Yazar, romancı ve belgeselci Herkül Millas, Fethullah Gülen’in vefatı sonrası, 2003 yılında yazarı olduğu ve 15 Temmuz’dan sonra KHK ile kapatılan Zaman gazetesinde yayımladığı bir yazı ve bu yazıya Gülen’in benzer yaklaşımını Velev okurları için paylaştı. “Fethullah Gülen’ı tanıma fırsatım olmadı. Ama ilginçtir bir noktada bir metin aracılığı ile yollarımız keşişti” ifadelerini kullandı.
‘‘Fethullah Gülen’ı tanıma fırsatım olmadı. Ama ilginçtir bir noktada bir metin aracılığı ile yollarımız keşişti. Şöyle: 22 Temmuz 2003 tarihinde Zaman gazetesinde milliyetçiliği eleştiren bir yazım çıkmıştı ve oldukça sert eleştirilere de neden olmuştu; hem bana karşı hem Zaman’a karşı. Milliyetçilik karşıtı yazımda bu ideolojiyi hiciv yolu ile hastalığa benzetmiştim.
Beni yeren okurlar ve yazarlar olduğu gibi görüşüme katılanlar da oldu. 18 Ocak 2004 tarihinde Zaman’da yayınlanan Fethullah Gülen’in “Paranoya” başlıklı yazısı benim görüşlerimi destekler gibiydi. Benim “hastalığın belirtileri” diye sıraladığım özellikler –aşırı şüphe, güvensizlik, gurur, her yerde düşman görme eğilimi, kan dökme, delililik gibi özellikler– bu yazıda da sıralanıyordu. Yalnız milliyetçilik değil, bunlara paranoya deniliyordu.
Bu davranışı cesur bir hareket saydım. O sürede milliyetçiliğe açıkça karşı çıkanlar pek yoktu. Bu olayı yayınladığım bir kitabımda –Zamandan Bir Ses– ayrıntılarıyla açıkladım.
Milliyetçilik konusunda Zaman Gazetesi’nde çıkan bir yazım aleyhte yazılara neden oldu. Burada önce benim yazımı sonra bu yazıya tepkileri bulacaksınız. Lehte olan yazılar da en sonda. Bu konuyu Zamandan Bir Ses adlı kitabımda ayrıntılı bir biçimde anlattım ve yorumladım. Herkül Millas’ın Türkiye’de tartışmalara neden olan yazısı ve Fethullah Gülen’in aynı çerçevede yazdığı yazısı şöyle:
22/7/2003, MİLLİYETÇİLİK
“Bir hastalıktır. Bulaşıcıdır. Bir yörede çıkar ama her yana yayılabilir. Temasla bulaşır. Ağızdan ağza, hatta kulaktan kulağa bile geçer birinden ötekine. İnsanların bir mikroptan mı, bir virüsten mi, yoksa psikolojik nedenlerden mi etkilendiği hâlâ tartışılmaktadır ama hastalığın belirtileri ve sonuçları kesin bilinmektedir.
Önce insanın ateşi hafifçe yükselir, başı döner, dengesi bozulur. Hasta adayı kendini yoklamaya, ‘bize ne oluyor?’ demeye başlar. Aynı hastalık belirtilerini taşıyanlarla bir araya gelip konsültasyon yaparlar, tartışırlar. Bunu en iyi aydınlar yapar. Zaten bu hastalık en fazla aydınlarda görülür. Gittikçe artan bir biçimde ‘biz’ demeye başlarlar: bize ne olacak, biz bize kaldık, bize neden herkes ters bakıyor, biz ne yapmalıyız biçiminde. Bu ilk belirtidir.
Bu semptomlara bulaşmayanlara kuşku ile bakmaları ikinci belirtidir. Kuşku duygusu gittikçe artar ve çeşitli alanlara yayılır. Hastalanmayanlar kaygı ve şüphe ile karşılanır. İlk paranoya belirtileri bu aşamada belirir. Sonra ‘biz’ sayılmayan herkese karşı bir öfke belirir. Tansiyonları yükselir. Etrafta hep düşman görmeye başlarlar. Yüzlerde bir gerilim sezilir. Yürek atışları artar, bakışlar bir başka türlü olur, kararır, kanda adrenalin artar. Kimilerinde şiir yazma/okuma eğilimi görülür. Haykırışlı konuşmalar (nutuklar) atarlarken sesleri çok tiz çıkar.
