Medya iddianamesinde savcı baltayı taşa vurdu.
İşte bunu yapmayacaktın savcı bey!
Eğer Washington’da yaşayan bir gazeteci iseniz bugünlerde kendinizi ‘haber cenneti’nde hissedebilirsiniz.
Yeni Başkan Donald Trump, adeta “Obamalı yılların acısını çıkarın” dercesine her güne bir manşet hatta aynı güne birkaç manşet birden veriyor. Trump hareketleri, sözleri ve ‘tweet’leriyle Amerika’yı sarsıyor.
Öyle ki, uzun yıllar sonra ilk kez politik haberler “ABD’nin en önemli olayı” olmakla bilinen Super Bowl’un bile önüne geçti.
Özetle yazıp çizecek, ‘Trump’ın Amerika ile savaşı’na dair söyleyecek çok şey var.
Ancak bütün bu gündemlere bir virgül koyup Türkiye’ye bakmakta fayda görüyorum. Çünkü aylardır tutuklu olan gazeteci meslektaşlarımızla ilgili iddianame nihayet mahkemeye sunuldu.
ÖZGÜR MEDYA YOK Kİ İDDİANAMEYİ YAZACAK OLSUN
ABD’nin başkentinden iddianameye odaklanmamın ise birkaç nedeni var.
Öncelikle Türkiye’de özgür medya bırakmadıkları için kimse onlarca gazetecinin aylardır tutuklu olmasına dayanak yapılan suçlama ile ilgili iddianameye bakmadı bile. Sadece bu durum bile durumun vahametini belgelemeye yeter de artar bile.
Dahası iddianame hukuk fakültelerinde ‘bir iddianame nasıl yazılmaz’a örnek olacak türden.
Tr724’te Barbaros Kartal’ın ‘içinde suç geçmeyen iddianame’ başlığıyla güzel özetlediği haberde de görülebileceği gibi savcı Murat Çağlak öyle enteresan şeyler yazmış ki, Abdullah Gül’ün meşhur ‘tweet’inde dediği gibi ‘insan gerçekten hayret ediyor’.
Gerçekten de 196 sayfalık iddianamede hukukun suç saydığı hiçbir şey yok.
Aksine yasadışı elde edilmiş telefon dinlemelerinin delil olarak iddianameye konmasından açık bilgi yanlışları ve çarpıtmalara kadar her türlü skandal var.
Hakkında Yargıtay kararı olan bir örgütle ilgili “Hepsi kumpastı” gibi tanımlar yapılması yanında, kocası bir sanık avukatı olan ‘tanık’, sanıklar aleyhine ifade vermiş.
Bir gazetecinin askerde ‘espri olsun’ diye çektirdiği yüzbaşı fotoğrafı da ‘delil’ olarak aleyhine kullanılmış. Zaman’ın reklam filmlerinden ‘subliminal mesajlar’ çıkarılmış.
‘Özgür Millet’ gazetesi diye bir gazete yayımlanmadığı halde ‘Zaman’da basıldı’ gibi açık bilgi yanlışları gelişi güzel kullanılmış.
Türkiye tarihinde ne kadar faili meçhul varsa hepsini Cemaat’e yükleyen savcı, bir yandan ‘olmayan mahkeme kararı’ üzerinden Cemaat’i terör örgütü sayarken, mahkemelerin terör örgütü saydığı örgütleri de masum ilan etmiş.
Belli ki savcının mesaisinin büyük bir kısmı havuz medyasını takiple geçmiş. Çünkü Havuz’da çıkan akla ziyan yorumlar ‘delil’ olarak iddianame sayfalarına girmiş.
İddianamenin en ilginç kısmı ise ‘şu gazeteci bu tweeti attı’, ‘şu köşe yazısını yazdı’, ‘şu tweeti rt etti’ bölümleri.
Savcının ürettiği ve hukuk dilinde nereye oturduğunu anlayamadığım ‘toplu dedikodu yapmak suretiyle algı oluşturmak’ gibi suçlamaları da not etmek şart. Bank Asya’ya para yatırmak ya da gündemdeki bir konuyu ‘trendtopic yapmak’ da ‘suçmuş’ savcıya göre.
