir ederken bir müzice gerçekleşiyor; Cumali gibi bir çiçekle yeniden doğuyoruz.
17 adamlık avlumuzun üzerinde yükselen, dikenli tellerle çevrili duvarın kuytularında dolaşmaya başlıyor serçeler. Belli ki yuva arayışındalar. Popülasyon giderek artıyor. Daha önce burun kıvırdığımız bulgur pilavını, hücremizde tüm güzelliklerinden mahkum kalışımıza inat, serçeleri ve şarkılarını kalbimize bağlayarak kalıcı kılmak.
Özgür, kesip biçerek ilkel bir yemlik haline getirdiği 5 litrelik su bidonu ile bulgurları, kuşların yuva arayışında olduğu 10 metrelik duvarın üzerine atıyor. Kuşlar bir anda tüm açlıklarıyla bulgura hücum ediyorlar. Bu güven veren ritüele bulgur geldikçe devam ediyoruz. Ne mutlu ki, Silivri yönetiminin favori yemeği: Bulgur. Bir hafta sonra kuşların, dikenli tellerin sabitlendiği dirseklerin arasına yuva yaptığına şahit oluyoruz. Hem de öyle kuru kuruya değil… Silivri’nin yeşillere, çiçeklere bahara merhaba dediği arsalarından çalı, çırpı toplayarak yapıyor bunu. Hummalı bir telaş başlıyor güneşin doğuşuyla. Her sabah şarkılarla uyandırıyorlar bizi ve ta ki güneş batana dek devam ediyorlar yuvalarına inşa etmeye. Hayata tutunmak böyle bir şey.. Mevsime ayak uydurmak için sürekli yer değiştiren Yörük’ler geliyor aklıma… Kentleri yıkıldığı için hayatı devam ettirmek adına göç eden Cizreliler… Suriye topraklarında dönen vahşi oyundan kurtulmak için kendilerini öldüresiye plastik bota atan Arap çocukla geliyor aklıma… Hayatta bir şekilde devam ediyor işte, ölüme direniyor.
Bu hummalı yuva yapma çalışması, ister istemez bize günlük temizlik aktivesi olarak geri dönüyor. Çünkü kuşların taşıdığı çalılar, yuvarlardan taşıp avlunun dört bir yanına saçılıyor. Bazen günde iki kez süpürmek zorunda kalıyoruz bahçemizi. Ancak öfkelenmiyoruz serçelere, sayelerinde beton dışında doğaya dair kalıntılar buluyoruz aralarında.
Yine serçelerin şarkılarıyla güne başladığımız bir sabah, Mahir’in sesi duyuluyor: “Tunca! Kuşların taşıdığı çalıları arasında bir tomurcuk var.’’ Avluda toplanıyoruz ve başlatıyoruz istikşafi görüşmeleri… “Karton bardağın içine su koyup tomurcuğu bekletsek mi?” diye soruyor Mahir. “Çalı, çırpıyı ufalayıp toprak haline getirebiliriz” diyorum. Özgür atılıyor hemen “Duvar diplerindeki yosunları da kullanalım, toprak gibi.” Bulgura bir teşekkür niteliği taşıyan tomurcuğu nazikçe alıp, başlıyoruz umut etmeye.
Kuşların getirdiği çalı, çırpıyı süpürmüyor biriktiriyoruz önce. Yeteri kadar biriktiğine kanaat varınca karton bardağın içinde sıkıştırıyoruz ve yalancı bir toprak tabakası oluşturuyoruz. Tomurcuğumuzun toprağın içine yerleştirip açması ümidiyle beklemeye başlıyoruz. Her akşam hücreye taşıyoruz saksı yerine koyduğumuz bardağı çünkü cezaevinde çiçek yetiştirmek yasak. Memurlar görürse el koyabilirler. Üç gün sonra inadımıza eşlik ediyor tomurcuk. Mahir’in sesini duyuyorum. “Açmış, ulen, açmış!”
Üç kafa diziliyoruz bardağın önüne. Kuşların gagasından betonumuza düşen tomurcuğun kökü, uydurduğumuz toprağa sımsıkı tutunmuş işte… Tepesindeki sarı kırçiçeği ile dimdik duruyor. Eğilme, bükülme yok! Dimdik! Tıpkı, elinde babası Mahir’in fotoğrafıyla İstiklal Caddesi’nde “Gazetecilik suç değildir” diye bağıran 6 yaşındaki Eylül gibi; tıpkı Silivri’nin dikenli telleri gölgesinde nikah memuruna ‘’evet’’ diye haykıran hayat arkadaşım Minez gibi…
Dimdik!
Haklarındaki asılsız suçlamalarla 113 gündür Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan gazeteciler Tunca Öğreten ve Mahir Kanaat, BirGün’e gönderdikleri mektupla mahpus günlerini anlattılar.
Öğreten’in kaleme aldığı ve Kanaat’in resimlediği hikaye şöyle:
Eşkıya… Hani şu Yavuz Turgul, Şener Şen, Uğur Yücel üçlüsünün Türkiye sinemasına dirilttiği enfes film. O film Yücel’in canlandırdığı Cumali’nin ölümüne dair bir sahne vardır. Cumali vurulmuş, Eşkıya’nın kollarında ölümü beklemektedir ve sorar: “Ölecek miyim?’’ Eşkıya yanıt verir: “Korkma sadece toprağa gideceksin… Sonra toprak olacaksın… Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin… Oradan özüne ulaşacaksın… Çiçeğin özüne bir arı konacak… Belki… belki o arı ben olacağım.’’