Bir sonraki aşamada hastalar halüsinasyon görmeye başlar. ‘Biz’ diye nitelediği birliği aynı biçimde davranan robotlar olarak görmeye başlarlar. Bu birlik içinde fertler seçilemez olur. Bunun yalnız ruhsal bir bozukluktan olmadığını, görme yetisinin de önemli derecede azaldığını söyleyen doktorlar vardır. Artık bakışlar mecnun bakışı gibi sabittir; ama etrafı göremezler de: seçmeci bir görme biçimine geçerler. İşlerine geleni görürler işlerine gelmeyeni görmezler. Bu durumda gözlük kullanmak da yarar vermemiştir. Gözlükle tek sağlanan halüsinasyonları daha büyükçe görmek olmuştur.
‘Biz’ artık bir saplantı olmaya başlar. Ancak bu aşama hastanın en mutlu olduğu süredir. Kendisinin (ve grubunun) dünyanın en üstün, en seçme, en haklı, en güçlü, en güzel, en adil, en akıllı, en yaratıcı, en hoşgörülü ve hele en alçak gönüllü, kısaca en ‘en’ olduğuna inanır. Bu onda öylesine bir tatmin ve mutluluk sağlar ki, artık bu hastalıktan kurtulmak için en ufak bir isteği kalmaz. Bu aşamada uyuşturucu bağımlısı gibi davranır. Hastalığını mutluluk ve ‘yarar’ gibi algılar. Tedavi edilmek istemez, bu hastalıktan kurtulmasını söyleyenlere karşı da bir saldırganlık geliştirir. Anne ve babalarına, kardeş ve eşlerine karşı bu yüzden kin besleyenler bile görülmüştür. Bu aşamada ‘biz’ kategorisine hastanın yakınları hatta en yakın akrabaları dahil edilmeyebilip, binlerce yıl önce yaşamış bütünüyle hayali kimseler dahil edilebilir.
Artık hastamız duygular aleminden maalesef eyleme geçmektedir ki, bu etrafı ve insanlık için tehlikeli olmaktadır. Bir yanda kuşkuları ve güvensizliği, öte yanda kendisinin ve ‘biz’ dediği grubunun üstünlüğüne ve yanılmazlığına inandığı için çok sert ve acımasız olmaktadır. Bu hastaların haksızlıklar, cinayetler, hatta soykırımlar, katliamlar, etnik arındırmalar, zorunlu sürgünler, her türlü baskılar uyguladıkları görülmüştür. Her seferinde bütün bunlar, tabii, ‘biz’ adına yapılır ve onlarca meşru sayılır. Yani moral dünyalarında da bir dengesizlik görülür.
Ancak hastamız (yada hastalarımız) bu yaptıklarını her zaman hatırlamaz. Yani hastalık bir tür bellek kaybına da neden olmaktadır. Bir tür diyoruz çünkü başka bir alanda inanılmaz bir hafıza gücü gelişmektedir: düşman belledikleri kimselerin yaptıkları olumsuz davranışları hiç unutmazlar, hatta abartarak sürekli hatırlatırlar. Geceleri kabuslarında bu abartılı görüntüleri görürler ve sabahları uyandıklarında yüzleri daha da gerilimli olur. Düş ile gerçeği bütünüyle karıştırdıklarından onlarla bu alanda tutarlı ve yapıcı bir tartışma yapmanız olanaksızdır. Teskin edici ilaçlar bile bu kabusları engellememektedir.
Bu aşamada en iyisi onlardan uzak durmaktır. Uzak kalamayacaksanız, en azından onlara sataşmayın, onlarla tartışmayın, özellikle tahrik etmeyin. Semboller konusunda çok hassas olurlar, hemen tahrik olurlar. Örneğin renkler ve bazı renkli şekiller onları çok heyecanlandırır. Bazı aletler de: örneğin gücü ve öldürmeyi simgeleyen kılıç, kalkan, örs, pala gibi aletler onları saldırgan kılabilir. Her türlü yarışmayı, basit bir futbol oyununu bile, ‘bize’ karşı düşmanın başlattığı bir savaş gibi algılamaları bu hastalığın tipik belirtilerindendir.
