Vakıf üniversiteleri dâhil 7.593 akademisyen ihraç edildi ve bir çoğu tutuklandı…
AKP’NİN 15 TEMMUZ SONRASI AKADEMİK KIYIMI
AKP, zaman geçtikçe “kontrollü” olduğu iyice anlaşılan 15 Temmuz’u “Allah’ın bir lütfu olarak görerek” bir fırsata çevirdi ve “en büyük düşman” olarak gördüğü cemaati kamudan ve hayatın her alanından silmeyi amaçlayan bir planı uyguladı.
Askerlerin yaptığı darbe girişimini sivil bir yapıya ihale etmeyi başaran iktidar, on binlerce memuru, öğretmen ve akademisyeni kamudan ihraç etti. Daha da ileri giderek bütün “muhalif” kesimleri tasfiyeye girişti ve devleti bir parti devletine dönüştürdü.
ON BEŞ VAKIF ÜNİVERSİTESİNİN KAPATILMASI
AKP’nin hedefinde cemaatle bağlantılı olduğunu düşündüğü bütün kurumlar olduğu gibi üniversiteler de vardı. OHAL ilanı sonrasında yayınlanan 667 sayılı KHK ile on beş vakıf üniversitesi kapatılarak binlerce akademisyen ve personeli sokağa atıldı. Bu üniversitelerin 65.000 öğrencisi vardı ve 2.808 öğretim elemanı görev yapmaktaydı.
On beş üniversitenin kapatılmasıyla binlerce çalışanının işsiz kalması ve on binlerce öğrencinin mağduriyeti, kamuoyunda ciddi bir tepki görmedi. “Yenikapı Ruhu” ile CHP ve MHP’nin de desteğini alan AKP, cemaati “ademe mahkum ettiği” izlenimi vermekte ve bunda başarılı olmaktaydı. Bu nedenle halk ve entelektüel kesim, cemaate yakın kurumlara ve Cuma hutbelerinde bile şeytanlaştırılarak “vebalı” gibi gösterilen çalışanlarına reva görülen muameleye ses çıkarmadı.
İlk KHK’da kurum, dernek, şirket ve vakıf üniversitelerinin kapatılma gerekçesi “Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen” şeklinde ifade edilmişti. Buna göre “cemaat”, yargı kararı olmadan Bakanlar Kurulu kararıyla “terör örgütü” olmakta ve “irtibatlı olduğu düşünülen”üniversiteler kapatılmaktaydı.
Bunlardan Fatih Üniversitesi 1996’da RP-DYP koalisyon hükümeti döneminde kurulmuş ve açılışını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapmıştı. Diğer on dört vakıf üniversitesi ise AKP döneminde faaliyete geçmiş, başta Erdoğan ve Gül olmak üzere AKP yöneticileri her fırsatta etkinliklerine katılmış, idareci ve öğrencilerini “yere göğe sığdıramayan” konuşmalar yapmışlardı.
Bu üniversiteler, “aidiyet, irtibat, iltisak” gibi gerekçelerle kapatılırken, “örgüt” adına hangi eylemleri yaptıklarını belirten bir delil gösterme ihtiyacı hissedilmemişti. Örneğin ile kapatılan Turgut Özal Üniversitesi’nin Mütevelli Heyet Başkanlığı’nı eski AYM üyesi ve AKP’nin kapatılmamasında etkili olan Sacit Adalı yapmakta; mütevelli heyetinde eski AYM Başkanı Tülay Tuğcu, Ahmet Özal ve Yavuz Bülent Bakiler bulunmaktaydı.
Bu işlemler bir savunma alınmadan Bakanlar Kurulu kararıyla “idari tasarruf” olarak gerçekleşti. Bu uygulamayla İslamiyet’in ilk yıllarında ortaya çıkan ve Osmanlı’nın yüzlerce yıl yaşamasında etkili olan “vakıf medeniyeti” kavramı zedelense de AKP, diğer vakıf üniversitelerine de “muhalif” olduklarında başlarına neler geleceğini göstermekteydi.