Meslektaşlarım Mahir ve siyasi hükümlü Özgür Göcek ile Silivri’nin dört duvarı arasında dördüncü ayımızdayız. Baharın yazı, tomurcukların filizlenmeyi, kuşların yeni yuvalarında şarkılar söylemeyi beklemesi gibi devinim olanca hızıyla seyir ederken bir müzice gerçekleşiyor; Cumali gibi bir çiçekle yeniden doğuyoruz.
17 adamlık avlumuzun üzerinde yükselen, dikenli tellerle çevrili duvarın kuytularında dolaşmaya başlıyor serçeler. Belli ki yuva arayışındalar. Popülasyon giderek artıyor. Daha önce burun kıvırdığımız bulgur pilavını, hücremizde tüm güzelliklerinden mahkum kalışımıza inat, serçeleri ve şarkılarını kalbimize bağlayarak kalıcı kılmak.
Özgür, kesip biçerek ilkel bir yemlik haline getirdiği 5 litrelik su bidonu ile bulgurları, kuşların yuva arayışında olduğu 10 metrelik duvarın üzerine atıyor. Kuşlar bir anda tüm açlıklarıyla bulgura hücum ediyorlar. Bu güven veren ritüele bulgur geldikçe devam ediyoruz. Ne mutlu ki, Silivri yönetiminin favori yemeği: Bulgur. Bir hafta sonra kuşların, dikenli tellerin sabitlendiği dirseklerin arasına yuva yaptığına şahit oluyoruz. Hem de öyle kuru kuruya değil… Silivri’nin yeşillere, çiçeklere bahara merhaba dediği arsalarından çalı, çırpı toplayarak yapıyor bunu. Hummalı bir telaş başlıyor güneşin doğuşuyla. Her sabah şarkılarla uyandırıyorlar bizi ve ta ki güneş batana dek devam ediyorlar yuvalarına inşa etmeye. Hayata tutunmak böyle bir şey.. Mevsime ayak uydurmak için sürekli yer değiştiren Yörük’ler geliyor aklıma… Kentleri yıkıldığı için hayatı devam ettirmek adına göç eden Cizreliler… Suriye topraklarında dönen vahşi oyundan kurtulmak için kendilerini öldüresiye plastik bota atan Arap çocukla geliyor aklıma… Hayatta bir şekilde devam ediyor işte, ölüme direniyor.
Bu hummalı yuva yapma çalışması, ister istemez bize günlük temizlik aktivesi olarak geri dönüyor. Çünkü kuşların taşıdığı çalılar, yuvarlardan taşıp avlunun dört bir yanına saçılıyor. Bazen günde iki kez süpürmek zorunda kalıyoruz bahçemizi. Ancak öfkelenmiyoruz serçelere, sayelerinde beton dışında doğaya dair kalıntılar buluyoruz aralarında.
Yine serçelerin şarkılarıyla güne başladığımız bir sabah, Mahir’in sesi duyuluyor: “Tunca! Kuşların taşıdığı çalıları arasında bir tomurcuk var.’’ Avluda toplanıyoruz ve başlatıyoruz istikşafi görüşmeleri… “Karton bardağın içine su koyup tomurcuğu bekletsek mi?” diye soruyor Mahir. “Çalı, çırpıyı ufalayıp toprak haline getirebiliriz” diyorum. Özgür atılıyor hemen “Duvar diplerindeki yosunları da kullanalım, toprak gibi.” Bulgura bir teşekkür niteliği taşıyan tomurcuğu nazikçe alıp, başlıyoruz umut etmeye.
Kuşların getirdiği çalı, çırpıyı süpürmüyor biriktiriyoruz önce. Yeteri kadar biriktiğine kanaat varınca karton bardağın içinde sıkıştırıyoruz ve yalancı bir toprak tabakası oluşturuyoruz. Tomurcuğumuzun toprağın içine yerleştirip açması ümidiyle beklemeye başlıyoruz. Her akşam hücreye taşıyoruz saksı yerine koyduğumuz bardağı çünkü cezaevinde çiçek yetiştirmek yasak. Memurlar görürse el koyabilirler. Üç gün sonra inadımıza eşlik ediyor tomurcuk. Mahir’in sesini duyuyorum. “Açmış, ulen, açmış!”
Üç kafa diziliyoruz bardağın önüne. Kuşların gagasından betonumuza düşen tomurcuğun kökü, uydurduğumuz toprağa sımsıkı tutunmuş işte… Tepesindeki sarı kırçiçeği ile dimdik duruyor. Eğilme, bükülme yok! Dimdik! Tıpkı, elinde babası Mahir’in fotoğrafıyla İstiklal Caddesi’nde “Gazetecilik suç değildir” diye bağıran 6 yaşındaki Eylül gibi; tıpkı Silivri’nin dikenli telleri gölgesinde nikah memuruna ‘’evet’’ diye haykıran hayat arkadaşım Minez gibi…
Dimdik!