Tr724.com yazarı Kemal Ay, bugün yayınlanan analizinde, Abdullah Gül’ün çıkışı ve Erdoğan’n tepkisini temel alan bir analiz yazdı. Ortaya, 2019’dan sonra Erdoğan’ın ülkeye yapabileceklerine dair zihin açan bir değerlendirme çıkmış.
Özellikle Meral Akşener’in İYİ Parti’sinin ‘dağ fare doğurdu’ eleştirilerine maruz kaldığı günlerde, Abdullah Gül’ün 2019’da Erdoğan’a karşı adaylığını koyma ihtimali, heyecan uyandıran tek gelişme.
Gazeteci Amberin Zaman’ın çeşitli kesimlerin görüşüne başvurarak yazdığı Al-Monitor yazısında da Gül, ‘en ideal aday’ olarak resmediliyor. Görüş verenler arasında Gül’ü adeta bir ‘sihirli değnek’ gibi gösterenler var. Erdoğan’ın ve temsil ettiği siyasetin bir ‘karabasan’ gibi toplumun üzerine çöktüğü şu günlerde, bunu çok görmemek gerekir.
Ancak yazıda asıl dikkat çekici olan, bugüne dair yapılan analizdeki bir eksiklik. Şöyle yazmış Zaman:
‘En büyük korku şu: Erdoğan Kasım 2019 seçimlerini kazanıp geçen yılki referandumda az farkla kabul edilen anayasal yetkilere kavuşursa ülkede bundan sonra yapılacak her seçim tek adam iktidarını güçlendirecek simgesel bir ritüelden ibaret olacak.’
Bu analizin söylediğine göre Cumhurbaşkanı Erdoğan şu anda o yetkileri kullanmıyor. Erdoğan’ı hâlâ sınırlandırabilen Anayasal bir ‘bariyer’ mevcut. Ancak Kasım 2019’da seçilirse, önündeki o engeller de kalkacak. Türkiye’deki âkil insanlar da bundan korkuyor.
Oysa bugün Türkiye’deki en büyük meselelerden biri, geçenlerde Prof. Nora Şeni’nin Ahval’de dile getirdiği şu gerçek: ‘İki yıldır Türkiye’de aydınlar ve gazeteciler rejim değişikliğinin adını bir türlü koyamadılar. Adı konmamış bir gerçekle mücadele ise başarısız olmaya adaydır.’
Bu sözden yola çıkarak bir analiz yapan Ayşen Candaş’ın tespiti çok daha karanlık:
‘Çünkü çok büyük bir sarsıntı ve çok büyük bir kırılma anından geçiyoruz. Rejim değişiyor. 1980’e dönmüyoruz… 1930’lara da dönmüyoruz… 1839 öncesine, eşitliği tasavvur etmeye cesaret edebilmiş Tanzimat öncesine döndürülmekteyiz.’
AÇIK AÇIK SÖYLENENLER
Bu bir sır değil elbette. Yani muhalefetin olup bitenlere bakarak çıkarması gereken bir sonuç değil. Bizzat rejimin gevşek ağızlılarından Metin Külünk tarafından ‘200 yılın hesabını soracağız’ şeklinde dile getirilmişti:
‘Anayasa değişikliğinin esas manası Türkiye de devlet benim diyen, halktan yetki almayan, egemenliğin millete ait olduğunun farkında olmayan, milletin egemenlik hakkını tereddütsüz gerektiğinde Anayasa’dan aldıkları meşruiyetle zapturapt altına almayı meşru gören bir bürokratizmin sınırlandırma değişimidir.’
Külünk bunu Senedi İttifak’a kadar götürüyor. Ciddi tarihçiler pek ikna olmasa da, Senedi İttifak, bir anlamda Osmanlı’nın Magna Carta’sı olarak kabul edilir bazılarınca. Tek sebebi de, padişahın gücünü resmi bir belge ile sınırlandırmasıdır. Tanzimat’ta ise padişah ‘bürokrasi aygıtı’ ile tanışıyor.