DEVLET ÜNİVERSİTELERİNDE TASFİYELER
On beş vakıf üniversitesinden sonra sıra devlet üniversitelerine geldi ve binlerce akademisyeni sokağa atan süreç başlatıldı. Bu üniversitelerde en büyük tasfiye, 1 Eylül 2016’daki KHK ile yapıldı. Bu KHK ile 96 farklı üniversiteden 2.346 akademisyen ihraç edildiği gibi bugüne kadar çıkarılan KHK’larla 117 farklı üniversiteden 5.247 akademisyen işsiz kaldı. Vakıf üniversiteleri de dâhil edildiğinde ihraç edilen akademisyenlerin sayısı 7.593 oldu. Böylece YÖK istatistiklerine göre öğretim elemanlarının yüzde 5’i işsiz kaldı.
Ayrıca 686 Sayılı KHK’da ihraçların gerekçesi, terör örgütlerine veya milli güvenliğe karşı olan yapılara “üyelik, irtibat, iltisak” şeklinde tanımlanarak bu kişilerin bir daha kamu hizmetinde görev alamayacakları ifadesi yer aldı.
AKP’nin hedefinde sadece “cemaat” değil, bütün muhalifler vardı ve ihraçlar bu doğrultuda gerçekleşerek “HDP’liler, solcular, Atatürkçüler, muhalif milliyetçiler” listeye dâhil edildi. Hatta OHAL’in verdiği yetkiyle kamuoyunda “imzacı akademisyenler” olarak tanınan akademisyenler de ihraç listelerine dâhil edildi. Daha ileri gidilerek sadece YÖK’ün bildiği gerekçelerle dünyaca tanınan anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Enes Kanter’in babası Prof. Dr. Mehmet Kanter ve Merve Kavakçı’nın eski eşi Prof. Dr. Cihangir İslam gibi kişiler de ihraç edildi.
İHRAÇ LİSTELERİ NASIL OLUŞTURULDU?
Listelerin oluşturulmasında 27 Mayıs ve 12 Eylül’deki yöntemlerin izlendiği anlaşılıyor. Buna göre istihbarat örgütlerinin fişlemeleri ve üniversitelerden gelen ihbarlarla isimler belirlendi. Son dönemde toplumun da “muhbirlik” için teşvik edildiği dikkate alındığında kadro, makam ve mevki elde etmek isteyen birçok “liyakatsiz kişi” muhbirlik için yarışmış, akademisyenler “ilmin izzetini ayaklar altına alarak” arkadaşlarını ihbar etmişlerdir.
YÖK ve üniversite yönetimleri de ihraç sürecinde aktif bir rol oynadılar. Özellikle Başkan Yekta Saraç’ın akademik özerkliği hiçe sayan ve yandaşlıkta sınır tanımayan yaklaşımı, muhbirliği teşvik etti. YÖK tarafından bütün üniversitelere yazılar gönderilerek hocaların fişlenmesi istendi ve ihraçlar buna göre yapıldı.
28 Şubat sürecinde YÖK bünyesinde “illegal olarak bir fişleme birimi” olduğu ortaya çıkmış ve bu birim 1999’da, “Toplumsal Faaliyet Birimi” adıyla resmi bir yapıya dönüşmüştü. 2011-2014 arasında YÖK Başkanlığı yapan Gökhan Çetinsaya, yaptığı bir açıklamada bu birimi kaldırdıklarını açıklamıştı. Ancak son ihraçlar, 2010’da yapılan Anayasa değişikliğiyle “fişleme” yasaklanmasına rağmen AKP’nin bu birimi devam ettirdiğini ortaya koydu.
