KHK ile kapatılan Zaman gazetesinin eski yazarı siyaset bilimci Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’nin yeni kitabı ‘Silivri Postası: 15 Temmuz Tanıklığı ve Cezaevi Günlüğü’ Matbuat Yayınları’ndan çıktı.
Rövanşist duygulardan uzağım
Kitabın önsözden:
“Kretase Dönemi’nin sonu yeryüzüne büyük bir göktaşının çarpması ile geliyor. Dinozorlar dahil, mevcut türlerin % 80’i bu çarpma sonucu dünyayı kaplayan toz ve gaz bulutunun altında kalıp yok oluyor. 15 Temmuz darbe teşebbüsünü, büyük bir cismin yeryüzünün Türkiye kısmına çarpması olarak düşünebilirsiniz. Kalın bir toz bulutu ortalığı kapladı, renkler siyah ve beyaza indirgendi. Akıl kendi sağlığını korumak için bir köşeye saklandı, olana bitene göz atmak için bile kafasını uzattığında öfke yığınağı ve fırsatçı türler üzerinden silindir gibi geçti. Söylediğiniz sözün bir dinleyeni veya karşılığı varsa anlamlıdır. Sesinizi, sözünüzü duyuramadığınız gürültüler arasında doğru bildiklerinizi konuşmak cesaret değil aptallıktır. İstediğiniz kadar bağırın faydası olmaz. Sizi sadece en zayıf seslere bile duyarlı cadı avcılarından başka duyan yoksa doğru bildiğiniz her şey anlamını, gerçekliğini ve karşılığını kaybeder. Siz de özgürlüğünüzü. Akıl; sabır, sükûnet ve itidal ister; o karmaşa arasından bir aralık bulup yolunuzu aydınlatamadığı için siz, o öfke-korku-umut sarmalında kaybolup gidersiniz.
Koyunlar neden çobanın peşine takılır? Kurttan korktukları için değil mi? Korku aklı bastırıp acz içinde bırakınca, duygular puslu bir hava gibi geniş otlaklara egemen olur ve hemen sürü psikolojisi devreye girer. Yükseğe çıkan biri, korkuların üzerine kalın bir perdeyi örterken, ürkütücü tonda tane tane seslenir, “peşime düş, yoksa öcüler seni yiyecek!” İlk iki kelime bir emir, sonrakiler bir uyarı değil düpedüz ürkütücü bir tehdittir. Muhayyel kurtlar sürü halinde ortaya çıkar. Otlağın sahibi çoban olur, halk da koyun sürüsü. Sürünün dışında kalmayı tercih edenler perişan duruma düşerler; sabırla pusun dağılmasını, gerçeklerin ortaya çıkmasını ve aklın rehber olarak tekrar öne düşmesini bekler.
Ne zamana kadar?
“İntikam soğuk yenen bir yemektir” diyorlar. Benim intikam almak gibi bir derdim yok. Var olan öfkem dağıldı gitti. Kimseye kırgınlığım kalmadı. Küsmeme, darılmama değecek adam olmadığını farkedince, duyguların esareti de sona eriyor. Benim cinsimden olanlara terettüp eden sorumluluk hesaplaşmak değil, yaşadıklarını gelecek nesiller için mercek altına almak ve sorgulamak olmalı. Bizler yaşadık ve tükettik. Bizden sonra gelenler kötülüklerin üzerinden atlamalı, bunun için yaşananlardan dersler çıkartmalı.
Zamanı gelmiş bir fikir kadar etkili bir silah yoktur.
Galiba zamanı geldi.
Doğrusunu isterseniz zamanı geldiğinden çok emin değilim. Ancak taşın altına elinizi koymadığınız zaman hiçbir yükten kurtulmak mümkün olmuyor.
Bunun için ülkemin yaşadıkları adına kayda değer bulduğum her şeyi önünüze sermek istedim. 400 sayfalık kitabın 136 sayfasını, cezaevinde tuttuğum notlardan oluşan derli toplu bir 15 Temmuz analizine, geri kalanını da günlüğüme ayırdım.
