Dünya, Amerika ve Türkiye nereye gidiyor?
– Tarih dalgalar halinde ilerler. Benim hayatım liberalizmin yayılma dalgasına rastladı. 1960’ta dünyanın büyük bölümünü diktatörler yönetiyordu. Sonra Güney Avrupa, Doğu Avrupa, Latin Amerika uzun bir özgürleşme süreci yaşadı. 2005-2006 yıllarında -son ekonomik krizle şiddetini artıran- bir antiliberal karşıdevrim başladı. Nereye baksak milliyetçi popülizm var: Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Polonya ve şimdi Amerika Birleşik Devletleri (ABD)… Bu liberalizme bir tepki. Her hegemonik düzen, memnuniyetsizlerini yaratır. Yaşadıklarımız bir tarihçi için şaşırtıcı değil.
– Popülistler, liberal demokrasinin temellerini aşındırıyor. Liberal demokrasi; bağımsız medya, bağımsız mahkemeler olmadan hayatta kalamaz. Türkiye bir örnek ama benzer gelişmeler başka yerlerde de var. ABD, Britanya dahil…
– Rüya kâbusa dönüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir sistem inşa edildi. Temel felsefesi sorunlarımızı şiddete başvurmadan çözebilmekti. AB bunun en ileri örneğiydi. Şimdi ise yaşam savaşı veriyor. Üye ülkelerdeki insanların yarısı Avrupa Birliği’nin iyi bir şey olduğunu düşünmüyor artık.
ABD’DE DEVLET ŞİDDETİNDE ARTIŞ OLACAK AMA UMUTLUYUM
– Trump narsisist bir zorba. Kişiliği böyle. Ama dünyada geniş popülist bir akım var. Theresa May’den (Birleşik Krallık Başbakanı) Trump’a; Macaristan’da Viktor Orban, Hindistan’da Modi, Türkiye’de Erdoğan ve en uçta Rusya’da Putin ve Çin’de Şi Cinping’e uzanan bir akım… Mesele şu: Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi demokrasinin taşıyıcı sütunları ayakta kalacak mı? San Francisco’da bir mahkeme Müslümanlara yönelik seyahat yasağını iptal etti. Bu çok etkileyiciydi. Trump’ı protesto eden kalabalık, başkanlık törenindeki kalabalıktan büyüktü. ABD için umutluyum.
– Devletin şiddet kullanımında artış kesinlikle olacak. Çoğu zaman da kendi vatandaşlarına… Trump bir ihtimal İsrail’in İran’a askeri harekât düzenlemesine yeşil ışık yakabilir. Ama bence esas tehlike Güney Çin Denizi’nde… Trump ile Şi Cinping (Çin Devlet Başkanı) kaza eseri bir çatışmaya girerse geri adım atmakta zorlanacaklardır. Çünkü ikisi de milliyetçilik kaplanının sırtına binmiş durumda.
MİLLİYETÇİ ENTERNASYONELLER UZUN SÜRMEZ
– ‘Popülist Halk Cephesi’ diyorum ben bu yakınlaşmaya. Bir tür ‘Milliyetçi Enternasyonal’. Otoriter liderlik tarzına hayranlık duyuyorlar. Hemen hemen hepsi Putin hayranı. Çok şükür, tarih bu tür ‘Milliyetçi Enternasyonal’lerin uzun sürmediğini gösteriyor. Zaten fikrin kendisi bir çelişki… Milliyetçilerin çıkarları çatışır. Tabii daha süreç tamamlanmadı. Geert Wilders, Hollanda’da; Marine Le Pen Fransa’da öne çıkıyor. Bu akımdan etkilenmeyen tek ülke var: Almanya.
– Almanlar o kadar berbat şeyler yaşadılar ki şimdi, “Bir daha asla” diyorlar. Alman politik sistemi, bu acıları bir daha yaşamamak üzerine kuruldu. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Trump’ı seçilir seçilmez -zehir zemberek bir açıklamayla- insan hakları ve demokrasi konusunda uyardı. Putin’e asla taviz vermiyor. Bu değerleri bu kadar net biçimde gündeme taşımadığı tek ülke Türkiye çünkü mülteci krizinde Türkiye’nin desteğine ihtiyacı var. 24 Eylül’deki seçimleri kaybetmesinin tek yolu mülteci sayısındaki hızlı bir artış olur.