İhraçların etkisiyle birçok dersin boş geçtiği, bazı derslerin “yetersiz” kişilerce verildiği, bilimsel araştırma, tez ve projelerin yarıda kaldığı, üniversite hastanelerinde hastaların ciddi bir mağduriyet yaşadıkları bir gerçek olsa da 12 Eylül’de olduğu gibi, bazı bölümlerde “sabahçı-öğleci” uygulaması olup olmadığını henüz bilmiyoruz.
Nitekim ODTÜ’nün yeni bir araştırmasına göre “Dünyanın En İyi 500 Üniversitesi” sıralamasına Türkiye’den hiçbir üniversite girememiş; yoğun bir şekilde tasfiyeye maruz kalan İstanbul Üniversitesi 540., Gazi Üniversitesi ise 669. olabilmiştir. Zamanla üniversitelerin çok şey kaybettiği daha net anlaşılacak, ancak telafisi yıllar alacaktır.
DOĞRAMACI’DAN SARAÇ’A
Tasfiye sürecinde YÖK ve Başkanı Yekta Saraç tam bir “tetikçi” rolü üstlenmiş ve Türkiye’nin entelektüel birikiminin yok edilmesine aracılık yapmıştır. YÖK başlangıçta ihraçların neye göre yapıldığını belirtmemiş, yıllar önce Doğramacı’nın yaptığı açıklamaya benzer şekilde, aylar sonra YÖK Basın Müşaviri tarafından listelerin üniversitelerden geldiği belirtilmiştir.
27 Mayıs ve 12 Eylül örnekleri, siyasi baskılar azaldıkça tasfiyeleri savunan kimsenin kalmayacağını, YÖK ve rektörlerin birbirlerini suçlama yarışına gireceklerini göstermektedir. Bu yönüyle Saraç ve rektörler, “akademik katliamın” en büyük sorumlusu olmuşlardır.
50 FAHRİ DOKTORALI ERDOĞAN
Akademik tasfiyelerin, üniversite diploması hala tartışılmasına karşılık “50 fahri doktora ile”, Türkiye’nin “gelmiş geçmiş en çok fahri doktora verilen” kişisi olma unvanını açık ara elinde tutan Erdoğan vasıtasıyla yapılması da ayrı bir garabet.
12 Eylül’de binlerce hukuksuzluğa imza atan Kenan Evren’e “hukuk alanında fahri profesörlük” verildiği gibi Erdoğan’a da tasfiyeler sonrasında bile doktora verilmeye devam edilmesi, üniversitelerin durumunu açıkça ortaya koyuyor. Tespitlerimize göre, Erdoğan’a Türkiye’de ilk fahri doktorayı, kapatılan üniversiteler arasında yer alan Fatih Üniversitesi’nin vermiş olması da ayrı bir ironi.
TUTUKLU REKTÖRLER
15 Temmuz sonrasının tutuklama furyasında birçok rektör ve akademisyen de yer aldı. Uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin önde gelen hocalarından Sedat Laçiner, tarih alanında Menderes devri üzerine İngiliz arşivlerine dayalı çalışmalarıyla tanınan Cihat Göktepe ve diş hekimliğinde ülkemizin önde gelen isimlerinden Abdülkadir Şengün gibi hocalar şu an tutuklu bulunuyor.
Sadece bu isimler bile 15 Temmuz’un keyfiliğini ortaya koyuyor. Göktepe Hoca’nın rektörü olduğu üniversite KHK ile kapatılmamışken kendisinin tutuklanması, hukukun nasıl katledildiğine güzel bir örnek oluşturuyor. Yüzbinlerce kişi gibi bu akademisyenlerin de darbe ile hiçbir alakaları olmamalarına rağmen şu an tutuklu olmaları, Türk yargısının büyük bir ayıbı.
“Hukuk bir gün geri döndüğünde”, 27 Mayıs ve 12 Eylül’de olduğu gibi 15 Temmuz’da ihraç edilen akademisyenler de mutlaka üniversitelerine kavuşacaklar. Acaba bu fişlemeleri yaparak mağduriyetlere sebep olanlar, o zaman arkadaşlarının yüzlerine bakabilecekler mi?