15 Temmuz darbe girişiminin ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ilan ettiği olağanüstü hâl sadece siyasi hakları değil, ekonomik özgürlükleri de kısıtladı.
warontherocks.com’da Aykan Erdemir ve John Lechner imzasıyla kaleme alınan makalede, “Örneğin şirketlerin iflaslarını ilan etmeleri yasaklandı. Hükümet iki sene sonra olağanüstü hali kaldırdığında, doğal olarak, bir iflas patlaması yaşanacağına ilişkin kaygılar doğdu” yorumuna yer veriliyor.
Makale, şöyle devam ediyor:
Türk Lirasının Ağustos ayında yaşadığı çöküş de bu kaygıları iyice artırdı. Erdoğan’ın yanıtı şirketlerin döviz cinsinden zararlarını iflas hesaplamalarının dışında tutmalarına izin vermek oldu. Ancak bu durum Türkiye’nin ruhunu çoktan teslim etmiş demokrasisinin yanı sıra, bir de “zombi ekonomi” doğması riskini beraberinde getiriyor.
Kredi veren kuruluşlar arasında Türkiye’nin alacak tahsilatı sisteminin karmaşıklığı haklı bir ün kazanmış durumda, zira yargı sistemindeki eksiklikler, kredi veren kuruluşların, ödemelerini hukuk yoluyla tahsil etmelerini güçleştiriyor. 2001 ekonomik krizinin ardından, bu krizden bir yıl sonra iktidara gelen Erdoğan’ın AKP hükümeti, borçlarını ödeyemez duruma düşmüş borçluların, borçlarını gönüllü olarak yeniden yapılandırmalarına fırsat veren bir yasa çıkardı. Ancak batık durumdaki şirketleri ve dolayısıyla Türkiye ekonomisini yeniden ayağa kaldıran bu önlem, çok geçmeden, kötü niyetli borçluların, borç ödemelerini yedi yıla kadar geciktirmelerine olanak tanıyan bir hukuk boşluğuna dönüştü.
Erdoğan’ın otoriter yönetiminin Türkiye ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerinin görülmeye başlandığı 2014 yılında, 720 şirket, kredi veren kuruluşları daha uygun koşullar sunmaya zorlamak amacıyla, iflast erteleme hükümlerinden yararlandı. Kredi veren kuruluşlar da buna, 12.339 dava açarak karşılık verdi. 2015 yılında 1000 şirket iflas erteleme başvurusunda bulundu ki, bu da Erdoğan’ı, darbe girişiminden sonra edindiği OHAL yetkilerini kullanarak bu hukuk boşluğunu dondurmaya itti. O noktadan itibaren Türkiye Cumhurbaşkanı bu uygulamayı lağvetti ve onun yerine, borç ödemelerini hızlandıran konkordatoyu veya borçlularla müzakereyi teşvik etti. Kredi veren kuruluşları yedi yıl boyunca ödeme yapmamakla tehdit etme imkanı elinden alınan şirketler, söz konusu kuruluşlarla, daha uygun faizlerle, daha kısa vadeli ödeme koşullarını özel olarak müzakere etmeye başladılar. 2018 yılında konkordato ilan etmiş şirketlerin sayısı 3000’e ulaşmış durumda ve bu sayının yıl sonuna dek 7000’e çıkacağı tahmin ediliyor.
Bu önlem, OHAL sonrası dönemde bir iflas dalgasını engellemenin yanı sıra, Türk Lirasındaki dramatik düşüş nedeniyle Türk şirketlerini vurma ihtimali olan bir temerrüd dalgasını da engellemeyi amaçlıyordu. Hükümetin çıkardığı, şirketlere temerrüd hesaplarından döviz cinsinden zararlarını düşme izni veren yasanın engellemeyi amaçladığı dalga da bu ikincisi. Söz konusu yasanın bir sonucu, ödeyemedikleri faiz borçları nedeniyle teknik olarak temerrüde düşmemiş gibi görünmekle birlikte, faaliyetlerini yürütecek nakite de sahip olmayan şirketlerle dolu bir zombi ekonomi doğurmak olabilir.
Erdoğan’ın zevahiri kurtarmak amacıyla aldığı eğreti önlemler, Türkiye’nin yatırımcıların güvenini artırmaya çabaladığı bu dönemde, kurumsal şirketlerin şeffaflığına yönelik kaygıları da artıracak nitelikte. Kredi veren kuruluşların Türk Telekom vakasına bakması yeterli. 2005 yılında özelleştirilen Türk Telekom, bir zamanlar Türkiye’nin en karlı şirketlerinden biriydi. Ancak yıllar süren yolsuzluk ve kötü yönetim iddialarının ardından, şirket, Körfez yatırımcılarının çoğunluk hisselerini almalarına olanak sağlayan 4.75 milyar dolarlık borcunun 290 milyon dolarlık ilk ödemesini yapamadı.