TÜRKİYE ULUSLARARASI AKIMIN ETKİSİNDE
– Tabii ki her ülke biriciktir fakat Türkiye’de uluslararası bir akımın etkisi olduğu kesin. Erdoğan 10 yıl önce farklı bir çizgideydi. Onunla ilgili çok büyük umutlarım vardı. Türkiye’yi Avrupa’ya yakınlaştırıyordu. Ama işler değişti. 10 yıldan uzun süren liderliğin bazı sıkıntıları var. Bu bütün dünyada böyle. Amerikalıların maksimum iki dönem başkanlık uygulaması boşuna değil. Ama Türkiye ile yaşanan sıkıntı Batı’nın da başarısızlığı. 2005 yılında AB dinamik ve çekiciydi. O zaman Türkiye’ye yeterince açık değildik. Sonra da kendimiz ciddi bir krize girdik. Rusya gibi ülkeler daha makbul görünmeye başladı ve Türkiye ‘Osmanlı dönüşü’ yaptı.
BİR DAVUTOĞLU ANISI
– Bir AB ülkesinin dışişleri bakanı arkadaşımdı, o anlatmıştı: Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı’yken AB’deki mevkidaşlarıyla bir toplantı yapıyorlar. Konu, Türkiye’nin AB’ye katılımı… Toplantının sonunda Avrupalı dışişleri bakanları, “Galiba biz Osmanlı İmparatorluğu’na katılmaya davet edildik” diye şakalaşmışlar… Türk dış politikasında bir dönüşüm yaşandı. Ama Avrupa’nın ışığı da sönmeye başlamıştı. Birçok bakımdan işleri bozan biz olduk.
ÖZGÜRLÜK UNUTULMAZ
– Dünyada hâlâ ‘normal olan demokrasidir’ diye bir algı var. Türkiye’nin Rusya gibi bir yöne kayması otoriterleşmenin bölgede bir norm olarak algılanmasına sebep olabilir. Ben sivil toplumun tam otoriterleşmeye engel olacağını umuyorum. Bu mümkün olmasa bile bu ülkedeki on milyonlarca insan, özgürlüğe yakın duyguları tanıdı, yaşadı. Dünyayı gezdiler, işler kurdular, iyi eğitim aldılar. Bu sosyal güçler zaman içinde harekete geçer. İnsanlar bu tür deneyimleri unutmaz. Temiz hava hissi gibidir, unutulmaz.
POST TRUTH DEĞİL POST FACT
– Bu dönemin moda kavramı ‘gerçek-sonrası’ (‘post-truth’). Yani gerçeğin öneminin azaldığı bir dönem… – Ben ‘olgu-sonrası’ (‘post-fact’) kavramını tercih ediyorum. Trump’ın defalarca Obama’nın ABD’de doğmadığını söylemesi gibi… Amerikalıların yüzde 30-40’ı hâlâ Obama’nın Amerika’da doğduğundan emin değil. Joseph Goebbels’ten (Nazi Almanya’sı Propaganda Bakanı) beri biliyoruz ki büyük bir yalan tekrar edile edile gerçek gibi görünür. Duygusal anlamda çekici söylemler gerçeğe karşı galip gelebiliyor.
OTORİTERLERİN REPERTUVARLARI
– Otoriterlerin repertuvarı çok kısıtlıdır. Ulusal güvenliğe tehdit, vatana ihanet, terörizm suçlamaları gibi… Mesela gazeteci Hasan Cemal bile terör propagandasıyla suçlanmış. Çin’deki ve Doğu Avrupa’daki aktivistlerin bir ilkesi var: “Sanki öyleymişçesine” diye bir ilke… Sanki özgür bir ülkede yaşıyormuş gibi davranıyorlar. Her şeye bıkmadan usanmadan “Bu insan haklarına, demokrasiye aykırıdır” diye itiraz ediyorlar. Sonuç alamayacağını bilseler bile topluma mesaj vermeye devam ediyorlar. Bir tenis maçı gibi… “Ben bu maçı üç sette bitiririm” dersen, enerjini yanlış harcar ve maçı kaybedersin. Ama Roger Federer gibi bakar, bu iş beş set, beş saat sürecek diye planlarsan mental olarak daha güçlü olursun.
ASIL MESELE ÇİN
– Putin, Soğuk Savaş sonrası etkileyici bir geri dönüşe imza attı. Rusya’nın yeniden büyük bir güç olarak tanınmasını sağladı. Ukrayna konusunda da AB’yi böldü, ABD’de dostlar kazandı. Benim aklımdaki soru şu: Trump hükümeti bir ‘tersine Kissinger taktiği’ mi uyguluyor? Henry Kissinger, Rusya’ya karşı Çin’le yakınlaşmıştı. Acaba bugün ABD ve Rusya Çin’e karşı bir ittifak mı düşünüyor?
– Donald Trump’ın bu kadar stratejik düşündüğü konusunda şüphelerim var ama Amerika’nın esas sorunu Çin’le… Rusya bölgesel bir güç; IŞİD ciddi bir sorun ama yaşamsal değil. Amerika’ya esas tehdit yeni bir süper gücün ortaya çıkması olur…
Dünya, Amerika ve Türkiye nereye gidiyor?