Başlangıçta bu aygıtla başı derde giriyor padişahın. Tanzimat sonrası Âli Paşa ve Fuat Paşa gibi güçlü bürokratlar çıkıyor ortaya. Padişahın iktidarına şerik (ortak) oluyorlar. Ancak kısa süre sonra bürokrasi aygıtını daha işlevsel kullanmayı da öğreniyor Osmanlı padişahları. Tıpkı Avrupalı muadilleri gibi. Daha önce yazmıştım:
“Hitler’e bu imkânları sunan, iyi planlanmış, hayatın bütün kılcallarına kadar inebilmiş bir bürokrasinin varlığıydı. Partiyle bürokrasiyi bütünleştirip, en küçük nahiyeye kadar devlet propagandasını ulaştırabildiğinde, hayatın tek hâkimi olmuştu. Totaliter rejimler, böyleydi. Osmanlı’da çoğu dönemde, bu türlü bir hâkimiyet mümkün olamazdı. Abdülhamit’e ‘müstebit’ (baskıcı) olmayı sağlayan, Tanzimat’ın ilânının Osmanlı’ya getirdiği bürokrasi aygıtının ‘gücü’ ve kendi döneminde topluma kazandırdığı ‘yenilikler’di.”
Külünk tek değil. Bekir Bozdağ da zamanında şu meşhur lafı etmişti: ‘Devlet şerik kabul etmez.’
Ama aslında Erdoğan’ın bugün yaptığı şey, bürokrasi aygıtını hadım etmek değil. Bilakis onu hayatın her alanında, yalnızca kendi iradesinin bir uzantısı olarak, hâkim kılmak. Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) eliyle inşa edilen bu.
YOLDAKİ İŞARETLER…
Giderek sertleşen ve çelikleşen bir ‘çekirdek’ kurgulamaya çalışıyor Erdoğan. Başarıya ulaşmış darbelerin ve ihtilallerin nüvelerini kullanıyor. Muhalifleri sindiriyor, rakiplerini yok ediyor. Üstelik bunu 2013’ten bu yana değil, 2010’daki referandumdan bu yana yapıyor. (Bazıları bunu 2007’deki seçim zaferine kadar götürüyor.)
17-25 Aralık operasyonları sonrası ortaya çıkan tapeler, toplumu uyandırmak için bir vesile olabilirdi. Çünkü orada medyaya ve yargıya nasıl doğrudan müdahale edildiği, iş dünyasında nasıl bir ‘çark’ kurulduğu detaylarıyla görülebiliyordu. O günleri ‘AKP-Cemaat kavgası’ biçiminde değerlendirerek köşesinde bekleyenler, Erdoğan’ın buradan devşireceği güçle kalıcı bir iktidar tasarladığını öngöremedi.
Benzer yanılgı 15 Temmuz’da da çıktı karşımıza. Erdoğan, ‘FETÖ’ sopasıyla başta kendi mahallesi olmak üzere hemen her yeri dizayn ederken, 15 Temmuz’u bir sihir numarası gibi kullandı. En önemli mesele bu illüzyonu reddetmek ve resmi anlatıyı parçalamaktı fakat hâlen ‘ByLock zokası’ vs. derken iktidarın ‘FETÖ’ ateşine odun taşınıyor.
En başa dönersek, Amberin Zaman’ın yazısında ‘korkulan’ diyerek bahsedilen durum şu anda yaşanıyor. Eğer değişme olmazsa 2019’dan sonra daha kötüleri de olacak. CHP’li belediye başkanları birer birer görevden alınıyor mesela şimdi.
Bakarsınız 2019’dan sonra CHP komple kapatılır.