Keşke gülüp geçebilseydik ama bu garip suçlamalar yüzünden tutuklu onlarca gazeteci var.
Kestirmeden söyleyeyim: Bu iddialarla bırakın tutuklamayı kimseye dava bile açamazsınız. Gazetecileri serbest bırakıp bu ayıba en kısa sürede son verin.
Savcı bu iddianamesi ile “Türkiye’de gazetecilikten tutuklu kimse yok” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet Bakanı Bozdağ’ı da tekzip etmiş oluyor. Çünkü iddianamedeki delil olabilecek her şey ‘gazete’ ve ‘gazetecilik’ ile ilgili.
SAVCI BALTAYI TAŞA VURMUŞ
Savcı Çağlak ‘tezi’ni desteklemek için Avrupa ve ABD’den de örneklere yer vermiş fakat stratejik bir hata yapmış. Zira “ABD’de de böyle şeyler oluyor” demek için başvurduğu örnek (Dennis vs. United States; 1951) doğru bir örnek değil.
(Detaylarına bakmak isteyen bugünün Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın derlediği “ABD Yüksek Mahkeme Kararlarında İfade Özgürlüğü” kitabına bakabilir. Türkiye’de bu kadar hukuk katliamı olurken sessiz kalan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ifade özgürlükleri ile ilgili böyle bir çalışmasının olması da ayrı bir ironi.)
Savcı Çağlak gazetecilerin tutuklanmasını savunmak için ABD’deki bu davayı referans yapmış ama ya olayın seyrini takip etmemiş ya da ona bu bölümü verenler eksik vermişler.
Çünkü hem kıyas yanlış hem de bu davadan sonra o köprünün altından çok sular geçti. ABD Yüksek Mahkemesi takip eden yıllarda basın özgürlüğünü destekleyen öyle kararlara imza attı ki her biri ayrı birer kitap konusu olur.
Birkaçını kısaca özetleyeyim de savcı baltayı nasıl bir taşa vurduğunu anlasın.
Mesela 13 Haziran 1971 tarihli New York Times’ta (NYT) yer alan ve tarihe ‘Pentagon Papers’ olarak geçen haber.
Amerikan yönetiminin Vietnam Savaşı ile ilgili halka yanlış bilgiler vermesini konu alan haberden sonra başkan Nixon ‘ulusal güvenliği tehlikeye atan yayınların durdurulması için’ mahkemeye başvurmuştu.
Yerel mahkeme yayını durdurdu. Fakat NYT, Yüksek Mahkemeye başvurdu. Yüksek Mahkeme ise ‘ders niteliğinde bir karar’la ABD Başkanına ‘hayır’ dedi.
Belgeler gazetelerde yayınlandı.
‘Pentagon Papers’tan 1 yıl sonra ise bu kez Washington Post’un iki muhabiri başkan Nixon’u istifaya götürecek Watergate Skandalını patlattı.
Nixon istifa etmek zorunda kalırken yönetimden 40 isim hapsi boyladı.
ABD medyasının basına sansür uygulamak isteyen başkan ve siyasilerine karşı mücadelesi hayli uzun.
Öyle ki Kennedy döneminde zirveye çıkan ‘ulusal güvenlik’ ve ‘devlet sırrı’ baskıları sonrası harekete geçen gazetecilerin mücadelesi ‘Freedom of Information Act’ olarak bilinen ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü’ yasasının Senato’dan geçmesiyle sonuçlandı.
İşin özü şu: Olay savcı Çağlak’ın bildiği gibi değil.
Hele hele, gazetecilerin tutukluğunu haklı göstermek için adeta lanetle anılan McCharty döneminden örnek vermek baltayı taşa vurmaktan başka bir şey değil.
Böyle iddianameler, yanlış örneklerle “Türkiye’de gazetecilikten tutuklu kimse yok” derseniz doğal olarak kimse sizi ciddiye almaz.
Bu ayıbı daha fazla uzatmayın. Gazetecileri serbest bırakın.
