2003 Irak… 2016 Suriye… İki büyük kırılma arasındaki tek fark..
Ortadoğu diktatörlerinin birbiri ardına devrilmeye başladığı Arap Baharının ilk yılında, Esad rejimini devirmek için muhaliflerce başlatılan ve bundan iki sene sonra uluslararası güçlerin devreye girmesiyle vekalet savaşına dönüşen Suriye’deki çok taraflı iç savaş, Türkiye’nin istikrarına telafisi zor zararlar verdi ve belki de uzun yıllar vermeye devam edecek.
İslami kimliğini koruyarak demokrasi, insan hakları temelli batılı değerleri benimseyen politikalarla istikrarı yakalamış, bölge ülkelerinin rol model olarak gördükleri Türkiye ne oldu da kendisini Orta Doğu’nun çatışma, kan ve göz yaşı dolu karanlık ve boğucu atmosferinin göbeğinde buldu?
Suriye’de ne oluyor?
Mezhepsel politika güden Esad Rejiminin ayaklanmayla askeri ve siyasi otoriteyi kaybetmesi sonrası yıllardır baskı ile kontrol altında tutulan muhalif gruplar artık sahnede.
Devlet otoritesi tarafından bir çok hakkı kısıtlanan, devlet kademelerinde yer verilmeyen ve kamusal alanda negatif ayrımcılığa maruz kalmış ülkenin farklı yerlerindeki Sünni Araplar ve kuzeyde yaşayan Kürtler, kendilerine verilmeyen hakları elde edebilmek için önlerine gelen fırsatı değerlendirmek istediler.
Sünni Arapların çoğunluğunun amacı insan olmanın gerektirdiği temel yaşamsal, ekonomik ve sosyal hakların vatandaşlara eşit olarak verildiği toprak bütünlüğü korunan yeni bir Suriye’nin inşa edilmesiydi.
Sünniler arasında islami esaslara göre bir devlet kurma amacı olan El-Kaide uzantısı El-Nusra ve IŞID gibi çoğunluğu yabancı savaşçılardan oluşan radikal gruplar olsa da ılımlı muhalif Suriyeli Sünnilerin çoğunluğu refah içerisinde bir ülkede yaşama amacı için mücadelelerine devam etti.
Bu denklemde meydana gelen gelişmeler sonucu Kürtlerin durumunun biraz farklı olduğu daha da belirginleşti. Suriye Kürtlerinin büyük bir kesiminin temsilcisi olan Salih Müslim’in liderliğindeki PYD (Demokratik Birlik Partisi) Esad Rejimi ile mücadele ederken uluslararası aktörlerin dönemsel destek seviyelerine göre üç ihtimalli bir yol izlemeyi tercih etti.
Bunlardan birincisi; Suriye içerisinde eşit haklara sahip vatandaşlık ile hayatlarını sürdürebilecekleri bir devlet modeli üzerinde karar kılmaktı.
İkincisi; Suriye’nin kuzeyinde Kürtçe’nin kamusal ve özel alanda hiçbir kısıtlama olmadan rahatça konuşulabildiği ve kültürel ritüellerini ötekileştirmeyen özerk bir yönetim kurmak.
Üçüncüsü ise; uluslararası alanda tanınan bağımsız bir Kürt devleti kurana kadar mücadele verilmesiydi.
Müslim, siyasi ve askeri hamlelerini bölgesel gelişmelere göre öne çıkan fırsatlar doğrultusunda revize ederek yoluna devam ediyor. Suriye iç siyaseti, bölgesel dengeler ile ABD, Rusya ve Fransa gibi bölge siyasetine yön veren devletlerin politikaları göz önünde bulundurulduğunda Suriye içerisinde özerk bir devlet kurma hedefinin kısa vadede ulaşılabilir ve sürdürülebilir olduğu değerlendirilebilir.
Irak’ta ne olmuştu?
1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgali ile patlak veren Birinci Körfez savaşı sırasında güneyde Şiiler, kuzeyde ise Kürtler Saddam rejimine karşı isyan ederek ABD’nin yanında yer aldı.
Bu desteğin karşılığı olarak Mayıs 1992’de ilk Kürt Parlamento seçimi yapıldı. Saddam Yönetiminden fiilen ayrılan Irak Kürt Bölgesi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ile “Güvenli Bölge” ilan edildi. Bu karar ile birlikte Kuzey Irak’ta filli özerk yönetim kurulmuş oldu. Bu özerk bölge Erbil, Süleymaniye ve Duhok kentlerinden oluşuyordu.
