Türkiye, uluslaşma sürecine geç giren ülkelerden. Avrupa, ulus devleti 17’nci yüzyılda tarih sahnesine girerken ulus-devlet sınırları içindeki nüfusun homojenleşmesi, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşti.
Ulus devletin temel özelliği karşılıklı mutabakata dayanması, bir başka deyimle ulus, ‘her gün yenilenen bir halk oylaması…’
Osmanlı’nın yıkım sürecinde Osmanlıcılık, İslamcılık gibi ‘pan’ hareketlerin bir çare olmadığını gören İttihat ve Terakki Partisi, çareyi Türklükte buldu. İttihatçılığın devamı olan Mustafa Kemal ve CHP, bu Türkçülüğü pan-Türkçülük’ten koparıp Anadolu ile kısıtlı bir gerçekliğe dönüştürdü.
Anadolu’yu Türkleştirme, bir başka deyişle homojenleştirme süreci İttihatçılarla başladı. Her gün yapılan plebisitte Türk ulusunun bir parçası olmaya onay vermeyeceği aşikâr Ermeniler soykırımla, Rumlar ise sürgün ve mübadele ile temizlendi.
Geriye kala kala Kürtler kaldı…
Feodalitenin yıkılmasıyla ortaya çıkan ulus-devletin yönetim biçimi, mutlak monarşiydi. Feodalizm feodal beylere dayanıyordu ama bu yeni yönetim biçiminin dayanacağı bir sınıf temeli yoktu, çünkü burjuvazi o dönem para kazanma derdiyle meşguldü ve devletten uzak duruyordu. Burjuvazinin devletin hakim sınıfı olması için emperyalizm çağını beklememiz gerekecekti.
Bu tablo karşısında hükümdarlar, devletin dayanacağı zümreyi kendi yarattı; bürokrasi. Sivil ve asker bürokrasi, vergi toplama mekanizması, ulus karakterini güçlendiren eğitim sistemi, sınırlarını koruyan ordusuyla sınıfların üzerinde bir yapıydı. Bu haliyle devletin kendisi dev bir girişime dönüşmüş oldu.
Bu yapı sınıflar üstü ve toplumdan bağımsızdı. Tek görevi ulus-devleti korumak ve geliştirmek ve ulusun bir bütün olarak tek temsilcisi olmaktı.
Türkiye kuruluş döneminde böyle bir toplumsal model oluşturdu. Dönemin koşulları gereği adına cumhuriyet dedi ama özü itibariyle mutlak monarşiydi.
Etkisi olmayan, göstermelik bir meclis ve dayanacak bir burjuvazi olmadığı için sınıfların ve toplumun üzerinde duran bir bürokrasi.
Adına cumhuriyet dediği modelin tek partili yapısını Lenin’den, sonraki ırkçı karakterini de Mussolini’den ödünç alarak kendisini tahkim etti.
Bu modelin temel hedeflerinden biri; batıda olduğu gibi bir burjuva sınıfı yaratmak, diğeri ise Kürtleri asimile etmek, olmayanları şiddet yoluyla tasfiye etmekti.
Kürtler, Müslüman ve kısmen Türklerle ortak değerleri paylaşan bir halktı ama sonuç itibarıyla dili, kültürü ve tarihiyle başka bir milletti.
Üstelik hilafete bağlılığı, özgürlüğe düşkünlüğü ile yeni kurulan Türkiye devletinin temel hedefleriyle ters düşüyordu. Üstüne üstlük, yeni cumhuriyet Kurtuluş Savaşı sırasında verdiği eşit haklara kurulu devlet modeli sözünde durmamıştı.
Bu gerilimin açık sonuçları Şeyh Said İsyanı, Dersim Katliamı oldu. Arkasından İstiklal Mahkemeleri, sıkıyönetim ve Takrir-i Sükûn Kanunu geldi.
Türklük adına her gün gerçekleşen bu plebisite, Kürtlerin hiçbir zaman ‘Evet’ demeyeceği anlaşılınca da, devlet bu coğrafyayı hep ‘Tunç-eli’ ile yönetmek zorunda kaldı.
