Edirne Cezaevi’nde gardiyanların “Burada Kürtlerin koğuşu yok, bir koğuş var, FETÖ’cüler yatıyor. Onların yanına veririz, ama onlar o gece seni öldürürler” sözleriyle tehdit edildikten sonra Gülen Cemaati’nden kadınların tutulduğu koğuşa konulmuştu.
Edirne Cezaevi’nde gardiyanların etleri sıcaktan pişen bir bebeğin ihtiyacı olan malzemelere kasten vermediğini belirten Kürt sanatçı Hozan Canê, Hizmet Hareketi’ne yönelik soruşturmalarda tutuklanan kadınların koğuşunda yaşadıklarını gözyaşlarıyla anlatmıştı.
Kürt Sanatçı Hozan Canê, Kronos’a verdiği söyleşinin ikinci bölümünde Edirne Cezaevi’nden sevk edildiği Bakırköy Kadın Cezaevi’nde yaşadıklarını şöyle anlattı:
‘ÖLMEMEN GEREKİR, DIŞARDAKİ SESİMİZ OLACAKSIN’
“O kadın da adli bir tutukluydu. Hani bir kadın vardı, çocuğunu bırakmış, eğlenceye gitmişti, o gelene kadar çocuğu ölmüştü; işte o kadın. Seslendi bana, ‘Kimsiniz?’ diye… Adımı söyledim. O da yandaki koğuşuna söyledi, o PKK’li tutukluya, ‘Ben 8 gündür buradayım, ne yemek ne su, hiçbir şey yok. Ağır işkence yapıyorlar. Ağır şeyler başıma geliyor, kaldıramıyorum’. Kadın hücresinden bağırdı, ‘Sen ölmeyeceksin, sen bizim dışarıdaki sesimiz olacaksın. Sen bir Alman vatandaşısın. Sen Hozan Canê’sin. Senin ölmemen gerekir’ dedi. O adli tutuklu kadın, ikna etmeyi başardı, ‘Sana su vereceğim’ dedi. Yöntemini de tarif etti: ‘Çarşafını ince ince ince yırt ama uzun olması lazım’ dedi.”
İntiharın eşiğindeki sanatçı dediğini yapmış. Battaniyenin çarşafını yırtıp, uç ucuna bağlamış. Her şey tamam. Tutuklu kadın, “Gündüz, gece senin karşında kamera var. Dua edelim ki ay doğmasın” demiş: “Sen oradan aşağıya indir, biz sana küçük bir naylona su koyacağız, çek, onu iç, lütfen ölme!”
‘ÖLÜM DİLEKÇESİ’ YAZDI, KAPIYA BIRAKTI
Hozan Canê, “Gelen su da kırmızı geliyordu, iki kere içseydim zaten ölecektim. Benim niyetim de oydu. O suyu çok içmek, zaten midem de hasar görmüş önceden” diyor. İntihar düşüncesini terk etmemiş. Son kez, “Ben ölmek istiyorum artık, vücudum kaldırmıyor” diyerek Almanya konsolosuna bir mektup, adeta bir ‘ölüm dilekçesi’ yazmaya karar vermiş. 57 kilodan 37 kiloya düşmüş haliyle, halsiz ve çaresiz…
Yazmış dilekçeyi, imzalayıp, kapıya bırakmış. Mektubu alan gardiyan her nasılsa sanatçının, “Günlerdir yemek vermiyorlar, su vermiyorlar, vücudum eriyor, ağır işkence yapıyorlar, dayanamıyorum. Hayatıma son vereceğim” ifadelerinin geçtiği dilekçeyi anında işleme koymuş, ertesi gün hemen avukatı gelmiş. Konsolosluktan, “Almanya halkı seni çok seviyor, bunu böyle bil. Sen ölmemelisin. İki gün bize mühlet, biz seni alacağız” yanıtı gelmiş. Ama Kürt santaçı umutsuz. Çünkü on gün önce yine mahkemeye çıkarılmış, “Tutukluluğunun devamına” kararını vermişler, kestirip atmışlar.
Ancak diplomasi trafiği hızlanmış ve iki günde her şey olup bitmiş: “Almanya Dışişleri Bakanı ve başka yetkililer Türkiye’ye geldi. Sanırım büyük bir miktar bedel ödemişler. Ve ödeme yapınca gece gardiyan geldi, “Tahliyesin”. Mahkeme yok, bir şey yok ve “Tahliyesin” diyor… İnanmadım, kendimi öldürmeyim diye yalan söylüyor dedim. Gece saat 2 ya da 3’te iki asker geldi, kolumdan tuttular, götürdüler, dışarı attılar. Gündüz bırakmadılar. Hayatımda ilk kez yalvardım. O kadar işkenceye rağmen, “Beni burada bırakmayın. Götürün, hücreye götürün” diye. Dışarı benim için daha korkunçtu. Kimseyi tanımıyordum, bilmiyordum.”