Kürdistan Demokrat Partisi lideri Mesut Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri Celal Talabani arasında 1994 yılında alan paylaşımından kaynaklı baş gösteren anlaşmazlık 1998 yılında Washington’da imzalanan anlaşma ile ABD tarafından sona erdirildi. Bu anlaşma ile Süleymaniye kenti Talabani’ye, Erbil ve Duhok Barzani’ye bırakıldı.
Washington’da varılan mutabakat sonrası liderler çabalarını siyasal partiden devlet örgütlenmesine geçişe yönlendirdi. Bu dönüşüm çalışmalarında peşmergelerin belirlenen coğrafi bölgelere çekilmesi ile Kuzey Irak kırsalının Türkiye ve Suriye sınırında oluşan otorite boşluğunu PKK Terör Örgütü doldurmaya başladı. Talabani başta olmak üzere Barzani ve diğer yöneticiler Irak’ın kuzeyinde konuşlanan PKK kamplarına müdahale etmeyerek gidişattan rahatsız olan Türkiye’ye karşı PKK’nın koz olarak kalmasını tercih ettiler.
Türkiye, Barzani ve Talabani’ye baskı yaparak PKK kamplarının imha edilmesi ve dağdaki teröristlerin Kürt Bölgelerinde iskan edilmesini talep etti . Ve bu amaçla 1999 yılında Türkiye, PKK ile mücadele etmesi için sosyalist ideolojiyi benimseyen ve PKK ile organik bağı olan Talabani’ye ve güçlü bir Peşmerge gücüne hükmeden Barzani’ye silah ve malzeme yardımında bulundu.
Verilen bu silahların PKK ile mücadele için kullanıp kullanılmadığı konusu Türk kamuoyunda her zaman tartışma konusu olmuştur. O tarihlerde bu silahların PKK’ya verildiği iddiaları gündemi daha fazla meşgul etmişti.
11 Eylül saldırısı sonrası Saddam Rejiminin elinde kitle imha silahı olduğu ve El-Kaide’ye destek verdiği iddiaları ile gerçekleşen 2003 Irak müdahalesinde Saddam’ın devrilmesi sonrası ABD’nin Irak’ta desteklediği Kuzey Irak Kürt Yönetimi, bu kez Irak yönetimde etkin hale gelmeye baladı. Oluşan yeni siyasal ortamda; Talabani ve Barzani arasındaki iktidar mücadelesi ve Habur sınır kapısı gelirlerinin paylaşımında yaşanan çatışma, şartların getirdiği fırsatı kaçırmamak için pragmatist bir yaklaşımla aynı yıl içerisinde çözüldü ve “Güvenli Bölge” ile elde ettikleri kazanımları koruyup geliştirme politikası birlikteliğine dönüştü.
Kürtler, yönetimde söz sahibi olmayı başardıkları yeni Irak düzeni içerisinde yapılan seçimlerde ve Anayasa referandumunda ciddi kazanımlar elde etti. Irak gelirlerinin % 17’sinin Kürt Özerk yönetimine bırakılması ve Irak Merkezi Hükümet kabinesinde bakanlık düzeyinde temsil edilmesi bu kazanımların en önemlileri arasında sayılabilir. 2005 yılında, bu politikalar sayesinde Talabani Irak Cumhurbaşkanı seçildi ve öldüğü 2014 yılına kadar Irak’ı yönetti. Barzani ise 2005’te seçildiği Kuzey Irak Kürt Devleti başkanlık görevini halen sürdürüyor.
Bu kazanımlara ek olarak Kürtler Ekim 2005’te ABD liderliğindeki koalisyonun hazırladığı anayasada Kerkük’ün kendilerine bırakılması için bu güçlere baskı yaptı. Bu pazarlık sırasında Türkiye Kerkük’ün kırmızı çizgisi olduğunu ifade edince Kuzey Irak Yönetimi ile ilişkiler kopma noktasına geldi. Yapılan referandum sonrası Kürtler Kerkük’te de imtiyaz sahibi oldu ve Kerkük’te bulunan ABD petrolünün güvenliğini sağlama sorumluluğunu üzerine almış oldu.
Türkiye, sınırının güneyinde ortaya çıkan yeni gelişmeleri kontrol altına almak ve sınırları içerisindeki PKK terörünü bitirmek için yeni politikalara yöneldi. 2007 yılında “açılım projesi” kamuoyunda tartışılmaya başlandı.