Medya iddianamesinde savcı baltayı taşa vurdu.
İşte bunu yapmayacaktın savcı bey!
Eğer Washington’da yaşayan bir gazeteci iseniz bugünlerde kendinizi ‘haber cenneti’nde hissedebilirsiniz.
Yeni Başkan Donald Trump, adeta “Obamalı yılların acısını çıkarın” dercesine her güne bir manşet hatta aynı güne birkaç manşet birden veriyor. Trump hareketleri, sözleri ve ‘tweet’leriyle Amerika’yı sarsıyor.
Öyle ki, uzun yıllar sonra ilk kez politik haberler “ABD’nin en önemli olayı” olmakla bilinen Super Bowl’un bile önüne geçti.
Özetle yazıp çizecek, ‘Trump’ın Amerika ile savaşı’na dair söyleyecek çok şey var.
Ancak bütün bu gündemlere bir virgül koyup Türkiye’ye bakmakta fayda görüyorum. Çünkü aylardır tutuklu olan gazeteci meslektaşlarımızla ilgili iddianame nihayet mahkemeye sunuldu.
ÖZGÜR MEDYA YOK Kİ İDDİANAMEYİ YAZACAK OLSUN
ABD’nin başkentinden iddianameye odaklanmamın ise birkaç nedeni var.
Öncelikle Türkiye’de özgür medya bırakmadıkları için kimse onlarca gazetecinin aylardır tutuklu olmasına dayanak yapılan suçlama ile ilgili iddianameye bakmadı bile. Sadece bu durum bile durumun vahametini belgelemeye yeter de artar bile.
Dahası iddianame hukuk fakültelerinde ‘bir iddianame nasıl yazılmaz’a örnek olacak türden.
Tr724’te Barbaros Kartal’ın ‘içinde suç geçmeyen iddianame’ başlığıyla güzel özetlediği haberde de görülebileceği gibi savcı Murat Çağlak öyle enteresan şeyler yazmış ki, Abdullah Gül’ün meşhur ‘tweet’inde dediği gibi ‘insan gerçekten hayret ediyor’.
Gerçekten de 196 sayfalık iddianamede hukukun suç saydığı hiçbir şey yok.
Aksine yasadışı elde edilmiş telefon dinlemelerinin delil olarak iddianameye konmasından açık bilgi yanlışları ve çarpıtmalara kadar her türlü skandal var.
Hakkında Yargıtay kararı olan bir örgütle ilgili “Hepsi kumpastı” gibi tanımlar yapılması yanında, kocası bir sanık avukatı olan ‘tanık’, sanıklar aleyhine ifade vermiş.
Bir gazetecinin askerde ‘espri olsun’ diye çektirdiği yüzbaşı fotoğrafı da ‘delil’ olarak aleyhine kullanılmış. Zaman’ın reklam filmlerinden ‘subliminal mesajlar’ çıkarılmış.
‘Özgür Millet’ gazetesi diye bir gazete yayımlanmadığı halde ‘Zaman’da basıldı’ gibi açık bilgi yanlışları gelişi güzel kullanılmış.
Türkiye tarihinde ne kadar faili meçhul varsa hepsini Cemaat’e yükleyen savcı, bir yandan ‘olmayan mahkeme kararı’ üzerinden Cemaat’i terör örgütü sayarken, mahkemelerin terör örgütü saydığı örgütleri de masum ilan etmiş.
Belli ki savcının mesaisinin büyük bir kısmı havuz medyasını takiple geçmiş. Çünkü Havuz’da çıkan akla ziyan yorumlar ‘delil’ olarak iddianame sayfalarına girmiş.
İddianamenin en ilginç kısmı ise ‘şu gazeteci bu tweeti attı’, ‘şu köşe yazısını yazdı’, ‘şu tweeti rt etti’ bölümleri.
Savcının ürettiği ve hukuk dilinde nereye oturduğunu anlayamadığım ‘toplu dedikodu yapmak suretiyle algı oluşturmak’ gibi suçlamaları da not etmek şart. Bank Asya’ya para yatırmak ya da gündemdeki bir konuyu ‘trendtopic yapmak’ da ‘suçmuş’ savcıya göre.