Bu insanların çocukları ve yakınları da bir süre sonra aynı belirtileri taşıdığı sık görülmüştür. Tarih içinde kısa sürede hemen hemen bütün toplumun bu hastalığa salgın biçimde tutulduğu bile olmuştur. O zaman belli şarkılar söyleyerek (genellikle bunlara marş derler) ve çocuklar gibi şen, etrafa saldırırlar, önlerine çıkanı kırıp dökerek her yana koşuşmaya başlarlar. Bu davranışlarından gurur duyarlar. Bu yolda yakınlarının hatta kendilerinin de ölmesi onlar için hiç önemli değildir. (Belli ki bu aşama hastalığın hat safhasıdır!) Tek amaç etrafa güçlerini kabul ettirmektir. Yayılmaya güçleri yetmiyorsa, biraz kırgın ve oldukça ezik, bu mutlu anın ne zaman geleceğini heyecanla beklerler, bu günün hayaliyle yaşarlar. Bu arada hınçlarını güçleri kime yetiyorsa ondan çıkarırlar. ‘Biz’ saymadıkları tabii ilk kurbanlarıdır. Yani tek bela AIDS ve SARS değildir.”
ESER KARARKAŞ VE GÜLEN’DEN YAZILAR
Bu milliyetçilik tartışmasına katılmış ama benim dikkatimden kaçmış başkaları da herhalde vardır. Ama sanıyorum kaçırdıklarım azdır. Ayrıca şu ana kadar sergilenmiş olan yazılar aracılığı ile ileriye sürülen lehte ve aleyhte görüşler konusunda yeterince bir fikir edinmiş bulunuyoruz. Yalnız benim adımı anmadan ve dolaylı olarak bu tartışmaya, yine Zaman’da, katılan iki ismi anmam gerekiyor. Biri Eser Karakaş’tır. Yazısında (6.8.2003) milli devlet rolünün değiştiğini ve vergilendirme mantığının milli parlamentolar dışına kaydıkça ‘milliğin’ de zayıfladığını yazdı. Bu gelişmelerin ‘ulus-devlet düşmanlığı ile ilgisinin hiç olmadığını anlaşılması gerekiyor.’
İkinci yazıdan o kadar emin değilim. Yazı, bana ‘destek’ gibi geldi ama karar okuyucunundur. Fethullah Gülen Zaman’da ‘olaydan’ altı ay sonra (18.1.2004) yayınladığı ‘Paranoya’ adlı yazısındaki bazı cümleleri bana anlamlı geldi. Yazım ile benzerlikler gördüm. Yazı ‘paranoya’ kelimesini ‘milliyetçilik’ olarak değiştirerek okunduğunda iki yazı arasında benzerlikler az değil. Paranoik olanlar bu benzerliği nasıl açıklar bilemem ama bu yazı bana sürpriz gibi geldi. Yazıda, paranoik kimseler yavaş yavaş hastalanırlar, AIDS hastalığına yakalanmış gibi olurlar, güvensiz, kuşkulu, her yanda düşman gören, saldırgan, hastalıklarının bilincinde olmayan, ama aynı zamanda böbürlenen, herkesi aşağı gören kimselerdir denmektedir.
Bu yazıdan bazı cümleleri aşağıda aktarıyorum:
GÜLEN’İN YAZISINDAN BAZI BÖLÜMLER
“Bunları yapanlar ya kendileri de paranoyak, veya gâye ve hedeflerine ulaşabilmek için böyle toplumsal bir paranoyaya ihtiyaç hissediyorlar; bazen aldatabildikleri veya robotlaştırdıkları insanlarla şöyle–böyle bir terör estiriyor… Paranoya, her şeyden şüphe etme, şundan–bundan kötülük geleceği endişesi içinde bulunma, kendini güvensiz hissetme ve vehimle oturup kalkma hastalığı. Bazen buna, bencillik, kibir, gurur, yaptıklarını beğenme gibi hususların da inzimam etmesi söz konusu olur ki, artık o zaman böyle biri tam bir psikopat ve bir deli demektir. Hekimler, psikopatlar arasında paranoyak bünye gösterenlerle alâkalı bilhassa şu hususlara dikkat çekerler: Kendine fevkalâde değer verme; kibir, gurur ve çalım… gibi tavırlarla ‘ben’ hipertrofisi. Nihayet herkesi tutarsız ve güvensiz gördüğünden sosyal uyuşmazlık ve emniyetsizlik bunalımı…. Eksik veya tamam, onlara göre paranoya, bazen bu emârelerin hepsiyle, bazen de bir–ikisiyle kendini hissettirir ki; her zaman halkla beraber olsa da böyle birinin cinnetinde şüphe yoktur.