– Tarih dalgalar halinde ilerler. Benim hayatım liberalizmin yayılma dalgasına rastladı. 1960’ta dünyanın büyük bölümünü diktatörler yönetiyordu. Sonra Güney Avrupa, Doğu Avrupa, Latin Amerika uzun bir özgürleşme süreci yaşadı. 2005-2006 yıllarında -son ekonomik krizle şiddetini artıran- bir antiliberal karşıdevrim başladı. Nereye baksak milliyetçi popülizm var: Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Polonya ve şimdi Amerika Birleşik Devletleri (ABD)… Bu liberalizme bir tepki. Her hegemonik düzen, memnuniyetsizlerini yaratır. Yaşadıklarımız bir tarihçi için şaşırtıcı değil.
– Popülistler, liberal demokrasinin temellerini aşındırıyor. Liberal demokrasi; bağımsız medya, bağımsız mahkemeler olmadan hayatta kalamaz. Türkiye bir örnek ama benzer gelişmeler başka yerlerde de var. ABD, Britanya dahil…
– Rüya kâbusa dönüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir sistem inşa edildi. Temel felsefesi sorunlarımızı şiddete başvurmadan çözebilmekti. AB bunun en ileri örneğiydi. Şimdi ise yaşam savaşı veriyor. Üye ülkelerdeki insanların yarısı Avrupa Birliği’nin iyi bir şey olduğunu düşünmüyor artık.
ABD’DE DEVLET ŞİDDETİNDE ARTIŞ OLACAK AMA UMUTLUYUM
– Trump narsisist bir zorba. Kişiliği böyle. Ama dünyada geniş popülist bir akım var. Theresa May’den (Birleşik Krallık Başbakanı) Trump’a; Macaristan’da Viktor Orban, Hindistan’da Modi, Türkiye’de Erdoğan ve en uçta Rusya’da Putin ve Çin’de Şi Cinping’e uzanan bir akım… Mesele şu: Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi demokrasinin taşıyıcı sütunları ayakta kalacak mı? San Francisco’da bir mahkeme Müslümanlara yönelik seyahat yasağını iptal etti. Bu çok etkileyiciydi. Trump’ı protesto eden kalabalık, başkanlık törenindeki kalabalıktan büyüktü. ABD için umutluyum.
– Devletin şiddet kullanımında artış kesinlikle olacak. Çoğu zaman da kendi vatandaşlarına… Trump bir ihtimal İsrail’in İran’a askeri harekât düzenlemesine yeşil ışık yakabilir. Ama bence esas tehlike Güney Çin Denizi’nde… Trump ile Şi Cinping (Çin Devlet Başkanı) kaza eseri bir çatışmaya girerse geri adım atmakta zorlanacaklardır. Çünkü ikisi de milliyetçilik kaplanının sırtına binmiş durumda.
MİLLİYETÇİ ENTERNASYONELLER UZUN SÜRMEZ
– ‘Popülist Halk Cephesi’ diyorum ben bu yakınlaşmaya. Bir tür ‘Milliyetçi Enternasyonal’. Otoriter liderlik tarzına hayranlık duyuyorlar. Hemen hemen hepsi Putin hayranı. Çok şükür, tarih bu tür ‘Milliyetçi Enternasyonal’lerin uzun sürmediğini gösteriyor. Zaten fikrin kendisi bir çelişki… Milliyetçilerin çıkarları çatışır. Tabii daha süreç tamamlanmadı. Geert Wilders, Hollanda’da; Marine Le Pen Fransa’da öne çıkıyor. Bu akımdan etkilenmeyen tek ülke var: Almanya.
– Almanlar o kadar berbat şeyler yaşadılar ki şimdi, “Bir daha asla” diyorlar. Alman politik sistemi, bu acıları bir daha yaşamamak üzerine kuruldu. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Trump’ı seçilir seçilmez -zehir zemberek bir açıklamayla- insan hakları ve demokrasi konusunda uyardı. Putin’e asla taviz vermiyor. Bu değerleri bu kadar net biçimde gündeme taşımadığı tek ülke Türkiye çünkü mülteci krizinde Türkiye’nin desteğine ihtiyacı var. 24 Eylül’deki seçimleri kaybetmesinin tek yolu mülteci sayısındaki hızlı bir artış olur.