Keşke gülüp geçebilseydik ama bu garip suçlamalar yüzünden tutuklu onlarca gazeteci var.
Kestirmeden söyleyeyim: Bu iddialarla bırakın tutuklamayı kimseye dava bile açamazsınız. Gazetecileri serbest bırakıp bu ayıba en kısa sürede son verin.
Savcı bu iddianamesi ile “Türkiye’de gazetecilikten tutuklu kimse yok” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet Bakanı Bozdağ’ı da tekzip etmiş oluyor. Çünkü iddianamedeki delil olabilecek her şey ‘gazete’ ve ‘gazetecilik’ ile ilgili.
SAVCI BALTAYI TAŞA VURMUŞ
Savcı Çağlak ‘tezi’ni desteklemek için Avrupa ve ABD’den de örneklere yer vermiş fakat stratejik bir hata yapmış. Zira “ABD’de de böyle şeyler oluyor” demek için başvurduğu örnek (Dennis vs. United States; 1951) doğru bir örnek değil.
(Detaylarına bakmak isteyen bugünün Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın derlediği “ABD Yüksek Mahkeme Kararlarında İfade Özgürlüğü” kitabına bakabilir. Türkiye’de bu kadar hukuk katliamı olurken sessiz kalan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ifade özgürlükleri ile ilgili böyle bir çalışmasının olması da ayrı bir ironi.)
Savcı Çağlak gazetecilerin tutuklanmasını savunmak için ABD’deki bu davayı referans yapmış ama ya olayın seyrini takip etmemiş ya da ona bu bölümü verenler eksik vermişler.
Çünkü hem kıyas yanlış hem de bu davadan sonra o köprünün altından çok sular geçti. ABD Yüksek Mahkemesi takip eden yıllarda basın özgürlüğünü destekleyen öyle kararlara imza attı ki her biri ayrı birer kitap konusu olur.
Birkaçını kısaca özetleyeyim de savcı baltayı nasıl bir taşa vurduğunu anlasın.
Mesela 13 Haziran 1971 tarihli New York Times’ta (NYT) yer alan ve tarihe ‘Pentagon Papers’ olarak geçen haber.
Amerikan yönetiminin Vietnam Savaşı ile ilgili halka yanlış bilgiler vermesini konu alan haberden sonra başkan Nixon ‘ulusal güvenliği tehlikeye atan yayınların durdurulması için’ mahkemeye başvurmuştu.
Yerel mahkeme yayını durdurdu. Fakat NYT, Yüksek Mahkemeye başvurdu. Yüksek Mahkeme ise ‘ders niteliğinde bir karar’la ABD Başkanına ‘hayır’ dedi.
Belgeler gazetelerde yayınlandı.
‘Pentagon Papers’tan 1 yıl sonra ise bu kez Washington Post’un iki muhabiri başkan Nixon’u istifaya götürecek Watergate Skandalını patlattı.
Nixon istifa etmek zorunda kalırken yönetimden 40 isim hapsi boyladı.
ABD medyasının basına sansür uygulamak isteyen başkan ve siyasilerine karşı mücadelesi hayli uzun.
Öyle ki Kennedy döneminde zirveye çıkan ‘ulusal güvenlik’ ve ‘devlet sırrı’ baskıları sonrası harekete geçen gazetecilerin mücadelesi ‘Freedom of Information Act’ olarak bilinen ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü’ yasasının Senato’dan geçmesiyle sonuçlandı.
İşin özü şu: Olay savcı Çağlak’ın bildiği gibi değil.
Hele hele, gazetecilerin tutukluğunu haklı göstermek için adeta lanetle anılan McCharty döneminden örnek vermek baltayı taşa vurmaktan başka bir şey değil.
Böyle iddianameler, yanlış örneklerle “Türkiye’de gazetecilikten tutuklu kimse yok” derseniz doğal olarak kimse sizi ciddiye almaz.
Bu ayıbı daha fazla uzatmayın. Gazetecileri serbest bırakın.