Tartışılan bu proje 2009 yılında Kürt kökenli vatandaşların bazı kültürel haklarının genişletildiği kanuni düzenlemelerle hayata geçirildi. Türkiye, bu politikaların devamı olarak; 2006 yılında ABD, Türkiye ve Irak arasında PKK ile mücadele için kurulan üçlü mekanizmaya üç yıl sonra Kürt Yönetiminin katılmasına izin verdi. 2009 yılında Erbil’den çıkarılan petrol Irak Devleti’nin onayı olmadan Kerkük-Ceyhan boru hattı üzerinden Dünya Pazarlarına ihraç edilmeye başlandı. Aynı yıl içerisinde bölgeye bakan düzeyinde resmi ziyaret yapıldı. Bu yıllarda başlayan ekonomik ve siyasi ilişkiler artarak bugüne kadar taşındı.
Suriye’deki Tehdit Sıralaması
Türkiye, Suriye’deki radikal islami örgütlerin gerçekleştirdikleri saldırılar ile güncel olarak tehdit altında olsa da PYD’nin yürüttüğü siyasi ve askeri faaliyetler Türk yetkililerince orta ve uzun vadede daha büyük bir tehdit olarak görülmektedir. Karar vericilerin bu tehdidi algılarken yararlandıkları zihin haritalarını ve tehdit ile mücadele için yaptıkları hamleleri anlamak için bu kişilerin Irak Kürtlerinin özerklik/bağımsızlık mücadelesine ve bu mücadeleyi engellemek için Türkiye’nin kullandığı stratejileri nasıl okuduklarını anlamak gerekir.
2003 yılında Irak’a müdahale gündeme geldiğinde ABD İncirlik üssünün kullanımının yanı sıra TSK’nın da operasyona katılmasını istiyordu. Bu konuda Erdoğan ve yakın kurmaylarını ikna etmişti. Ancak iktidara sınır ötesi operasyon yetkisi veren tezkere, birinci körfez savaşında sahada aktif olarak yer almanın Türkiye’ye maliyetini bilen tecrübeli politikacıların bulunduğu AKP grubundan bazı milletvekillerinin aleyhte oy kullanmasıyla reddedildi.
1 Mart 2003’te yapılan oylamayla Türk-Amerikan ilişkilerinde sorunlu bir dönem başladı. Bölge politikalarını Türkiye’nin desteği ile yürütmek isteyen ABD, TBMM’nin bu kararıyla farklı ittifaklar aramaya başladı.
Bu gelişmenin üzerinden yıllar geçmesine rağmen ülke içerisinde bazı kesimler Irak’ta kurulan Kürt Özerk Devleti’ni ortaya çıkaran gelişmelere müdahale konusunda Devlet’in manevra alanını daralttığını iddia ederek 1 Mart 2003 tezkeresinin reddedilmesini yerden yere vurdu. 2003’teki bu olayı hata olarak değerlendiren Erdoğan ve karar verici çekirdek kadro Irak’ta yürütmek zorunda kaldıkları politikanın aksine Suriye krizinin ilk gününden itibaren sınır ötesinde aktif rol oynayabilmek için Suriye içerisindeki cihatçı gruplara destek vermeye başladı. Cihatçı grupların Ankara’nın politikalarını gerçekleştirecek kapasitede olmadığının anlaşılması, ABD ve NATO’nun tutarsız tutumlarının Suriye’ye istikrar getireceğine olan güvenin sarsılması ile Erdoğan yönetimi sınır ötesi operasyon yolları aramaya başladı. Ancak böyle bir operasyon için Türk kamuoyu ikna olmamıştı.
15 Temmuz’la birlikte kamuoyunda yüksek tehdit algısı oluşturup, her türlü muhalefet etkisiz hale getirildi ve bürokrasinin yeniden dizaynı sonrası TSK, 24 Ağustos 2016 günü Suriye sınırını geçerek Fırat Kalkanı Operasyonunu başlattı.
Başlarda YPG’nin hakim olduğu bölgelerin hedef alındığı şeklinde ilan edilen operasyon amacı, ilerleyen haftalarda dünya kamuoyunun tepkisini azaltmak için IŞİD ile mücadele şeklinde güncellendi. Geçtiğimiz Aralık ayında IŞİD’in Suriye içerisinde ikinci kalesi olan Halep’in ilçesi El-Bab’ı ele geçirmek için kuşatma başlatıldı. İlçe’nin tamamen ele geçirilmesi için şehir merkezindeki askeri operasyonlar halen devam ediyor.