TÜRKİYE ULUSLARARASI AKIMIN ETKİSİNDE
– Tabii ki her ülke biriciktir fakat Türkiye’de uluslararası bir akımın etkisi olduğu kesin. Erdoğan 10 yıl önce farklı bir çizgideydi. Onunla ilgili çok büyük umutlarım vardı. Türkiye’yi Avrupa’ya yakınlaştırıyordu. Ama işler değişti. 10 yıldan uzun süren liderliğin bazı sıkıntıları var. Bu bütün dünyada böyle. Amerikalıların maksimum iki dönem başkanlık uygulaması boşuna değil. Ama Türkiye ile yaşanan sıkıntı Batı’nın da başarısızlığı. 2005 yılında AB dinamik ve çekiciydi. O zaman Türkiye’ye yeterince açık değildik. Sonra da kendimiz ciddi bir krize girdik. Rusya gibi ülkeler daha makbul görünmeye başladı ve Türkiye ‘Osmanlı dönüşü’ yaptı.
BİR DAVUTOĞLU ANISI
– Bir AB ülkesinin dışişleri bakanı arkadaşımdı, o anlatmıştı: Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı’yken AB’deki mevkidaşlarıyla bir toplantı yapıyorlar. Konu, Türkiye’nin AB’ye katılımı… Toplantının sonunda Avrupalı dışişleri bakanları, “Galiba biz Osmanlı İmparatorluğu’na katılmaya davet edildik” diye şakalaşmışlar… Türk dış politikasında bir dönüşüm yaşandı. Ama Avrupa’nın ışığı da sönmeye başlamıştı. Birçok bakımdan işleri bozan biz olduk.
ÖZGÜRLÜK UNUTULMAZ
– Dünyada hâlâ ‘normal olan demokrasidir’ diye bir algı var. Türkiye’nin Rusya gibi bir yöne kayması otoriterleşmenin bölgede bir norm olarak algılanmasına sebep olabilir. Ben sivil toplumun tam otoriterleşmeye engel olacağını umuyorum. Bu mümkün olmasa bile bu ülkedeki on milyonlarca insan, özgürlüğe yakın duyguları tanıdı, yaşadı. Dünyayı gezdiler, işler kurdular, iyi eğitim aldılar. Bu sosyal güçler zaman içinde harekete geçer. İnsanlar bu tür deneyimleri unutmaz. Temiz hava hissi gibidir, unutulmaz.
POST TRUTH DEĞİL POST FACT
– Bu dönemin moda kavramı ‘gerçek-sonrası’ (‘post-truth’). Yani gerçeğin öneminin azaldığı bir dönem… – Ben ‘olgu-sonrası’ (‘post-fact’) kavramını tercih ediyorum. Trump’ın defalarca Obama’nın ABD’de doğmadığını söylemesi gibi… Amerikalıların yüzde 30-40’ı hâlâ Obama’nın Amerika’da doğduğundan emin değil. Joseph Goebbels’ten (Nazi Almanya’sı Propaganda Bakanı) beri biliyoruz ki büyük bir yalan tekrar edile edile gerçek gibi görünür. Duygusal anlamda çekici söylemler gerçeğe karşı galip gelebiliyor.
OTORİTERLERİN REPERTUVARLARI
– Otoriterlerin repertuvarı çok kısıtlıdır. Ulusal güvenliğe tehdit, vatana ihanet, terörizm suçlamaları gibi… Mesela gazeteci Hasan Cemal bile terör propagandasıyla suçlanmış. Çin’deki ve Doğu Avrupa’daki aktivistlerin bir ilkesi var: “Sanki öyleymişçesine” diye bir ilke… Sanki özgür bir ülkede yaşıyormuş gibi davranıyorlar. Her şeye bıkmadan usanmadan “Bu insan haklarına, demokrasiye aykırıdır” diye itiraz ediyorlar. Sonuç alamayacağını bilseler bile topluma mesaj vermeye devam ediyorlar. Bir tenis maçı gibi… “Ben bu maçı üç sette bitiririm” dersen, enerjini yanlış harcar ve maçı kaybedersin. Ama Roger Federer gibi bakar, bu iş beş set, beş saat sürecek diye planlarsan mental olarak daha güçlü olursun.
ASIL MESELE ÇİN
– Putin, Soğuk Savaş sonrası etkileyici bir geri dönüşe imza attı. Rusya’nın yeniden büyük bir güç olarak tanınmasını sağladı. Ukrayna konusunda da AB’yi böldü, ABD’de dostlar kazandı. Benim aklımdaki soru şu: Trump hükümeti bir ‘tersine Kissinger taktiği’ mi uyguluyor? Henry Kissinger, Rusya’ya karşı Çin’le yakınlaşmıştı. Acaba bugün ABD ve Rusya Çin’e karşı bir ittifak mı düşünüyor?
– Donald Trump’ın bu kadar stratejik düşündüğü konusunda şüphelerim var ama Amerika’nın esas sorunu Çin’le… Rusya bölgesel bir güç; IŞİD ciddi bir sorun ama yaşamsal değil. Amerika’ya esas tehdit yeni bir süper gücün ortaya çıkması olur…
Dünya, Amerika ve Türkiye nereye gidiyor?