Medya iddianamesinde savcı baltayı taşa vurdu.
İşte bunu yapmayacaktın savcı bey!
Eğer Washington’da yaşayan bir gazeteci iseniz bugünlerde kendinizi ‘haber cenneti’nde hissedebilirsiniz.
Yeni Başkan Donald Trump, adeta “Obamalı yılların acısını çıkarın” dercesine her güne bir manşet hatta aynı güne birkaç manşet birden veriyor. Trump hareketleri, sözleri ve ‘tweet’leriyle Amerika’yı sarsıyor.
Öyle ki, uzun yıllar sonra ilk kez politik haberler “ABD’nin en önemli olayı” olmakla bilinen Super Bowl’un bile önüne geçti.
Özetle yazıp çizecek, ‘Trump’ın Amerika ile savaşı’na dair söyleyecek çok şey var.
Ancak bütün bu gündemlere bir virgül koyup Türkiye’ye bakmakta fayda görüyorum. Çünkü aylardır tutuklu olan gazeteci meslektaşlarımızla ilgili iddianame nihayet mahkemeye sunuldu.
ÖZGÜR MEDYA YOK Kİ İDDİANAMEYİ YAZACAK OLSUN
ABD’nin başkentinden iddianameye odaklanmamın ise birkaç nedeni var.
Öncelikle Türkiye’de özgür medya bırakmadıkları için kimse onlarca gazetecinin aylardır tutuklu olmasına dayanak yapılan suçlama ile ilgili iddianameye bakmadı bile. Sadece bu durum bile durumun vahametini belgelemeye yeter de artar bile.
Dahası iddianame hukuk fakültelerinde ‘bir iddianame nasıl yazılmaz’a örnek olacak türden.
Tr724’te Barbaros Kartal’ın ‘içinde suç geçmeyen iddianame’ başlığıyla güzel özetlediği haberde de görülebileceği gibi savcı Murat Çağlak öyle enteresan şeyler yazmış ki, Abdullah Gül’ün meşhur ‘tweet’inde dediği gibi ‘insan gerçekten hayret ediyor’.
Gerçekten de 196 sayfalık iddianamede hukukun suç saydığı hiçbir şey yok.
Aksine yasadışı elde edilmiş telefon dinlemelerinin delil olarak iddianameye konmasından açık bilgi yanlışları ve çarpıtmalara kadar her türlü skandal var.
Hakkında Yargıtay kararı olan bir örgütle ilgili “Hepsi kumpastı” gibi tanımlar yapılması yanında, kocası bir sanık avukatı olan ‘tanık’, sanıklar aleyhine ifade vermiş.
Bir gazetecinin askerde ‘espri olsun’ diye çektirdiği yüzbaşı fotoğrafı da ‘delil’ olarak aleyhine kullanılmış. Zaman’ın reklam filmlerinden ‘subliminal mesajlar’ çıkarılmış.
‘Özgür Millet’ gazetesi diye bir gazete yayımlanmadığı halde ‘Zaman’da basıldı’ gibi açık bilgi yanlışları gelişi güzel kullanılmış.
Türkiye tarihinde ne kadar faili meçhul varsa hepsini Cemaat’e yükleyen savcı, bir yandan ‘olmayan mahkeme kararı’ üzerinden Cemaat’i terör örgütü sayarken, mahkemelerin terör örgütü saydığı örgütleri de masum ilan etmiş.
Belli ki savcının mesaisinin büyük bir kısmı havuz medyasını takiple geçmiş. Çünkü Havuz’da çıkan akla ziyan yorumlar ‘delil’ olarak iddianame sayfalarına girmiş.
İddianamenin en ilginç kısmı ise ‘şu gazeteci bu tweeti attı’, ‘şu köşe yazısını yazdı’, ‘şu tweeti rt etti’ bölümleri.
Savcının ürettiği ve hukuk dilinde nereye oturduğunu anlayamadığım ‘toplu dedikodu yapmak suretiyle algı oluşturmak’ gibi suçlamaları da not etmek şart. Bank Asya’ya para yatırmak ya da gündemdeki bir konuyu ‘trendtopic yapmak’ da ‘suçmuş’ savcıya göre.