Muhalefet yaparken bir yandan yanındakine dirsek atarak, ‘potansiyel rakiplerini’ eleme kurnazlığına başvurarak yol alabileceğini düşünenler işin başındayken, o da olur…
Tr724.com yazarı Kemal Ay, bugün yayınlanan analizinde, Abdullah Gül’ün çıkışı ve Erdoğan’n tepkisini temel alan bir analiz yazdı. Ortaya, 2019’dan sonra Erdoğan’ın ülkeye yapabileceklerine dair zihin açan bir değerlendirme çıkmış.
Özellikle Meral Akşener’in İYİ Parti’sinin ‘dağ fare doğurdu’ eleştirilerine maruz kaldığı günlerde, Abdullah Gül’ün 2019’da Erdoğan’a karşı adaylığını koyma ihtimali, heyecan uyandıran tek gelişme.
Gazeteci Amberin Zaman’ın çeşitli kesimlerin görüşüne başvurarak yazdığı Al-Monitor yazısında da Gül, ‘en ideal aday’ olarak resmediliyor. Görüş verenler arasında Gül’ü adeta bir ‘sihirli değnek’ gibi gösterenler var. Erdoğan’ın ve temsil ettiği siyasetin bir ‘karabasan’ gibi toplumun üzerine çöktüğü şu günlerde, bunu çok görmemek gerekir.
Ancak yazıda asıl dikkat çekici olan, bugüne dair yapılan analizdeki bir eksiklik. Şöyle yazmış Zaman:
‘En büyük korku şu: Erdoğan Kasım 2019 seçimlerini kazanıp geçen yılki referandumda az farkla kabul edilen anayasal yetkilere kavuşursa ülkede bundan sonra yapılacak her seçim tek adam iktidarını güçlendirecek simgesel bir ritüelden ibaret olacak.’
Bu analizin söylediğine göre Cumhurbaşkanı Erdoğan şu anda o yetkileri kullanmıyor. Erdoğan’ı hâlâ sınırlandırabilen Anayasal bir ‘bariyer’ mevcut. Ancak Kasım 2019’da seçilirse, önündeki o engeller de kalkacak. Türkiye’deki âkil insanlar da bundan korkuyor.
Oysa bugün Türkiye’deki en büyük meselelerden biri, geçenlerde Prof. Nora Şeni’nin Ahval’de dile getirdiği şu gerçek: ‘İki yıldır Türkiye’de aydınlar ve gazeteciler rejim değişikliğinin adını bir türlü koyamadılar. Adı konmamış bir gerçekle mücadele ise başarısız olmaya adaydır.’
Bu sözden yola çıkarak bir analiz yapan Ayşen Candaş’ın tespiti çok daha karanlık:
‘Çünkü çok büyük bir sarsıntı ve çok büyük bir kırılma anından geçiyoruz. Rejim değişiyor. 1980’e dönmüyoruz… 1930’lara da dönmüyoruz… 1839 öncesine, eşitliği tasavvur etmeye cesaret edebilmiş Tanzimat öncesine döndürülmekteyiz.’
AÇIK AÇIK SÖYLENENLER
Bu bir sır değil elbette. Yani muhalefetin olup bitenlere bakarak çıkarması gereken bir sonuç değil. Bizzat rejimin gevşek ağızlılarından Metin Külünk tarafından ‘200 yılın hesabını soracağız’ şeklinde dile getirilmişti:
‘Anayasa değişikliğinin esas manası Türkiye de devlet benim diyen, halktan yetki almayan, egemenliğin millete ait olduğunun farkında olmayan, milletin egemenlik hakkını tereddütsüz gerektiğinde Anayasa’dan aldıkları meşruiyetle zapturapt altına almayı meşru gören bir bürokratizmin sınırlandırma değişimidir.’
Külünk bunu Senedi İttifak’a kadar götürüyor. Ciddi tarihçiler pek ikna olmasa da, Senedi İttifak, bir anlamda Osmanlı’nın Magna Carta’sı olarak kabul edilir bazılarınca. Tek sebebi de, padişahın gücünü resmi bir belge ile sınırlandırmasıdır. Tanzimat’ta ise padişah ‘bürokrasi aygıtı’ ile tanışıyor.