– Tarih dalgalar halinde ilerler. Benim hayatım liberalizmin yayılma dalgasına rastladı. 1960’ta dünyanın büyük bölümünü diktatörler yönetiyordu. Sonra Güney Avrupa, Doğu Avrupa, Latin Amerika uzun bir özgürleşme süreci yaşadı. 2005-2006 yıllarında -son ekonomik krizle şiddetini artıran- bir antiliberal karşıdevrim başladı. Nereye baksak milliyetçi popülizm var: Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Polonya ve şimdi Amerika Birleşik Devletleri (ABD)… Bu liberalizme bir tepki. Her hegemonik düzen, memnuniyetsizlerini yaratır. Yaşadıklarımız bir tarihçi için şaşırtıcı değil.
– Popülistler, liberal demokrasinin temellerini aşındırıyor. Liberal demokrasi; bağımsız medya, bağımsız mahkemeler olmadan hayatta kalamaz. Türkiye bir örnek ama benzer gelişmeler başka yerlerde de var. ABD, Britanya dahil…
– Rüya kâbusa dönüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir sistem inşa edildi. Temel felsefesi sorunlarımızı şiddete başvurmadan çözebilmekti. AB bunun en ileri örneğiydi. Şimdi ise yaşam savaşı veriyor. Üye ülkelerdeki insanların yarısı Avrupa Birliği’nin iyi bir şey olduğunu düşünmüyor artık.
ABD’DE DEVLET ŞİDDETİNDE ARTIŞ OLACAK AMA UMUTLUYUM
– Trump narsisist bir zorba. Kişiliği böyle. Ama dünyada geniş popülist bir akım var. Theresa May’den (Birleşik Krallık Başbakanı) Trump’a; Macaristan’da Viktor Orban, Hindistan’da Modi, Türkiye’de Erdoğan ve en uçta Rusya’da Putin ve Çin’de Şi Cinping’e uzanan bir akım… Mesele şu: Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi demokrasinin taşıyıcı sütunları ayakta kalacak mı? San Francisco’da bir mahkeme Müslümanlara yönelik seyahat yasağını iptal etti. Bu çok etkileyiciydi. Trump’ı protesto eden kalabalık, başkanlık törenindeki kalabalıktan büyüktü. ABD için umutluyum.
– Devletin şiddet kullanımında artış kesinlikle olacak. Çoğu zaman da kendi vatandaşlarına… Trump bir ihtimal İsrail’in İran’a askeri harekât düzenlemesine yeşil ışık yakabilir. Ama bence esas tehlike Güney Çin Denizi’nde… Trump ile Şi Cinping (Çin Devlet Başkanı) kaza eseri bir çatışmaya girerse geri adım atmakta zorlanacaklardır. Çünkü ikisi de milliyetçilik kaplanının sırtına binmiş durumda.
MİLLİYETÇİ ENTERNASYONELLER UZUN SÜRMEZ
– ‘Popülist Halk Cephesi’ diyorum ben bu yakınlaşmaya. Bir tür ‘Milliyetçi Enternasyonal’. Otoriter liderlik tarzına hayranlık duyuyorlar. Hemen hemen hepsi Putin hayranı. Çok şükür, tarih bu tür ‘Milliyetçi Enternasyonal’lerin uzun sürmediğini gösteriyor. Zaten fikrin kendisi bir çelişki… Milliyetçilerin çıkarları çatışır. Tabii daha süreç tamamlanmadı. Geert Wilders, Hollanda’da; Marine Le Pen Fransa’da öne çıkıyor. Bu akımdan etkilenmeyen tek ülke var: Almanya.
– Almanlar o kadar berbat şeyler yaşadılar ki şimdi, “Bir daha asla” diyorlar. Alman politik sistemi, bu acıları bir daha yaşamamak üzerine kuruldu. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Trump’ı seçilir seçilmez -zehir zemberek bir açıklamayla- insan hakları ve demokrasi konusunda uyardı. Putin’e asla taviz vermiyor. Bu değerleri bu kadar net biçimde gündeme taşımadığı tek ülke Türkiye çünkü mülteci krizinde Türkiye’nin desteğine ihtiyacı var. 24 Eylül’deki seçimleri kaybetmesinin tek yolu mülteci sayısındaki hızlı bir artış olur.