Keşke gülüp geçebilseydik ama bu garip suçlamalar yüzünden tutuklu onlarca gazeteci var.
Kestirmeden söyleyeyim: Bu iddialarla bırakın tutuklamayı kimseye dava bile açamazsınız. Gazetecileri serbest bırakıp bu ayıba en kısa sürede son verin.
Savcı bu iddianamesi ile “Türkiye’de gazetecilikten tutuklu kimse yok” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet Bakanı Bozdağ’ı da tekzip etmiş oluyor. Çünkü iddianamedeki delil olabilecek her şey ‘gazete’ ve ‘gazetecilik’ ile ilgili.
SAVCI BALTAYI TAŞA VURMUŞ
Savcı Çağlak ‘tezi’ni desteklemek için Avrupa ve ABD’den de örneklere yer vermiş fakat stratejik bir hata yapmış. Zira “ABD’de de böyle şeyler oluyor” demek için başvurduğu örnek (Dennis vs. United States; 1951) doğru bir örnek değil.
(Detaylarına bakmak isteyen bugünün Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın derlediği “ABD Yüksek Mahkeme Kararlarında İfade Özgürlüğü” kitabına bakabilir. Türkiye’de bu kadar hukuk katliamı olurken sessiz kalan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ifade özgürlükleri ile ilgili böyle bir çalışmasının olması da ayrı bir ironi.)
Savcı Çağlak gazetecilerin tutuklanmasını savunmak için ABD’deki bu davayı referans yapmış ama ya olayın seyrini takip etmemiş ya da ona bu bölümü verenler eksik vermişler.
Çünkü hem kıyas yanlış hem de bu davadan sonra o köprünün altından çok sular geçti. ABD Yüksek Mahkemesi takip eden yıllarda basın özgürlüğünü destekleyen öyle kararlara imza attı ki her biri ayrı birer kitap konusu olur.
Birkaçını kısaca özetleyeyim de savcı baltayı nasıl bir taşa vurduğunu anlasın.
Mesela 13 Haziran 1971 tarihli New York Times’ta (NYT) yer alan ve tarihe ‘Pentagon Papers’ olarak geçen haber.
Amerikan yönetiminin Vietnam Savaşı ile ilgili halka yanlış bilgiler vermesini konu alan haberden sonra başkan Nixon ‘ulusal güvenliği tehlikeye atan yayınların durdurulması için’ mahkemeye başvurmuştu.
Yerel mahkeme yayını durdurdu. Fakat NYT, Yüksek Mahkemeye başvurdu. Yüksek Mahkeme ise ‘ders niteliğinde bir karar’la ABD Başkanına ‘hayır’ dedi.
Belgeler gazetelerde yayınlandı.
‘Pentagon Papers’tan 1 yıl sonra ise bu kez Washington Post’un iki muhabiri başkan Nixon’u istifaya götürecek Watergate Skandalını patlattı.
Nixon istifa etmek zorunda kalırken yönetimden 40 isim hapsi boyladı.
ABD medyasının basına sansür uygulamak isteyen başkan ve siyasilerine karşı mücadelesi hayli uzun.
Öyle ki Kennedy döneminde zirveye çıkan ‘ulusal güvenlik’ ve ‘devlet sırrı’ baskıları sonrası harekete geçen gazetecilerin mücadelesi ‘Freedom of Information Act’ olarak bilinen ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü’ yasasının Senato’dan geçmesiyle sonuçlandı.
İşin özü şu: Olay savcı Çağlak’ın bildiği gibi değil.
Hele hele, gazetecilerin tutukluğunu haklı göstermek için adeta lanetle anılan McCharty döneminden örnek vermek baltayı taşa vurmaktan başka bir şey değil.
Böyle iddianameler, yanlış örneklerle “Türkiye’de gazetecilikten tutuklu kimse yok” derseniz doğal olarak kimse sizi ciddiye almaz.
Bu ayıbı daha fazla uzatmayın. Gazetecileri serbest bırakın.