Bu haber, şirketin özelleştirilmesinde önemli bir rol oynamış olan Erdoğan’ın AKP’sini zor durumda bıraktı. Türk Telekom’un üçüncü ödemesini de yapamamasının ardından, söz konusu kredinin bankalar tarafından batık olarak sınıflandırılmaması ve dolayısıyla da iflas prosedürünün başlatılmaması için, BDDK devreye girdi. Kredi veren kuruluşlar boyun eğerek söz konusu borcu muhasebe defterlerine “yakın takipte” olarak işlediler. Türkiye hükümetinin şirketi satma çabaları da başarısızlığa uğrayınca, kredi veren kuruluşlar 1 Milyar dolar değer biçilen şirketin %55 hissesini devralmakla yetinmek zorunda kaldılar. Şirketin ilk sahipleri ise, şirkete sahip oldukları on yıllık süre zarfında tahsil ettikleri 6 Milyar Dolarlık kar paylarını alıp, ellerini kollarını sallaya sallaya ülkeden ayrıldılar.
Türk Telekom vakası, Türk ekonomisinde, batık kredilerin bankaların bilançolarında yeniden sınıflandırılması yönünde gözlemlenen, endişe verici yeni bir eğilime de işaret ediyor. Türkiye’nin kredi veren kuruluşları, Ağustos ayında, borçlunun temerrüde düşmesinden sonra, borcun yeniden yapılandırılması sürecini hızlandıran ve böylece biriken batık kredilerin bankaların hesap defterlerinden çıkarılmasına olanak sağlayan yeni bir önlem önerdiler. Bu yeni önlem uyarınca, bir yeniden yapılandırma planına, şirketin alacaklılarının %75’nin onay vermesi yeterli olacak. Muhtemelen yeniden yapılandırmaya onay vermeyen, bunun yerine daha resmi bir süreci işletmek isteyen alacaklılar, örneğin uluslararası kredi kuruluşları, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacaklar. Hükümet bu öneriyi onayladı.
Kredi veren kuruluşlar, aynı zamanda, hükümetten borçlulara fazla yüklenmemelerini talep eden telefonlar da almaya başladılar. Ancak batık krediler yine de birikmeye devam ediyorlar. Sızdırılan belgeler, hükümetin, kredi veren kuruluşların batık kredilerini devredebileceği bir “kötü banka” kurma hazırlığı içinde olduğunu gösteriyor. Ancak bir borsacının dediği gibi, “batık kredileri nereye yığarsanız yığın, Türkiye’nin genel kredi itibarının düşmesini engellemek mümkün olmaz.” Eğer hükümet bu düşüncesini hayata geçirecek olursa, bu kez de şu soru ortaya çıkacak: bırakın hangi kredilerin batık olarak tanımlanacağını, hangi batık krediler ‘kötü bankaya’ devredilecek?
Ne yazık ki bu çelişkili önlemler, ekonomideki yapısal sorunların üzerini muhasebe defteri oyunlarıyla örtmeye yönelik yeni bir eğilime işaret ediyorlar. Yunanistan ve Brezilya vakalarında da görüldüğü gibi, bu tür uyanıklıkların sonu iyi bitmiyor. Bir krizi, sadece kağıt üzerinde iflas etmemiş gibi görününen bir zombi ekonomi yaratarak erteleyebilirsiniz, ama küresel yatırımcılar önünde sonunda kimin ölü, kimin canlı olduğunu ayırt etmeye başlarlar.
Erdoğan’ın muhasebe defteri oyunları elinde patladığında, Türkiye’nin ekonomik çöküşünün kötü etkilerini, sadece Ankara değil, onun Atlantiğin iki yakasındaki kredi veren müttefikleri de hissedecek.
Erdoğan’ın uyguladığı sıradışı ekonomi politikalarından ve muhasebe defteri oyunlarından geri dönme şansı hala var. Ama son dönemlerdeki performansına bakacak olursak, Türkiye’nin diktatörünün gidişi, sadece kendisini ve adamlarını değil, batılı bir çok yatırımcıyı ve kredi veren kuruluşu da çökerten büyük bir patlamayla olacak.