TÜRKİYE ULUSLARARASI AKIMIN ETKİSİNDE
– Tabii ki her ülke biriciktir fakat Türkiye’de uluslararası bir akımın etkisi olduğu kesin. Erdoğan 10 yıl önce farklı bir çizgideydi. Onunla ilgili çok büyük umutlarım vardı. Türkiye’yi Avrupa’ya yakınlaştırıyordu. Ama işler değişti. 10 yıldan uzun süren liderliğin bazı sıkıntıları var. Bu bütün dünyada böyle. Amerikalıların maksimum iki dönem başkanlık uygulaması boşuna değil. Ama Türkiye ile yaşanan sıkıntı Batı’nın da başarısızlığı. 2005 yılında AB dinamik ve çekiciydi. O zaman Türkiye’ye yeterince açık değildik. Sonra da kendimiz ciddi bir krize girdik. Rusya gibi ülkeler daha makbul görünmeye başladı ve Türkiye ‘Osmanlı dönüşü’ yaptı.
BİR DAVUTOĞLU ANISI
– Bir AB ülkesinin dışişleri bakanı arkadaşımdı, o anlatmıştı: Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı’yken AB’deki mevkidaşlarıyla bir toplantı yapıyorlar. Konu, Türkiye’nin AB’ye katılımı… Toplantının sonunda Avrupalı dışişleri bakanları, “Galiba biz Osmanlı İmparatorluğu’na katılmaya davet edildik” diye şakalaşmışlar… Türk dış politikasında bir dönüşüm yaşandı. Ama Avrupa’nın ışığı da sönmeye başlamıştı. Birçok bakımdan işleri bozan biz olduk.
ÖZGÜRLÜK UNUTULMAZ
– Dünyada hâlâ ‘normal olan demokrasidir’ diye bir algı var. Türkiye’nin Rusya gibi bir yöne kayması otoriterleşmenin bölgede bir norm olarak algılanmasına sebep olabilir. Ben sivil toplumun tam otoriterleşmeye engel olacağını umuyorum. Bu mümkün olmasa bile bu ülkedeki on milyonlarca insan, özgürlüğe yakın duyguları tanıdı, yaşadı. Dünyayı gezdiler, işler kurdular, iyi eğitim aldılar. Bu sosyal güçler zaman içinde harekete geçer. İnsanlar bu tür deneyimleri unutmaz. Temiz hava hissi gibidir, unutulmaz.
POST TRUTH DEĞİL POST FACT
– Bu dönemin moda kavramı ‘gerçek-sonrası’ (‘post-truth’). Yani gerçeğin öneminin azaldığı bir dönem… – Ben ‘olgu-sonrası’ (‘post-fact’) kavramını tercih ediyorum. Trump’ın defalarca Obama’nın ABD’de doğmadığını söylemesi gibi… Amerikalıların yüzde 30-40’ı hâlâ Obama’nın Amerika’da doğduğundan emin değil. Joseph Goebbels’ten (Nazi Almanya’sı Propaganda Bakanı) beri biliyoruz ki büyük bir yalan tekrar edile edile gerçek gibi görünür. Duygusal anlamda çekici söylemler gerçeğe karşı galip gelebiliyor.
OTORİTERLERİN REPERTUVARLARI
– Otoriterlerin repertuvarı çok kısıtlıdır. Ulusal güvenliğe tehdit, vatana ihanet, terörizm suçlamaları gibi… Mesela gazeteci Hasan Cemal bile terör propagandasıyla suçlanmış. Çin’deki ve Doğu Avrupa’daki aktivistlerin bir ilkesi var: “Sanki öyleymişçesine” diye bir ilke… Sanki özgür bir ülkede yaşıyormuş gibi davranıyorlar. Her şeye bıkmadan usanmadan “Bu insan haklarına, demokrasiye aykırıdır” diye itiraz ediyorlar. Sonuç alamayacağını bilseler bile topluma mesaj vermeye devam ediyorlar. Bir tenis maçı gibi… “Ben bu maçı üç sette bitiririm” dersen, enerjini yanlış harcar ve maçı kaybedersin. Ama Roger Federer gibi bakar, bu iş beş set, beş saat sürecek diye planlarsan mental olarak daha güçlü olursun.
ASIL MESELE ÇİN
– Putin, Soğuk Savaş sonrası etkileyici bir geri dönüşe imza attı. Rusya’nın yeniden büyük bir güç olarak tanınmasını sağladı. Ukrayna konusunda da AB’yi böldü, ABD’de dostlar kazandı. Benim aklımdaki soru şu: Trump hükümeti bir ‘tersine Kissinger taktiği’ mi uyguluyor? Henry Kissinger, Rusya’ya karşı Çin’le yakınlaşmıştı. Acaba bugün ABD ve Rusya Çin’e karşı bir ittifak mı düşünüyor?
– Donald Trump’ın bu kadar stratejik düşündüğü konusunda şüphelerim var ama Amerika’nın esas sorunu Çin’le… Rusya bölgesel bir güç; IŞİD ciddi bir sorun ama yaşamsal değil. Amerika’ya esas tehdit yeni bir süper gücün ortaya çıkması olur…
Dünya, Amerika ve Türkiye nereye gidiyor?