Kürt ulusal hareketinin ortaya çıkmasıyla birlikte devletin ve onu yöneten kadroların tedirginliği daha da arttı. Avrupa Birliği süreci ve Batı ile yakınlaşma bu rahatsızlık çıtasını daha da yükseltti. Çünkü birlikte yaşamaya ve ortak kültüre ‘Evet’ demeyen bir halkı buna zorlamanın tek yolu baskıdır, yani mutlaki yönetim veya tiranlık.
AB modeli ise yerinden yönetimi, halkların eşitliğini temsil ediyordu. Bu yüzden AB bir tehdit haline geliverdi.
Sonuçta barış süreci askıya alındı ve kurucu modele geri dönüldü: Baskı ve hukuksuzluk…
Baskıcı ve kıyıcı rejimlerin ise temel bir sorunu vardır, sadece baskı yaptıkları bölgenin ve halkının değer ve kurumlarını çürütüp yok etmez, kendi kurum ve değerlerini de yok eder.
Hukuktan kaçmak Türkiye’de bürokrasi ile Erdoğan’ın koalisyonu sonucu gerçekleşti. Çünkü biri yolsuzluklardan, diğeri de bölgede gerçekleştirdiği hukuksuzlukların hesabını vermekten kaçıyordu.
Bunun sonucu ne Erdoğan 17-25 Aralık’ın hesabını verdi, ne de şaibe karıştığı aşikâr seçimlerin… Aynı şekilde bürokrasi de bölgede işlenen insanlık suçlarından dolayı yargı önüne çıkarılabildi. Suç ve ceza kavramı tamamen ortadan kalktı.
Ama hukukun ortadan kalkması sadece bu konularda sınırlı tutulamadı. Sadece ‘devlet için kurşun atanlar’ değil, iktidara ve bürokrasiye yakın herkes yargı önünde dokunulmazlık kazandı.
Mesela restoranında müşterisini yakan lokantacı da, arabasını yayaların üzerine süren hâkim-savcı çocuğu da… Tüm kurumlar rüşvete ve kayırmacılığa açık hale geldi.
Aynı şekilde Kürt halkının iradesini temsil edecek olan Meclis iğdiş edildi, tamamen etkisiz hale getirildi. İstihbarat teşkilatı yaygınlığı, teknolojinin pervasız kullanımı, keyfilik ve hukuksuzlukla Abdülhamid dönemini aşan mutlaki bir yönetim modeli ortaya çıktı.
Buna cumhuriyetin fetret devri demek doğru olacaktır. Hukukun ve can-mal güvenliğinin çöktüğü bir ortamda ekonominin ayakta kalması hayal bile edilemezdi, o da darmadağın oldu. Daha da kötüye gideceği çok açık.
Bunun net sonucu ise sadece AKP’nin dayandığı tabanın değil, tüm toplumsal yapının paramparça olması olarak tezahür edecek.
Özetle, Türkiye ulus-devletin kuruluş modeline körü körüne bağlı kalmanın kaçınılmaz bedelini ödüyor, daha da ödeyecek. Batı tipi bir demokrasiye geçip Kürtleri eşit yurttaş olarak kabul etmemek sadece savaşa, hukuksuzluğa ve derin yoksulluklara yol açacak.
Vahim olan, bu açmazı görecek ve devlet üzerinde hâkim olacak bir burjuvazi ile onun desteklediği bir muhalefetin olmayışı. CHP bu modelin kurucu babası olduğu için ondan umut beklemek boşuna bir çaba.
Türkiye, Hitler’in ‘Ein Volk, Ein Reich, Ein Fuhrer’ sözünden esinlenerek yarattığı ‘Tek devlet, tek millet, tek vatan’ şiarı ve Rabia selamıyla duvara toslayan kadar yoluna devam edecek ama bu tercihinin bedelini çok ağır ödeyecek. (ahvalnews.com)
Kaynak:
The Origins of Totalitarianism, Hannah Arendt
Fascism: A Warning, Madeleine Albright