“Paranoya, müstaid ruhlarda hafiften başlar, yavaş yavaş gelişir; derken değişik telkin, tesir, evham bombardımanı ve yanlış muhâkeme sebebiyle zamanla tam bir cinnet–i mustatil halini alır ve kahreden bir evhama dönüşür: Böyle bir maraza yakalanan insan, zulme uğrayacağı vehmiyle oturur–kalkar; herkesin kendisi için kötülük plânladığı endişesiyle kıvranır durur.. ihtimallere hüküm bina ederek pek çok kimseyi potansiyel suçlu görmeye başlar ve böylelerini bertaraf etme stratejileri üretir; ‘Onlar bana zulmetmeden ben mutlaka onları ezmeliyim.’ diyerek masum insanlara karşı savaş ilan eder; kan döker, kan içer ve zamanla âdeta bir kanlı kâbus hâlini alır… Paranoya, bir korku, şüphe ve vehim hastalığı olarak bütün suiniyetlerin, suizanların da kaynağı gibidir. Onun ikliminde şekillenir bütün ayrıştırıcı düşünceler, ‘biz’ ve ‘ötekiler’ mülâhazaları.
“Elinden gelse bütün dünyayı hâkimiyeti altına almak ister; bir kere de bunu o mel’un kafasına koymuş ise, gerçekleştirmek için her çareye başvurur, her vesileyi değerlendirir ve gözünü kırpmadan her mesâvîyi rahatlıkla irtikâp edebilir: yalan söyler, âlemi aldatır veya aldatmaya çalışır; verdiği sözlerde durmaz, döner; emanete hıyanet eder, akla–hayale gelmedik entrikalar çevirir, cinayet işler; masum, gayri masum demeden herkesin kanına girer; icabında kendisi gibi düşünenleri bile öldürür; ne yapar yapar, sun’î düşman cepheleri oluşturur ve bütün bunlar insanları aldatmaya yetmediği takdirde ar, namus, şeref, hukuk, demokrasi, adalet, insan hakları demeden ‘Kuvvetin de lâyüs’el bir hakkı var.’ mülâhazasıyla yürür bir gece kaba kuvvetle hedef kitlenin üzerine…
“Evrensel değerlere sırt çevirme: Paranoyak hiçbir zaman evrensel insanî değerleri görmez ve görmek istemez. O, bu değerleri, hasım ilan ettiği cepheye karşı kullanabildiği takdirde dilden düşürmez; aksine, kendi kirli düşüncelerini gerçekleştirmeye engel gördüğünde de gözünü kırpmadan din, iman, kültür, ahlâk, hukuk her şeyi yerle bir eder, sonra da üzerinde tepinir…
“Paranoyak, aklen de, hissen de mâlûldür. Bu maraz hâli onda hem bir tabiat, hem de gâye gibidir; bu itibarla da, her zaman bir seciyesizlik örneği sergilemenin yanında, tıpkı bir kısım frengili veya AIDS’liler gibi sürekli virüsünü başkalarına da bulaştırma hummasıyla yaşar; yaşar ve bir paranoyaklar cephesi oluşturmak için elinden gelen her şeyi yapar: Yerinde kendine karşı mevhum düşmanlar üretir, yerinde hemen herkesin ciddi bir tehdit altında bulunduğu vehmini uyarır; gerekirse kendisi de bizzat, terör türü bir kısım eylemler tertip ederek saf kitleleri böyle bir tehdidin var olduğuna inandırır.
“Paranoyak tam bir delidir; ne var ki, o bunun farkında değildir. Aksine o, kendini akıllı ve bilgili sanır; dolayısıyla da kendinden başka herkesin bir mânâda beyinsiz ve muhâkemesiz olduğuna inanır. Öyle sansa ve öyle inansa da, hiçbir zaman onun mutlu olduğu söylenemez…
“Paranoyaya ihtiyacı olanlar… : Evet, ezenlerin, başkalarına hükmetmek isteyenlerin, gözlerine kestirdikleri değişik coğrafyaları işgal edenlerin toplum/toplumlar çapında böyle bir paranoyaya ihtiyaçları var. Kinin, nefretin, hırsın, din düşmanlığının delirttiği bu insanların, idare etmeyi düşledikleri kimseleri korkutarak, ürküterek, telâşlandırarak, vehim ve hezeyâna sürükleyerek kendilerine benzetmeye çalışmaları bence bu cinnet mantığına göre normaldir. Aslında böylelerinden başka bir şey beklemek de aldanmışlık olur.”
SON SÖZ
Bu tartışma benim için öğretici olmuştur. Bu “tartışmanın” Türkiye’de kimlerin “milliyetçilik” denebilecek ideoloji ile ne tür bir ilişki içinde olduklarını göstermesi açısından başkaları için de öğretici olacağını umuyorum. Yukarıdaki “tartışmanın” ayrıntılı bir yorumu Zamandan Bir Ses adlı kitabımda bulunabilir (s.323-353).