– Tarih dalgalar halinde ilerler. Benim hayatım liberalizmin yayılma dalgasına rastladı. 1960’ta dünyanın büyük bölümünü diktatörler yönetiyordu. Sonra Güney Avrupa, Doğu Avrupa, Latin Amerika uzun bir özgürleşme süreci yaşadı. 2005-2006 yıllarında -son ekonomik krizle şiddetini artıran- bir antiliberal karşıdevrim başladı. Nereye baksak milliyetçi popülizm var: Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Polonya ve şimdi Amerika Birleşik Devletleri (ABD)… Bu liberalizme bir tepki. Her hegemonik düzen, memnuniyetsizlerini yaratır. Yaşadıklarımız bir tarihçi için şaşırtıcı değil.
– Popülistler, liberal demokrasinin temellerini aşındırıyor. Liberal demokrasi; bağımsız medya, bağımsız mahkemeler olmadan hayatta kalamaz. Türkiye bir örnek ama benzer gelişmeler başka yerlerde de var. ABD, Britanya dahil…
– Rüya kâbusa dönüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir sistem inşa edildi. Temel felsefesi sorunlarımızı şiddete başvurmadan çözebilmekti. AB bunun en ileri örneğiydi. Şimdi ise yaşam savaşı veriyor. Üye ülkelerdeki insanların yarısı Avrupa Birliği’nin iyi bir şey olduğunu düşünmüyor artık.
ABD’DE DEVLET ŞİDDETİNDE ARTIŞ OLACAK AMA UMUTLUYUM
– Trump narsisist bir zorba. Kişiliği böyle. Ama dünyada geniş popülist bir akım var. Theresa May’den (Birleşik Krallık Başbakanı) Trump’a; Macaristan’da Viktor Orban, Hindistan’da Modi, Türkiye’de Erdoğan ve en uçta Rusya’da Putin ve Çin’de Şi Cinping’e uzanan bir akım… Mesele şu: Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi demokrasinin taşıyıcı sütunları ayakta kalacak mı? San Francisco’da bir mahkeme Müslümanlara yönelik seyahat yasağını iptal etti. Bu çok etkileyiciydi. Trump’ı protesto eden kalabalık, başkanlık törenindeki kalabalıktan büyüktü. ABD için umutluyum.
– Devletin şiddet kullanımında artış kesinlikle olacak. Çoğu zaman da kendi vatandaşlarına… Trump bir ihtimal İsrail’in İran’a askeri harekât düzenlemesine yeşil ışık yakabilir. Ama bence esas tehlike Güney Çin Denizi’nde… Trump ile Şi Cinping (Çin Devlet Başkanı) kaza eseri bir çatışmaya girerse geri adım atmakta zorlanacaklardır. Çünkü ikisi de milliyetçilik kaplanının sırtına binmiş durumda.
MİLLİYETÇİ ENTERNASYONELLER UZUN SÜRMEZ
– ‘Popülist Halk Cephesi’ diyorum ben bu yakınlaşmaya. Bir tür ‘Milliyetçi Enternasyonal’. Otoriter liderlik tarzına hayranlık duyuyorlar. Hemen hemen hepsi Putin hayranı. Çok şükür, tarih bu tür ‘Milliyetçi Enternasyonal’lerin uzun sürmediğini gösteriyor. Zaten fikrin kendisi bir çelişki… Milliyetçilerin çıkarları çatışır. Tabii daha süreç tamamlanmadı. Geert Wilders, Hollanda’da; Marine Le Pen Fransa’da öne çıkıyor. Bu akımdan etkilenmeyen tek ülke var: Almanya.
– Almanlar o kadar berbat şeyler yaşadılar ki şimdi, “Bir daha asla” diyorlar. Alman politik sistemi, bu acıları bir daha yaşamamak üzerine kuruldu. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Trump’ı seçilir seçilmez -zehir zemberek bir açıklamayla- insan hakları ve demokrasi konusunda uyardı. Putin’e asla taviz vermiyor. Bu değerleri bu kadar net biçimde gündeme taşımadığı tek ülke Türkiye çünkü mülteci krizinde Türkiye’nin desteğine ihtiyacı var. 24 Eylül’deki seçimleri kaybetmesinin tek yolu mülteci sayısındaki hızlı bir artış olur.