Şöyle yazmışım:
“Her duygu geçicidir. O duyguyu yaratan sebepler, o sebeplere dair güçlü bir hatırlatma olmadığı zaman kaybolup giderler. Ta ki kayıt altına alınana kadar. Okuyucuya kayda aldığım duyguları ve bu duygular üzerinde soğukkanlı bir akılla giriştiğim analizleri aktarmak amacındayım. “Günlük” asıl bu işe yarar. Tam o anda yaşadığınız sıcak duyguları, becerebildiğiniz ölçüde kayıt altına alır, kendiniz için saklarsınız. Günlük tutmak, bir insanın kendisiyle diyaloga girmesi ve bunu yazıya dökmesidir. Okuyucu, bu günlük yayımlandığı zaman o diyaloga şahit olacaktır. “
Düşüncelerim, analizlerim eleştiriye açık; ama duygularım anında kağıda dökülen satırlarla karşınıza çıkıyor. En sıcak ve samimi haliyle. Okuyucunun bir aydının cezaevinde ruhunu esir alan duygularını tanımasını isterim.
Duygularımdan bugüne kalanları da ifade ettim:
“Benimki kalem suçuydu: Yazdığım yazılar dışında hiçbir şeyle suçlanmadım ve 4 yıl iki ay hapis yattım. Ne iddianamede yer alan suçlamalarla ne de yerel mahkemenin sonra bozulan kararının gerekçeleri ile “suç delili” olan yazılarım arasında basit bir mantık ilişkisini kuramadım. Mantık çökünce duygular da tutunacak bir yer bulamıyor. Annemi ve babamı cezaevinde iken kaybettim; ömürlerinden birkaç seneyi aldığımı düşünmek bana acı veriyor. 14 yaşında bıraktığım küçük oğlumu büyüyüp yetişkin bir adam haline gelmenin dev sorunlarıyla boğuşurken yapayalnız bırakmanın bedelini bir baba olarak hiçbir şekilde ödeyemem. Çok çok özel bir gönül sızım da var arada. Başta özgürlük hasreti olmak üzere bana düşen sıkıntıların hiçbirinden şikayetçi olmadım, önüme geleni sabırla ve tevekkülle karşıladım. Cezaevinde tanıdığım insanların uğradıkları haksızlıklara, yaşadıkları yürek burkan trajedilere üzülürken kendi sorunlarımdan mahcubiyet duydum. Yüreğimden geçenler Silivri’de ve bu kitapta kaldı. Duygularımı kayda geçirdim ve inanın ben de bir yabancı gibi günlüğümü dönüp okuduğum zaman, işte ancak o zaman yaşadıklarımı hatırlayabiliyorum.
Sırtını dönenlere kırgınlık, ellerimde kelepçe varken yumruk atan eski dostlara öfke; bana bu haksızlığı ve zulmü yapanlara karşı kin ve nefret beslemiyorum. Herkes içinde bulunduğu şartların, geçici tutkuların-heveslerin, yakaladıkları fırsatların kölesi; kış kışlığını başkaları da kendi işini mutlaka yapacak. Rövanşist duygulardan uzağım; Sadece gerçekleri, objektif değeri olan bir tabloyu aklımın yettiği ve görebildiğim ayrıntıları ile resmetmeye çalışacağım. Tek amacım var: Tarihin vereceği ve gelecek nesillerin tekrarlayacağı hükme bir “giriş” yazmak. Sadece gerçekler karşısında boynunu eğen soğuk ve objektif bir muhakeme, bir siyaset bilimci olarak mesleki alışkanlıkla hep bir teoriye bağladığım analizler, baktığım yerden görüp resmettiğim tasvirler vaat ediyorum size. Henüz içinden çıkamadığımız şu netameli dönemi anlamaya, yargılamaya ve sonunda namuslu bir hükme varmaya niyet edenlere dostça refakat etmek istiyorum.”
Ben, üzerime düşeni kısmen yaptım. Geri kalanını da yerine getirdikten sonra vicdanımın verdiği görev tamamlanmış olacak.
Daha işim bitmedi. Takdir edecek olan sizsiniz.