Başlangıçta bu aygıtla başı derde giriyor padişahın. Tanzimat sonrası Âli Paşa ve Fuat Paşa gibi güçlü bürokratlar çıkıyor ortaya. Padişahın iktidarına şerik (ortak) oluyorlar. Ancak kısa süre sonra bürokrasi aygıtını daha işlevsel kullanmayı da öğreniyor Osmanlı padişahları. Tıpkı Avrupalı muadilleri gibi. Daha önce yazmıştım:
“Hitler’e bu imkânları sunan, iyi planlanmış, hayatın bütün kılcallarına kadar inebilmiş bir bürokrasinin varlığıydı. Partiyle bürokrasiyi bütünleştirip, en küçük nahiyeye kadar devlet propagandasını ulaştırabildiğinde, hayatın tek hâkimi olmuştu. Totaliter rejimler, böyleydi. Osmanlı’da çoğu dönemde, bu türlü bir hâkimiyet mümkün olamazdı. Abdülhamit’e ‘müstebit’ (baskıcı) olmayı sağlayan, Tanzimat’ın ilânının Osmanlı’ya getirdiği bürokrasi aygıtının ‘gücü’ ve kendi döneminde topluma kazandırdığı ‘yenilikler’di.”
Külünk tek değil. Bekir Bozdağ da zamanında şu meşhur lafı etmişti: ‘Devlet şerik kabul etmez.’
Ama aslında Erdoğan’ın bugün yaptığı şey, bürokrasi aygıtını hadım etmek değil. Bilakis onu hayatın her alanında, yalnızca kendi iradesinin bir uzantısı olarak, hâkim kılmak. Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) eliyle inşa edilen bu.
YOLDAKİ İŞARETLER…
Giderek sertleşen ve çelikleşen bir ‘çekirdek’ kurgulamaya çalışıyor Erdoğan. Başarıya ulaşmış darbelerin ve ihtilallerin nüvelerini kullanıyor. Muhalifleri sindiriyor, rakiplerini yok ediyor. Üstelik bunu 2013’ten bu yana değil, 2010’daki referandumdan bu yana yapıyor. (Bazıları bunu 2007’deki seçim zaferine kadar götürüyor.)
17-25 Aralık operasyonları sonrası ortaya çıkan tapeler, toplumu uyandırmak için bir vesile olabilirdi. Çünkü orada medyaya ve yargıya nasıl doğrudan müdahale edildiği, iş dünyasında nasıl bir ‘çark’ kurulduğu detaylarıyla görülebiliyordu. O günleri ‘AKP-Cemaat kavgası’ biçiminde değerlendirerek köşesinde bekleyenler, Erdoğan’ın buradan devşireceği güçle kalıcı bir iktidar tasarladığını öngöremedi.
Benzer yanılgı 15 Temmuz’da da çıktı karşımıza. Erdoğan, ‘FETÖ’ sopasıyla başta kendi mahallesi olmak üzere hemen her yeri dizayn ederken, 15 Temmuz’u bir sihir numarası gibi kullandı. En önemli mesele bu illüzyonu reddetmek ve resmi anlatıyı parçalamaktı fakat hâlen ‘ByLock zokası’ vs. derken iktidarın ‘FETÖ’ ateşine odun taşınıyor.
En başa dönersek, Amberin Zaman’ın yazısında ‘korkulan’ diyerek bahsedilen durum şu anda yaşanıyor. Eğer değişme olmazsa 2019’dan sonra daha kötüleri de olacak. CHP’li belediye başkanları birer birer görevden alınıyor mesela şimdi.
Bakarsınız 2019’dan sonra CHP komple kapatılır.