TÜRKİYE ULUSLARARASI AKIMIN ETKİSİNDE
– Tabii ki her ülke biriciktir fakat Türkiye’de uluslararası bir akımın etkisi olduğu kesin. Erdoğan 10 yıl önce farklı bir çizgideydi. Onunla ilgili çok büyük umutlarım vardı. Türkiye’yi Avrupa’ya yakınlaştırıyordu. Ama işler değişti. 10 yıldan uzun süren liderliğin bazı sıkıntıları var. Bu bütün dünyada böyle. Amerikalıların maksimum iki dönem başkanlık uygulaması boşuna değil. Ama Türkiye ile yaşanan sıkıntı Batı’nın da başarısızlığı. 2005 yılında AB dinamik ve çekiciydi. O zaman Türkiye’ye yeterince açık değildik. Sonra da kendimiz ciddi bir krize girdik. Rusya gibi ülkeler daha makbul görünmeye başladı ve Türkiye ‘Osmanlı dönüşü’ yaptı.
BİR DAVUTOĞLU ANISI
– Bir AB ülkesinin dışişleri bakanı arkadaşımdı, o anlatmıştı: Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı’yken AB’deki mevkidaşlarıyla bir toplantı yapıyorlar. Konu, Türkiye’nin AB’ye katılımı… Toplantının sonunda Avrupalı dışişleri bakanları, “Galiba biz Osmanlı İmparatorluğu’na katılmaya davet edildik” diye şakalaşmışlar… Türk dış politikasında bir dönüşüm yaşandı. Ama Avrupa’nın ışığı da sönmeye başlamıştı. Birçok bakımdan işleri bozan biz olduk.
ÖZGÜRLÜK UNUTULMAZ
– Dünyada hâlâ ‘normal olan demokrasidir’ diye bir algı var. Türkiye’nin Rusya gibi bir yöne kayması otoriterleşmenin bölgede bir norm olarak algılanmasına sebep olabilir. Ben sivil toplumun tam otoriterleşmeye engel olacağını umuyorum. Bu mümkün olmasa bile bu ülkedeki on milyonlarca insan, özgürlüğe yakın duyguları tanıdı, yaşadı. Dünyayı gezdiler, işler kurdular, iyi eğitim aldılar. Bu sosyal güçler zaman içinde harekete geçer. İnsanlar bu tür deneyimleri unutmaz. Temiz hava hissi gibidir, unutulmaz.
POST TRUTH DEĞİL POST FACT
– Bu dönemin moda kavramı ‘gerçek-sonrası’ (‘post-truth’). Yani gerçeğin öneminin azaldığı bir dönem… – Ben ‘olgu-sonrası’ (‘post-fact’) kavramını tercih ediyorum. Trump’ın defalarca Obama’nın ABD’de doğmadığını söylemesi gibi… Amerikalıların yüzde 30-40’ı hâlâ Obama’nın Amerika’da doğduğundan emin değil. Joseph Goebbels’ten (Nazi Almanya’sı Propaganda Bakanı) beri biliyoruz ki büyük bir yalan tekrar edile edile gerçek gibi görünür. Duygusal anlamda çekici söylemler gerçeğe karşı galip gelebiliyor.
OTORİTERLERİN REPERTUVARLARI
– Otoriterlerin repertuvarı çok kısıtlıdır. Ulusal güvenliğe tehdit, vatana ihanet, terörizm suçlamaları gibi… Mesela gazeteci Hasan Cemal bile terör propagandasıyla suçlanmış. Çin’deki ve Doğu Avrupa’daki aktivistlerin bir ilkesi var: “Sanki öyleymişçesine” diye bir ilke… Sanki özgür bir ülkede yaşıyormuş gibi davranıyorlar. Her şeye bıkmadan usanmadan “Bu insan haklarına, demokrasiye aykırıdır” diye itiraz ediyorlar. Sonuç alamayacağını bilseler bile topluma mesaj vermeye devam ediyorlar. Bir tenis maçı gibi… “Ben bu maçı üç sette bitiririm” dersen, enerjini yanlış harcar ve maçı kaybedersin. Ama Roger Federer gibi bakar, bu iş beş set, beş saat sürecek diye planlarsan mental olarak daha güçlü olursun.
ASIL MESELE ÇİN
– Putin, Soğuk Savaş sonrası etkileyici bir geri dönüşe imza attı. Rusya’nın yeniden büyük bir güç olarak tanınmasını sağladı. Ukrayna konusunda da AB’yi böldü, ABD’de dostlar kazandı. Benim aklımdaki soru şu: Trump hükümeti bir ‘tersine Kissinger taktiği’ mi uyguluyor? Henry Kissinger, Rusya’ya karşı Çin’le yakınlaşmıştı. Acaba bugün ABD ve Rusya Çin’e karşı bir ittifak mı düşünüyor?
– Donald Trump’ın bu kadar stratejik düşündüğü konusunda şüphelerim var ama Amerika’nın esas sorunu Çin’le… Rusya bölgesel bir güç; IŞİD ciddi bir sorun ama yaşamsal değil. Amerika’ya esas tehdit yeni bir süper gücün ortaya çıkması olur…