İnanmak zor mu geliyor? Gecenin bir yarısında bir mahpusu sokağa mı atmışlar?
Tam da öyle olmuş. Canê anlatıyor: “Dışarıdayım, ne yürüyebiliyorum, ne param var, ne üstüm başım… Hiçbir şey yok. O zaman çok Allah’a inandım. Bir kitabım vardı yanımda. Dedim, “O kitabı, bırakmayacağım.” Elime almışım o kitabı, içeride belki yüz kere okumuştum. O kitap elimden yere düştü, baktım üstünde bir numara… Kimse buna inanmıyor biliyor musunuz? Karanlık bir yerde, bir sarhoş geldi. Yalvardım, “Bana telefonunu ver!” Vermedi. Çok yalvardım, “Ben hasta, deli falan değilim” diye…”
AKIL HASTANESİNİN BAHÇESİNE BIRAKTILAR
Meğer Hozan Canê’yi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesine bırakmışlar. Sarhoş diye tarif ettiği kişi de onu oradan kaçan bir hasta sanmış. “Vallahi deli değilim, cezaevinden çıktım” dese de inandıramamış. Sonunda acıdığından mı, ‘çok para vereceğim’ sözlerine inandığı için mi bilinmez, telefonunu vermiş. Hozan Canê de o bilmediği bir kişiye ait olduğu numarayı çevirmiş: “Polis de çıkabilirdi, MİT çıkabilirdi, herkes çıkabilirdi. Bir tane yaşlı kadın çıktı.”
Kadın telefonu açmış ama azarlayarak kapatmış. Öyle ya, gecenin bir yarısında bilmediği bir numaradan aranıyor. İkinci kez arayıp, “Beni kurtarın” diye ısrar edince eşine vermiş. Eşi söylediklerine inanmış ve telefonu sahibine vermesini istemiş. Belki de cezaevi kütüphanesindeki kitapta telefonu çıkan kişi daha önce aynı yerde kalmış başka bir siyasi mahpusun yakınıydı. Kim bilir… Telefondaki kişi sarhoşa bin lira vereceğini söyleyerek bir taksiye bindirmesini, kendisinin de eşlik etmesini söylemiş. Bir mahkûm ve bir sarhoş birbirine tutuna tutuna araç yoluna kadar yürümüş… Gebze tarafındaki bir adrese 45 dakikalık bir yolculukla sonunda varmışlar.
‘BENİ KARŞISINDA GÖRÜNCE KIZIM BAYILDI’
Devamını yine Canê, anlatıyor: “Taksiden indim, kadın beni kucakladı. Bana banyo yaptırdılar, üst giydirdiler. Sonra Almanya’yı aradık. Almanya, HDP’yi aradı. HDP, avukatımı aradı, avukatım ailemi aradı. Saat gündüz 11, 12 oldu. Sonra Dilan geldi, onun da mahkemesi varmış, mahkemeden çıkınca avukatları, “Annen tahliye oldu” demiş. Nerede, kimde, nasıl…. Avukatlarım şoke olmuş, 6 tane avukat kimse bilmiyor. Adres söylemişler, geldiler. Beni öyle görünce Dilan bayıldı. Dilan beni hiç 37 kilo görmemişti, sadece kemiklerim vardı. Kliniğe götürdüler, serum taktılar. 4-5 saat de orada kaldık.”
Daha sonra o ailenin de başına bir şey gelmemesi için hemen bir uçak bileti alıp adres değişikliği kararıyla İzmir’e uçmuş Hozan Canê ile kızı Dilan. Üç hafta Almanya’nın İzmir Konsolosluğu’nda kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a doğru yola çıkmışlar. Bu sefer, annesini kurtarmak için Türkiye’ye gelen ve cezaevinde tutulduktan sonra tutuksuz yargılanmasına karar verilen Dilan’ın mahkemesi var. Bir oda kiralamışlar. Birileri gelip ev sahibini tehdit etmiş ve yine sokakta kalmışlar.