Türkiye’nin Irak’ta kurulan Kürt Özerk Yönetimi benzeri bir oluşumu engellemek için başlattığı sınır ötesi operasyon hedefini bulamadan PYD’nin etkili olduğu Kobani’deki gelişmelere etki edecek mesafenin çok uzağına savruldu. PYD’nin hakim olduğu coğrafyada olaylar Türkiye’nin yoğun muhalefetine rağmen Kürtlerin talepleri doğrultusunda gelişiyor. Son olarak Astana’da ortaya çıkan Anayasa taslağında Suriyeli Kürtlere özerklik verilmesi ve ABD’nin Kuzey Irak’ta Özerk Kürt bölgesi kurulmasının yolunu açan “Güvenli Bölge” benzeri bir bölge kurulması çalışmalarının varlığı Türkiye’nin Suriye’de elinin boş kaldığını gösteriyor.
2003 yılında Irak’a doğrudan müdahale talebini reddeden ortak aklın işletildiği TBMM’deki 1 Mart’taki oturumda tarihi bir karara imza atıldığı sonraki yıllarda Türkiye’nin siyaset, hukuk, ekonomi ve demokrasi alanlarında gerçekleştirdiği atılımlarla parmakla gösterilen ülkeler arasına girince anlaşıldı. Bu gelişmeler olurken güney sınırımızda Irak toprakları içeresinde, önce karşı çıktığımız sonra iyi ilişkiler geliştirdiğimiz özerk bir Kürt Devleti kuruldu.
2003’te Irak topraklarına ABD askeri ile birlikte operasyon yapmış olsaydık bölgede isteğimiz dışında bir oluşuma engel olabileceğimiz görüşü hâlâ çok tartışmalı.
Bölgedeki gelişmelere insani yardım dışında açıktan müdahale etmeden içeride daha demokratik bir devlet mekanizması kurma çalışmaları devam ederken Lüksemburg’da yapılan hükümetler arası konferansta 3 Ekim 2005 tarihinde AB ile resmi müzakereleri başlatma kararı verildi. Bu gelişmenin sağladığı ivme ile ekonomik gelişme ve siyasi istikrar konularında gelişmekte olan ülkeler arasında öne çıkarak dünyanın dikkatini çekmeyi başardık.
Suriye’deki gelişmelere baktığımızda ABD’nin ve bölgede söz sahibi diğer ülkelerin izlediği politikalar ile paralel hareket ettiğiniz sürece bölgede askeri olarak var olunabileceği açık ve net olarak görülmektedir.
Şu an Suriye’deyiz ve tüm dünyanın merakla izlediği El-Bab’da, IŞİD Terör Örgütüne karşı zorlu bir askeri operasyon yürütüyoruz. Önleyici siyasi ve askeri hamlelerimize rağmen Suriye’de özerk bir Kürt Bölgesi’ne giden yolun taşları döşenmeye devam ederken topraklarımızın içerisinde meydana gelen terör saldırıları ve sınır ötesi askeri operasyonların daha büyük bir çatışmaya evrileceği korkusuyla durgunluğa giren ekonomiyi ayakta tutabilmek için seferber ettiğimiz öz varlıklarımızla bedel ödemeye başladık bile.
1 Mart Tezkeresi oylamasında sağ duyulu hareket edip maceradan uzak bir dış politika tutumunu verdiği oylarla açıkça ilan eden ortak aklın temsilcisi TBMM’nin son yıllarda karar mekanizmasının dışında tutulduğunu görüyoruz. Dış politika alanında yetkinliği tartışmalı dar bir kadronun farklı ve muhalif fikirlere değer vermediği bir atmosferde oluşturduğu ve yürüttüğü dış politika 2003 sonrasında olduğu gibi parmakla gösterilen bir Türkiye’yi vadetmiyor maalesef.
Peki, 2003 yılında Irak topraklarında ABD’nin başı çektiği koalisyon güçleri ile Irak topraklarında askeri operasyona katılsaydık şu an nasıl bir ülkede yaşıyor olurduk?
Eğer bu sorunun cevabını merak ediyorsanız içinden geçtiğimiz dönemi ve izleyen yılları dikkatle takip etmeniz yeterli olacaktır.
Ortak aklın sağ duyu ve derinliğini yok sayıp dar bir kadronun maceraperest ve sığ politikaları ile saplanıp kaldığımız Suriye’den çıkarken bazı parçalarımızı arkamızda bırakma ihtimalimizin olduğunu düşünmek karamsarlığa itiyor gerçek vatanseverleri. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var Suriye coğrafyasında.
Analiz: Mehmet Rıza/ Aktifhaber