Muhalefet yaparken bir yandan yanındakine dirsek atarak, ‘potansiyel rakiplerini’ eleme kurnazlığına başvurarak yol alabileceğini düşünenler işin başındayken, o da olur…
Tr724.com yazarı Kemal Ay, bugün yayınlanan analizinde, Abdullah Gül’ün çıkışı ve Erdoğan’n tepkisini temel alan bir analiz yazdı. Ortaya, 2019’dan sonra Erdoğan’ın ülkeye yapabileceklerine dair zihin açan bir değerlendirme çıkmış.
Özellikle Meral Akşener’in İYİ Parti’sinin ‘dağ fare doğurdu’ eleştirilerine maruz kaldığı günlerde, Abdullah Gül’ün 2019’da Erdoğan’a karşı adaylığını koyma ihtimali, heyecan uyandıran tek gelişme.
Gazeteci Amberin Zaman’ın çeşitli kesimlerin görüşüne başvurarak yazdığı Al-Monitor yazısında da Gül, ‘en ideal aday’ olarak resmediliyor. Görüş verenler arasında Gül’ü adeta bir ‘sihirli değnek’ gibi gösterenler var. Erdoğan’ın ve temsil ettiği siyasetin bir ‘karabasan’ gibi toplumun üzerine çöktüğü şu günlerde, bunu çok görmemek gerekir.
Ancak yazıda asıl dikkat çekici olan, bugüne dair yapılan analizdeki bir eksiklik. Şöyle yazmış Zaman:
‘En büyük korku şu: Erdoğan Kasım 2019 seçimlerini kazanıp geçen yılki referandumda az farkla kabul edilen anayasal yetkilere kavuşursa ülkede bundan sonra yapılacak her seçim tek adam iktidarını güçlendirecek simgesel bir ritüelden ibaret olacak.’
Bu analizin söylediğine göre Cumhurbaşkanı Erdoğan şu anda o yetkileri kullanmıyor. Erdoğan’ı hâlâ sınırlandırabilen Anayasal bir ‘bariyer’ mevcut. Ancak Kasım 2019’da seçilirse, önündeki o engeller de kalkacak. Türkiye’deki âkil insanlar da bundan korkuyor.
Oysa bugün Türkiye’deki en büyük meselelerden biri, geçenlerde Prof. Nora Şeni’nin Ahval’de dile getirdiği şu gerçek: ‘İki yıldır Türkiye’de aydınlar ve gazeteciler rejim değişikliğinin adını bir türlü koyamadılar. Adı konmamış bir gerçekle mücadele ise başarısız olmaya adaydır.’
Bu sözden yola çıkarak bir analiz yapan Ayşen Candaş’ın tespiti çok daha karanlık:
‘Çünkü çok büyük bir sarsıntı ve çok büyük bir kırılma anından geçiyoruz. Rejim değişiyor. 1980’e dönmüyoruz… 1930’lara da dönmüyoruz… 1839 öncesine, eşitliği tasavvur etmeye cesaret edebilmiş Tanzimat öncesine döndürülmekteyiz.’
AÇIK AÇIK SÖYLENENLER
Bu bir sır değil elbette. Yani muhalefetin olup bitenlere bakarak çıkarması gereken bir sonuç değil. Bizzat rejimin gevşek ağızlılarından Metin Külünk tarafından ‘200 yılın hesabını soracağız’ şeklinde dile getirilmişti:
‘Anayasa değişikliğinin esas manası Türkiye de devlet benim diyen, halktan yetki almayan, egemenliğin millete ait olduğunun farkında olmayan, milletin egemenlik hakkını tereddütsüz gerektiğinde Anayasa’dan aldıkları meşruiyetle zapturapt altına almayı meşru gören bir bürokratizmin sınırlandırma değişimidir.’
Külünk bunu Senedi İttifak’a kadar götürüyor. Ciddi tarihçiler pek ikna olmasa da, Senedi İttifak, bir anlamda Osmanlı’nın Magna Carta’sı olarak kabul edilir bazılarınca. Tek sebebi de, padişahın gücünü resmi bir belge ile sınırlandırmasıdır. Tanzimat’ta ise padişah ‘bürokrasi aygıtı’ ile tanışıyor.