KIZI DİLAN, MERİÇ NEHRİ’Nİ YÜZEREK GEÇTİ
Bu arada Hozan Canê’nin kızı Dilan’a ayrı bir sayfa açmak gerek. Annesi kadar işkence görmese de o da zor günler yaşamış. Annesini kurtarmak için geldiği ülkesinde o da tutuklanmış. Dilan mahkemeden sonra, “Bu sefer içeri girersem beni affetmezler” diyerek Meriç’i yüzerek geçme kararını almış. “O yüzden suya vuracağım; ya öleceğim, ya kurtulacağım” demiş. Kaçakçı onu Meriç kıyısına bırakmış. İyi bir yüzücü olan Dilan Örs, yüzerek Yunanistan kıyısına ulaşmış. Anne Hozan Canê, “Ben ona pasaportunu, bir şort, bir tişört, çok hafif bir spor ayakkabı, onları bir poşete koydum yaş olmasın diye, sırtına bağladım. O tarafa gidince üstünü değiştir, Alman pasaportun var, kaçak olduğunu bilmesinler. Asker, polis seni almasın. O taraf da tehlikeli” demiş.
Karşı kıyıya geçtiğinde Türkiye tarafından askerler, “Dur” ihtarı yapmışlar, ama Dilan Örs, sabaha kadar bir ağacın arkasına gizlenip üzerini değiştirmiş ve Selanik’e ulaşarak Almanya’ya doğru yola çıkmış.
‘BU DA TÜRKİYE’NİN UTANCI OLSUN’
Bir hafta sonra da kendi mahkemesi neticelenen Canê, yurt dışı yasağının kaldırıldığını öğrenince iki milletvekili ve 8 Alman gazeteci ile doğruca havalimanına gitmişler. Sanatçı, heyecan dolu dakikaları şöyle özetliyor:
“Dilan, ben şimdi uçağa biniyorum, yarım saat sonra, polis kontrolünü geçtim” dedim. “Tamam, kurtuldun. Şimdi ben basını çağıracağım” dedi kızım. Köln havaalanına geldim, yüzlerce insan, binlerce çiçek koymuşlar, afişler koymuşlar. Alman milletvekilleri, Alman kanalları, Kürt kanalları, yabancı kanallar, ben onları karşımda görünce bu sefer çok tuhaflaştım. Herkes ağlıyordu, herkes sevincinden ağlıyordu, ben kurtuldum diye. Basın, Dilan ile de konuştu. Dilan, “Ben kaçtım, suya vurarak kendimi. Annem de bugün Almanya sayesinde geldi” dedi. İnsan kendi öz evladı için o kadar yatırım, o kadar para ödemez. O yüzden Köln sanatçısı diyorlar bana. Sonra beni Meclis davet etti, belediye… Büyük bir hoş geldin kokteyli yapıldı onuruma… Alman parlamentosuna davet edildim. Balkonumda misafirlerimi ağırladım… “Sen bizim evladımızsın” dediler. Bir Alman bunu yapıyor, biz yerlisiyiz Türkiye’nin. O toprağın yerlisi işkence yapıyor, biz o toprağın sahibiyiz. 20-30 yıl önce Almanya’ya geldim, Almanya ‘evladım’ diye bağrına basıyor ve beni kendi ülkemden satın alıyor. Bu da Türkiye’nin utancı olsun.”
Almanya’ya tekrar ulaşıyor, ama yaşadıkları sanatçı Hozan Canê için ikinci bir sürgün. Cezaevi de ilk kez yaşadığı bir şey değil. Kimliğinden ve Kürtçe şarkı söylediğinden dolayı daha önce de başka diyarların yolunu tutan sanatçı o. 2000”lerin başındaki “Çözüm Süreci” girişimini umut olarak görmüş. “Cane cane” gibi bir halk şarkısı nedeniyle 1992 yılında Van’da gözaltına alınmış ve 9 ay cezaevinde kalmış.
YENİ BİR HAYATA BAŞLADI, AŞİRET TARİHİNE GEÇTİ
Çocukluğu, ilk gençlik yıllarının acıları da çok tanıdık Kürt sanatçının. 11 yaşındayken, Erzurum’un Karayazı ilçesinin bir köyünde kendinden büyük biriyle nişanlanmış. 12 yaşında zorla evlendirilmiş. Sahne adı olan Hozan Canê’yi kullanmadan önceki ismiyle Saide İnanç, 13 yaşında anne olmuş: “9 kardeşiz. Babam çok erken öldüğü için amcalarımla annem büyütmüşler bizi. Kız kardeşlerim küçük küçük evlendiler, ben de onlardan biriyim. Daha sonra, 4 yıl sonra üzerime kuma geldi ve ben eşimden kaçtım. Ben o yörede, aşirette tarihe geçti, eşinden ayrılan ilk kadındım diyebilirim.” diyor.