Medya iddianamesinde savcı baltayı taşa vurdu.
İşte bunu yapmayacaktın savcı bey!
Eğer Washington’da yaşayan bir gazeteci iseniz bugünlerde kendinizi ‘haber cenneti’nde hissedebilirsiniz.
Yeni Başkan Donald Trump, adeta “Obamalı yılların acısını çıkarın” dercesine her güne bir manşet hatta aynı güne birkaç manşet birden veriyor. Trump hareketleri, sözleri ve ‘tweet’leriyle Amerika’yı sarsıyor.
Öyle ki, uzun yıllar sonra ilk kez politik haberler “ABD’nin en önemli olayı” olmakla bilinen Super Bowl’un bile önüne geçti.
Özetle yazıp çizecek, ‘Trump’ın Amerika ile savaşı’na dair söyleyecek çok şey var.
Ancak bütün bu gündemlere bir virgül koyup Türkiye’ye bakmakta fayda görüyorum. Çünkü aylardır tutuklu olan gazeteci meslektaşlarımızla ilgili iddianame nihayet mahkemeye sunuldu.
ÖZGÜR MEDYA YOK Kİ İDDİANAMEYİ YAZACAK OLSUN
ABD’nin başkentinden iddianameye odaklanmamın ise birkaç nedeni var.
Öncelikle Türkiye’de özgür medya bırakmadıkları için kimse onlarca gazetecinin aylardır tutuklu olmasına dayanak yapılan suçlama ile ilgili iddianameye bakmadı bile. Sadece bu durum bile durumun vahametini belgelemeye yeter de artar bile.
Dahası iddianame hukuk fakültelerinde ‘bir iddianame nasıl yazılmaz’a örnek olacak türden.
Tr724’te Barbaros Kartal’ın ‘içinde suç geçmeyen iddianame’ başlığıyla güzel özetlediği haberde de görülebileceği gibi savcı Murat Çağlak öyle enteresan şeyler yazmış ki, Abdullah Gül’ün meşhur ‘tweet’inde dediği gibi ‘insan gerçekten hayret ediyor’.
Gerçekten de 196 sayfalık iddianamede hukukun suç saydığı hiçbir şey yok.
Aksine yasadışı elde edilmiş telefon dinlemelerinin delil olarak iddianameye konmasından açık bilgi yanlışları ve çarpıtmalara kadar her türlü skandal var.
Hakkında Yargıtay kararı olan bir örgütle ilgili “Hepsi kumpastı” gibi tanımlar yapılması yanında, kocası bir sanık avukatı olan ‘tanık’, sanıklar aleyhine ifade vermiş.
Bir gazetecinin askerde ‘espri olsun’ diye çektirdiği yüzbaşı fotoğrafı da ‘delil’ olarak aleyhine kullanılmış. Zaman’ın reklam filmlerinden ‘subliminal mesajlar’ çıkarılmış.
‘Özgür Millet’ gazetesi diye bir gazete yayımlanmadığı halde ‘Zaman’da basıldı’ gibi açık bilgi yanlışları gelişi güzel kullanılmış.
Türkiye tarihinde ne kadar faili meçhul varsa hepsini Cemaat’e yükleyen savcı, bir yandan ‘olmayan mahkeme kararı’ üzerinden Cemaat’i terör örgütü sayarken, mahkemelerin terör örgütü saydığı örgütleri de masum ilan etmiş.
Belli ki savcının mesaisinin büyük bir kısmı havuz medyasını takiple geçmiş. Çünkü Havuz’da çıkan akla ziyan yorumlar ‘delil’ olarak iddianame sayfalarına girmiş.
İddianamenin en ilginç kısmı ise ‘şu gazeteci bu tweeti attı’, ‘şu köşe yazısını yazdı’, ‘şu tweeti rt etti’ bölümleri.
Savcının ürettiği ve hukuk dilinde nereye oturduğunu anlayamadığım ‘toplu dedikodu yapmak suretiyle algı oluşturmak’ gibi suçlamaları da not etmek şart. Bank Asya’ya para yatırmak ya da gündemdeki bir konuyu ‘trendtopic yapmak’ da ‘suçmuş’ savcıya göre.