Başlangıçta bu aygıtla başı derde giriyor padişahın. Tanzimat sonrası Âli Paşa ve Fuat Paşa gibi güçlü bürokratlar çıkıyor ortaya. Padişahın iktidarına şerik (ortak) oluyorlar. Ancak kısa süre sonra bürokrasi aygıtını daha işlevsel kullanmayı da öğreniyor Osmanlı padişahları. Tıpkı Avrupalı muadilleri gibi. Daha önce yazmıştım:
“Hitler’e bu imkânları sunan, iyi planlanmış, hayatın bütün kılcallarına kadar inebilmiş bir bürokrasinin varlığıydı. Partiyle bürokrasiyi bütünleştirip, en küçük nahiyeye kadar devlet propagandasını ulaştırabildiğinde, hayatın tek hâkimi olmuştu. Totaliter rejimler, böyleydi. Osmanlı’da çoğu dönemde, bu türlü bir hâkimiyet mümkün olamazdı. Abdülhamit’e ‘müstebit’ (baskıcı) olmayı sağlayan, Tanzimat’ın ilânının Osmanlı’ya getirdiği bürokrasi aygıtının ‘gücü’ ve kendi döneminde topluma kazandırdığı ‘yenilikler’di.”
Külünk tek değil. Bekir Bozdağ da zamanında şu meşhur lafı etmişti: ‘Devlet şerik kabul etmez.’
Ama aslında Erdoğan’ın bugün yaptığı şey, bürokrasi aygıtını hadım etmek değil. Bilakis onu hayatın her alanında, yalnızca kendi iradesinin bir uzantısı olarak, hâkim kılmak. Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) eliyle inşa edilen bu.
YOLDAKİ İŞARETLER…
Giderek sertleşen ve çelikleşen bir ‘çekirdek’ kurgulamaya çalışıyor Erdoğan. Başarıya ulaşmış darbelerin ve ihtilallerin nüvelerini kullanıyor. Muhalifleri sindiriyor, rakiplerini yok ediyor. Üstelik bunu 2013’ten bu yana değil, 2010’daki referandumdan bu yana yapıyor. (Bazıları bunu 2007’deki seçim zaferine kadar götürüyor.)
17-25 Aralık operasyonları sonrası ortaya çıkan tapeler, toplumu uyandırmak için bir vesile olabilirdi. Çünkü orada medyaya ve yargıya nasıl doğrudan müdahale edildiği, iş dünyasında nasıl bir ‘çark’ kurulduğu detaylarıyla görülebiliyordu. O günleri ‘AKP-Cemaat kavgası’ biçiminde değerlendirerek köşesinde bekleyenler, Erdoğan’ın buradan devşireceği güçle kalıcı bir iktidar tasarladığını öngöremedi.
Benzer yanılgı 15 Temmuz’da da çıktı karşımıza. Erdoğan, ‘FETÖ’ sopasıyla başta kendi mahallesi olmak üzere hemen her yeri dizayn ederken, 15 Temmuz’u bir sihir numarası gibi kullandı. En önemli mesele bu illüzyonu reddetmek ve resmi anlatıyı parçalamaktı fakat hâlen ‘ByLock zokası’ vs. derken iktidarın ‘FETÖ’ ateşine odun taşınıyor.
En başa dönersek, Amberin Zaman’ın yazısında ‘korkulan’ diyerek bahsedilen durum şu anda yaşanıyor. Eğer değişme olmazsa 2019’dan sonra daha kötüleri de olacak. CHP’li belediye başkanları birer birer görevden alınıyor mesela şimdi.
Bakarsınız 2019’dan sonra CHP komple kapatılır.