Bir süre Adana’da yaşadıktan sonra İstanbul’a ablasının yanına gitmiş İnanç. Ve Orada tesadüfen keşfedilmiş. Ablasının ofisinde temizlikçi olarak çalıştığı sırada usta sanatçı Arif Sağ keşfetmiş ve 1992’de bir seri konseri için gittiği Van’a onu da götürmüş. Arif Sağ ve Belkıs Akkale’den sonra sahneye çıkan İnanç, Kürtçe bir şarkı söylemiş ve sorgusuz sualsiz gözaltına alındıktan sonra cezaevine konulmuş.
‘ŞİMDİKİ İŞKENCELER DAHA SİSTEMATİK’
Ağır işkence ve kötü muameleyle o zaman tanışmış. “Şimdiki işkenceler daha sistematik” diyor. “Kürtçe bilmezdim sadece annem Kürtçe bildiği için o derdi bana ‘Kürtçe şarkı söyle’ diye. Kürtlük nedir Van’da cezaevinde öğrendim. İşkence çok ağırdı. Beni bir duvara astılar bir tahtanın üzerine, ‘cereyan’ verdiler. Apocular vardı o dönemde PKK yoktu ve ben gerçekten tanımıyordum, Kürtleri de tanımıyordum. Bana sordular ‘Apo kimdir?’. Amcalarım beni arıyordu, öldüreceklerdi eşimden kaçtığım için. Ama bana ‘Apo nerede?’ diye sordular. 15 gün çok ağır işkencede kaldım. Yaklaşık 40 gün askeri hastanede gizli tedavi ettiler çünkü beni resmen paramparça etmişlerdi. Ama ben gerçekten Apo’yu tanımıyordum. 9 ay süren cezaevinde Apo’yu tanıdım, Kürtleri tanıdım, coğrafyayı tanıdım. O zaman kimliğimi, kendimi tanıdım.”
Cezaevinden çıktıktan sonra 1993 yılında tekrar İstanbul’a gelen sanatçı, o dönemin Kürt siyasi partisi olan DEP’in gecesinde sahne almış. Konser sonrası silahlı saldırıya uğramış, yaralanmış, 40 gün hastanede tedavi görmüş. Hozan Canê, “Tansu Çiller dönemindeydi. Beni vuran Çiller’in ürettikleri, Toros arabaların sahipleriydi, kendi çeteleriydi. O zamanın dönemi işte, Mehmet Ağar, onların çeteleriydi” diyor.
BİR POLİSİN KIZININ PASAPORTUYLA SÜRGÜN YOLCULUĞU
İlk kez yurt dışına çıkma fikri de o zaman oluşuyor. Öldü diye sokak ortasında bırakılınca artık Türkiye’de kalamayacağını anlıyor sanatçı: “1993’te artık yaşama şansım kalmadı, azıcık yaralarım hâlâ daha dikişlerim alınmamıştı. Yine bir polis kızının pasaportunu satın aldık sonra bizi Almanya’ya çıkardılar. O nedenden dolayı iltica ettim. Bütün bunlar başıma geldi tek bir Kürtçe şarkı söylediğim için. Dikişlerim daha alınmamıştı, yaralıydım. Kızım annemin yanındaydı. Ben Almanya’ya geldim, 4 yıl sonra kızımı getirebildim. Çünkü 8 defa ameliyat oldum. Kurşun kemiğimde kalmıştı. Maalesef çok acılar çektim. Hem çocuğum yanımda değildi hem yaralıydım.”
ALMANYA’DA YENİ BİR HAYAT
Almanya hayatı da kolay olmamış sanatçı için. Kürt gruplarla, sanatçılarla çalışsa da aklı hep kızında kalmış. “Korkum benim kızım da orada büyüyecek, babası alacak o da 10 yaşında evlenecek tek korkum oydu. Ve ben sanatın dışında da Türk marketlerinden restoran, banka temizliklerine hepsini üstlendim ve günde 13 saat çalışıyordum. 3-4 saat yatıyordum. Kızımı getirmek için para biriktirmek zorundaydım. 8 bin mark biriktirdim. Teyzemin oğluna verdim. O zaman çocuklar için vize gerekmiyordu, sadece imza gerekiyordu, teyzemin oğlu verdi ve gitti kızımı getirdi. Kızım geldikten sonra ben yeniden doğmuş gibi, kendimi çok hafif hissettim ve hayata o zaman dört elle sarıldım. Bu kızın geleceği benim geleceğim gibi olmasın diye. Kızımı okuttum, sosyal psikolog ve şu an beraber kalıyoruz. Kızımla öyle bir hayat yaşadık.