Keşke gülüp geçebilseydik ama bu garip suçlamalar yüzünden tutuklu onlarca gazeteci var.
Kestirmeden söyleyeyim: Bu iddialarla bırakın tutuklamayı kimseye dava bile açamazsınız. Gazetecileri serbest bırakıp bu ayıba en kısa sürede son verin.
Savcı bu iddianamesi ile “Türkiye’de gazetecilikten tutuklu kimse yok” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet Bakanı Bozdağ’ı da tekzip etmiş oluyor. Çünkü iddianamedeki delil olabilecek her şey ‘gazete’ ve ‘gazetecilik’ ile ilgili.
SAVCI BALTAYI TAŞA VURMUŞ
Savcı Çağlak ‘tezi’ni desteklemek için Avrupa ve ABD’den de örneklere yer vermiş fakat stratejik bir hata yapmış. Zira “ABD’de de böyle şeyler oluyor” demek için başvurduğu örnek (Dennis vs. United States; 1951) doğru bir örnek değil.
(Detaylarına bakmak isteyen bugünün Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın derlediği “ABD Yüksek Mahkeme Kararlarında İfade Özgürlüğü” kitabına bakabilir. Türkiye’de bu kadar hukuk katliamı olurken sessiz kalan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ifade özgürlükleri ile ilgili böyle bir çalışmasının olması da ayrı bir ironi.)
Savcı Çağlak gazetecilerin tutuklanmasını savunmak için ABD’deki bu davayı referans yapmış ama ya olayın seyrini takip etmemiş ya da ona bu bölümü verenler eksik vermişler.
Çünkü hem kıyas yanlış hem de bu davadan sonra o köprünün altından çok sular geçti. ABD Yüksek Mahkemesi takip eden yıllarda basın özgürlüğünü destekleyen öyle kararlara imza attı ki her biri ayrı birer kitap konusu olur.
Birkaçını kısaca özetleyeyim de savcı baltayı nasıl bir taşa vurduğunu anlasın.
Mesela 13 Haziran 1971 tarihli New York Times’ta (NYT) yer alan ve tarihe ‘Pentagon Papers’ olarak geçen haber.
Amerikan yönetiminin Vietnam Savaşı ile ilgili halka yanlış bilgiler vermesini konu alan haberden sonra başkan Nixon ‘ulusal güvenliği tehlikeye atan yayınların durdurulması için’ mahkemeye başvurmuştu.
Yerel mahkeme yayını durdurdu. Fakat NYT, Yüksek Mahkemeye başvurdu. Yüksek Mahkeme ise ‘ders niteliğinde bir karar’la ABD Başkanına ‘hayır’ dedi.
Belgeler gazetelerde yayınlandı.
‘Pentagon Papers’tan 1 yıl sonra ise bu kez Washington Post’un iki muhabiri başkan Nixon’u istifaya götürecek Watergate Skandalını patlattı.
Nixon istifa etmek zorunda kalırken yönetimden 40 isim hapsi boyladı.
ABD medyasının basına sansür uygulamak isteyen başkan ve siyasilerine karşı mücadelesi hayli uzun.
Öyle ki Kennedy döneminde zirveye çıkan ‘ulusal güvenlik’ ve ‘devlet sırrı’ baskıları sonrası harekete geçen gazetecilerin mücadelesi ‘Freedom of Information Act’ olarak bilinen ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü’ yasasının Senato’dan geçmesiyle sonuçlandı.
İşin özü şu: Olay savcı Çağlak’ın bildiği gibi değil.
Hele hele, gazetecilerin tutukluğunu haklı göstermek için adeta lanetle anılan McCharty döneminden örnek vermek baltayı taşa vurmaktan başka bir şey değil.
Böyle iddianameler, yanlış örneklerle “Türkiye’de gazetecilikten tutuklu kimse yok” derseniz doğal olarak kimse sizi ciddiye almaz.
Bu ayıbı daha fazla uzatmayın. Gazetecileri serbest bırakın.