Muhalefet yaparken bir yandan yanındakine dirsek atarak, ‘potansiyel rakiplerini’ eleme kurnazlığına başvurarak yol alabileceğini düşünenler işin başındayken, o da olur…
Tr724.com yazarı Kemal Ay, bugün yayınlanan analizinde, Abdullah Gül’ün çıkışı ve Erdoğan’n tepkisini temel alan bir analiz yazdı. Ortaya, 2019’dan sonra Erdoğan’ın ülkeye yapabileceklerine dair zihin açan bir değerlendirme çıkmış.
Özellikle Meral Akşener’in İYİ Parti’sinin ‘dağ fare doğurdu’ eleştirilerine maruz kaldığı günlerde, Abdullah Gül’ün 2019’da Erdoğan’a karşı adaylığını koyma ihtimali, heyecan uyandıran tek gelişme.
Gazeteci Amberin Zaman’ın çeşitli kesimlerin görüşüne başvurarak yazdığı Al-Monitor yazısında da Gül, ‘en ideal aday’ olarak resmediliyor. Görüş verenler arasında Gül’ü adeta bir ‘sihirli değnek’ gibi gösterenler var. Erdoğan’ın ve temsil ettiği siyasetin bir ‘karabasan’ gibi toplumun üzerine çöktüğü şu günlerde, bunu çok görmemek gerekir.
Ancak yazıda asıl dikkat çekici olan, bugüne dair yapılan analizdeki bir eksiklik. Şöyle yazmış Zaman:
‘En büyük korku şu: Erdoğan Kasım 2019 seçimlerini kazanıp geçen yılki referandumda az farkla kabul edilen anayasal yetkilere kavuşursa ülkede bundan sonra yapılacak her seçim tek adam iktidarını güçlendirecek simgesel bir ritüelden ibaret olacak.’
Bu analizin söylediğine göre Cumhurbaşkanı Erdoğan şu anda o yetkileri kullanmıyor. Erdoğan’ı hâlâ sınırlandırabilen Anayasal bir ‘bariyer’ mevcut. Ancak Kasım 2019’da seçilirse, önündeki o engeller de kalkacak. Türkiye’deki âkil insanlar da bundan korkuyor.
Oysa bugün Türkiye’deki en büyük meselelerden biri, geçenlerde Prof. Nora Şeni’nin Ahval’de dile getirdiği şu gerçek: ‘İki yıldır Türkiye’de aydınlar ve gazeteciler rejim değişikliğinin adını bir türlü koyamadılar. Adı konmamış bir gerçekle mücadele ise başarısız olmaya adaydır.’
Bu sözden yola çıkarak bir analiz yapan Ayşen Candaş’ın tespiti çok daha karanlık:
‘Çünkü çok büyük bir sarsıntı ve çok büyük bir kırılma anından geçiyoruz. Rejim değişiyor. 1980’e dönmüyoruz… 1930’lara da dönmüyoruz… 1839 öncesine, eşitliği tasavvur etmeye cesaret edebilmiş Tanzimat öncesine döndürülmekteyiz.’
AÇIK AÇIK SÖYLENENLER
Bu bir sır değil elbette. Yani muhalefetin olup bitenlere bakarak çıkarması gereken bir sonuç değil. Bizzat rejimin gevşek ağızlılarından Metin Külünk tarafından ‘200 yılın hesabını soracağız’ şeklinde dile getirilmişti:
‘Anayasa değişikliğinin esas manası Türkiye de devlet benim diyen, halktan yetki almayan, egemenliğin millete ait olduğunun farkında olmayan, milletin egemenlik hakkını tereddütsüz gerektiğinde Anayasa’dan aldıkları meşruiyetle zapturapt altına almayı meşru gören bir bürokratizmin sınırlandırma değişimidir.’
Külünk bunu Senedi İttifak’a kadar götürüyor. Ciddi tarihçiler pek ikna olmasa da, Senedi İttifak, bir anlamda Osmanlı’nın Magna Carta’sı olarak kabul edilir bazılarınca. Tek sebebi de, padişahın gücünü resmi bir belge ile sınırlandırmasıdır. Tanzimat’ta ise padişah ‘bürokrasi aygıtı’ ile tanışıyor.