AKP’nin ilk yıllarında havanın biraz yumuşaması ve sonrasındaki Çözüm Süreci’ni fırsat olarak görenlerden Kürtv sanatçı. “Kürtçe az da olsa özgürleşmişti” diyor o dönemi anlatırken ve ekliyor:
“Türkiye’ye Alman pasaportuyla döndüm. Diyarbakır’da bir newrozda milyonların önüne çıktım. Özgürce Kürtçe şarkılar söyleyebiliyordum. Kendime bakıyordum. Çok bedel ödemiştim. Demek ki bedel ödemek gerekiyormuş dedim. Yaşadığım bütün acıları unuttum. Cezaevlerini, işkenceleri… Özgürlük kokusu kulağıma, burnuma geldi. O an kendimi çok özgür hissettim. Ülkemde Kürtçe söylüyorum ve cezaevine girmiyordum. 2005’ten sonra ben yılda bir iki kere Türkiye’ye gidiyordum, konser veriyordum, şarkı söylüyordum, düğünlere gidiyordum. Herhangi bir sorun olmadı 2018’e kadar.”
‘BU UCUBE REJİMİN YIKILMASI GEREKİYOR’
Evet, hikâyenin başına dönüyoruz. Hozan Canê’ 2018 seçimleri için tekrar geldi Türkiye’ye. HDP mitinginde sahne aldı. Nedenini şöyle açıklıyor Kürt sanatçı: “Türkiye’nin böyle ucube bir rejimin elinin altından kurtulması için desteklememiz ve bu ucube rejimin yıkılması gerekiyordu. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yaklaştığını daha da çok hissettirmek, bu rejimin bitmesi gerektiğine inandığımız için tekrar seçimlere gittim, çalışmalara başladım. 2018 Haziran’ında Edirne’de bir mitingde Kürtçe şarkı söyledim, konuşma da yapmadım zaten konuşma yapsaydım mahkemeye getirirlerdi. Tekrar başa dönmüştük.”
90’lı yılları, çözüm sürecini ve en son tek adam rejimini yaşayan Kürt sanatçı 3 dönemi şöyle karşılaştırıyor: Eski Türkiye’den beteri vardı artık: “Kenan Evren döneminde bile böyle değildi. 1990’larda böyle değildi. İlk aldığında çok ağır işkenceden geçiriyordun, koğuşa girdiğinde ‘paşaydın’. Koğuşa geçtiğinde artık işkence, tecavüz yoktu. Şimdi koğuşta götürüp tecavüz ediyorlar, geri koğuşa getiriyorlar. Ben 40 yıldır cezaevindeyim, böyle ağır bir dönem görmedim. Yemek yok, çok az veriyorlar, su yok, kendi paranla satın almak istiyorsun birer tane. Haftada bir kere alışveriş yapabiliyorsun. Diyorlar, “Bu bisküvinin içinde kaç tane var, siz kaç kişisiniz?” Çikolata veriyorlar, ölçüyorlar, bu çikolata 10 kişiye diyorlar. Meselâ, bir kına, kınayı saçına vuruyorsun. Kınanın nesi var? “Bizim kuaför var, gelip para verip boya yapacaksınız, kına yasak”. Kadınların çoğu diyordu, “Biz hayatımızda boya yapmadık, kına yapıyoruz”. Vermiyorlar. Kadın bir gün getiriyor, iç çamaşırına cep yapıyor, oraya koyuyor. Çıplak arama yaparken görüyorlar. Gelip kızını aldılar. O kız 3 gün 4 gün hücrede, işkencede kaldı. Kına cezası…Korkunç şeyler oluyordu. Ben bazen böyle, tek başıma oturunca eşyalara bakıyorum, düşünüyorum, dışarı bakıyorum. ‘Gerçekten burada mıyım?’ diyorum. Hala inanamıyorum. ‘Gerçek değilim’ diyorum. Bir insan deli olura bunu yapar, aynaya gidiyorum. ‘Yok ya, ben gerçeğim, buradayım’. O duruma götürmüş beni.”
Editörlüğünü sürgün gazeteci Can Dündar’ın yaptığı bir kitapta tüm yaşadıklarını anlatacak Hozan Canê. En büyük amacı ise Birleşmiş Milletler ve başka saygın platformlarda gerçekleri dillendirmek.