Türkiye’de yargı sisteminin siyasallaştığına dair tartışmaları yeniden alevlendiren ve “bu kadar da olmaz” dedirtecek türden çarpıcı bir gelişme yaşandı. 2024 yılında hayatını kaybeden İslam âlimi Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında, ölümünden aylar sonra yeni bir yakalama kararı çıkarıldı. Üstelik Gülen hakkında daha önce verilen onlarca yakalama kararı da hâlâ yürürlükte.
Nordic Monitor tarafından ele geçirilen hizmete özel damgalı bir devlet yazışmasına göre, Ankara’daki bir ağır ceza mahkemesi, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 20 Ekim 2024’te ABD’nin Pennsylvania eyaletinde vefat etmesinden aylar sonra, 2025 yılı içinde yeni bir yakalama kararı aldı. Söz konusu yazışmada, Türkiye genelindeki farklı mahkemelerce daha önce çıkarılmış olan yakalama kararlarının da geçerliliğini sürdürdüğü belirtiliyor.
1999 yılından itibaren ABD’de sürgün hayatı yaşayan Gülen’in ölümü, ailesi, doktorları ve vefat ettiği hastana yetkilileri tarafından kamuoyuna duyurulmuş, binlerce kişinin katıldığı cenaze töreni 22 Ekim 2024’te New Jersey’de düzenlenmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı, St. Luke’s Hastanesi’nden aldığı resmi ölüm belgesini Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na 1 Şubat 2025’te iletmiş ve bu belge doğrultusunda Gülen’in ölümü Türkiye’deki nüfus kayıtlarına da işlenmişti.
Tüm bu resmi belgelere rağmen, Ankara 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2025/55 sayılı kararıyla alınan yeni yakalama kararı, Türkiye’de yargının ne denli siyasallaştığını ve siyasi çıkarlar doğrultusunda hukukun nasıl araçsallaştırıldığını gözler önüne serdi.
Korkuteli ilçesinde görev yapan bir jandarma teğmeni olan Vedat Kılınç, 20 Şubat 2025 tarihinde çeşitli resmi kurumlara gönderdiği yazıda, ölmüş bir kişi hakkında hâlen geçerli yakalama kararlarının bulunmasının kamu kaynaklarını israf ettiğini ve güvenlik birimleri üzerinde gereksiz bir yük oluşturduğunu belirtti. Ancak şimdiye kadar bu uyarıya dair herhangi bir işlem yapılmadı.
Uzmanlara göre, bu durum bir bürokratik hata değil; aksine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin yıllardır uyguladığı sistematik baskı politikasının bir parçası. Erdoğan hükümeti, 2013 yılında patlak veren ve Erdoğan ailesini de hedef alan büyük yolsuzluk soruşturmalarının ardından Gülen hareketini açıkça hedef almaya başlamıştı.
15 Temmuz 2016’daki kumpas darbe girişiminin ardından başlatılan büyük tasfiye operasyonlarıyla birlikte 100 binin üzerinde kamu görevlisi, hiçbir adli ve idari soruşturmaya tabi tutulmadan, kanun hükmünde kararnamelerle görevden uzaklaştırıldı.
Bu süreçte hem Gülen hem de onunla bağlantılı olduğu iddia edilen milyonlarca kişi hakkında soruşturmalar başlatıldı; yüz binlercesi gözaltına alındı ve on binlercesi hâlen çeşitli uydurma suçlamalarla cezaevlerinde tutuluyor.
Hareketle bağlantılı yüzlerce medya kuruluşları kapatıldı, gazeteciler tutuklandı; binlerce eğitim kurumu, sivil toplum kuruluşları ve iş insanlarının şirketlerine el konuldu.
Gülen’in vefatına rağmen hakkında sürdürülen hukuki işlemler, Türkiye’de yargının bağımsızlığını yitirdiğini ve siyasi iktidarın yargıyı bir araç olarak kullandığını açıkça ortaya koyuyor. Uzmanlar, ölmüş bir kişinin bile hukuki takibatla hedef alınmasının, Erdoğan yönetiminin otoriterleşme sürecinde geldiği noktayı çarpıcı biçimde gösterdiğini belirtiyor.