Başlangıçta bu aygıtla başı derde giriyor padişahın. Tanzimat sonrası Âli Paşa ve Fuat Paşa gibi güçlü bürokratlar çıkıyor ortaya. Padişahın iktidarına şerik (ortak) oluyorlar. Ancak kısa süre sonra bürokrasi aygıtını daha işlevsel kullanmayı da öğreniyor Osmanlı padişahları. Tıpkı Avrupalı muadilleri gibi. Daha önce yazmıştım:
“Hitler’e bu imkânları sunan, iyi planlanmış, hayatın bütün kılcallarına kadar inebilmiş bir bürokrasinin varlığıydı. Partiyle bürokrasiyi bütünleştirip, en küçük nahiyeye kadar devlet propagandasını ulaştırabildiğinde, hayatın tek hâkimi olmuştu. Totaliter rejimler, böyleydi. Osmanlı’da çoğu dönemde, bu türlü bir hâkimiyet mümkün olamazdı. Abdülhamit’e ‘müstebit’ (baskıcı) olmayı sağlayan, Tanzimat’ın ilânının Osmanlı’ya getirdiği bürokrasi aygıtının ‘gücü’ ve kendi döneminde topluma kazandırdığı ‘yenilikler’di.”
Külünk tek değil. Bekir Bozdağ da zamanında şu meşhur lafı etmişti: ‘Devlet şerik kabul etmez.’
Ama aslında Erdoğan’ın bugün yaptığı şey, bürokrasi aygıtını hadım etmek değil. Bilakis onu hayatın her alanında, yalnızca kendi iradesinin bir uzantısı olarak, hâkim kılmak. Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) eliyle inşa edilen bu.
YOLDAKİ İŞARETLER…
Giderek sertleşen ve çelikleşen bir ‘çekirdek’ kurgulamaya çalışıyor Erdoğan. Başarıya ulaşmış darbelerin ve ihtilallerin nüvelerini kullanıyor. Muhalifleri sindiriyor, rakiplerini yok ediyor. Üstelik bunu 2013’ten bu yana değil, 2010’daki referandumdan bu yana yapıyor. (Bazıları bunu 2007’deki seçim zaferine kadar götürüyor.)
17-25 Aralık operasyonları sonrası ortaya çıkan tapeler, toplumu uyandırmak için bir vesile olabilirdi. Çünkü orada medyaya ve yargıya nasıl doğrudan müdahale edildiği, iş dünyasında nasıl bir ‘çark’ kurulduğu detaylarıyla görülebiliyordu. O günleri ‘AKP-Cemaat kavgası’ biçiminde değerlendirerek köşesinde bekleyenler, Erdoğan’ın buradan devşireceği güçle kalıcı bir iktidar tasarladığını öngöremedi.
Benzer yanılgı 15 Temmuz’da da çıktı karşımıza. Erdoğan, ‘FETÖ’ sopasıyla başta kendi mahallesi olmak üzere hemen her yeri dizayn ederken, 15 Temmuz’u bir sihir numarası gibi kullandı. En önemli mesele bu illüzyonu reddetmek ve resmi anlatıyı parçalamaktı fakat hâlen ‘ByLock zokası’ vs. derken iktidarın ‘FETÖ’ ateşine odun taşınıyor.
En başa dönersek, Amberin Zaman’ın yazısında ‘korkulan’ diyerek bahsedilen durum şu anda yaşanıyor. Eğer değişme olmazsa 2019’dan sonra daha kötüleri de olacak. CHP’li belediye başkanları birer birer görevden alınıyor mesela şimdi.
Bakarsınız 2019’dan sonra CHP komple kapatılır.
Muhalefet yaparken bir yandan yanındakine dirsek atarak, ‘potansiyel rakiplerini’ eleme kurnazlığına başvurarak yol alabileceğini düşünenler işin başındayken, o da olur…