Harvard Üniversitesi’nden Prof. Dr. Dani Rodrik ile Duke Üniversitesi’nde Ekonomi ve Siyaset Bilimi Profesörü olarak ders veren Timur Kuran, Türkiye ekonomisinde yaşanan son gelişmeleri dünyaca ünlü Project Syndicate için yazdı.
Rodrik ile Kuran’ın ortaklaşa yazdığı yazının tamamı şöyle:
“TÜRKİYE IŞILTISINI KAYBEDELİ YILLAR OLDU”
“Türkiye’nin büyüme süreci ışıltısını kaybedeli yıllar oldu. Dengesizlikte birbirleriyle yarışan Türk ve ABD hükümetleri arasında patlak veren diplomatik kriz zaten sorunlu Türk ekonomisini ciddi şekilde döviz krizine sürüklemiş bulunuyor.
Geride bıraktığımız 12 ay içerisinde Türk Lirası değerinin neredeyse yarısını kaybetti. Liranın erimesi, birçoğu ağırlıklı olarak döviz cinsinden borçlanan Türk firma ve bankalarını da çökme tehlikesiyle yüz yüze getirdi.
GÖREVLENDİRMEDE SADAKAT VE AİLE BAĞLARI ÖN PLANDA
Türkiye’nin parlamenter sistemden başkanlık sistemine resmen geçişinin ardından haziran ayında gerçekleştirilen ilk seçimi kazanan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ülkeyi otokratik bir anlayışla yönetmekte, bakan ve bürokratlarını yetenekten çok sadakati ve aile bağlarını temel alan bir biçimde seçmektedir.
On yıldan uzun bir süredir finans piyasaları, 2014 yılına değin başbakan olan Erdoğan’a duyduğu güvenin bir yansıması olarak Türk ekonomisine ucuz kredi olanakları sağlamaktaydı.
SICAK PARA GÖSTERİŞLİ PROJELERE AKTARILDI
Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomi büyümesi bir yandan iç tüketimi, bir yandan da havalimanı, köprü, yol ve konut gibi gösterişli yatırımları finanse eden yabancı sermaye akışına bağlıydı. Bu gibi harcamalar içeren ve borca dayalı ekonomik genişleme süreçleri genellikle hüsranla sonuçlanır. İçinde bulunduğumuz krizin başlangıç tarihi öngörülmemiş olsa da, bu kez de öyle oldu.
2016 yılında Erdoğan’a karşı düzenlenen başarısız darbe girişimi sonrasında başlatılan cadı avı sürecinde 80.000 kişi tutuklandı; 170.000 kişi işten çıkarıldı; 3.000 okul, yurt ve üniversite kapatıldı; 4.400 hakim ve savcı da görevden uzaklaştırıldı.
CADI AVI VE BRUNSON KRİZİ
Döviz krizini tetikleyen olay, bu cadı avının ilk aylarında terörist suçlamasıyla tutuklanan Amerikalı evangelist Pastör Andrew Brunson’ın serbest bırakılması için Trump yönetiminin yaptırım uygulamaya başlaması ve Türkiye’yi daha da ağır yaptırımlarla tehdit etmesi oldu.
Söz konusu cadı avı genellikle Erdoğan’ın çevresinden gelen emirler doğrultusunda ve olağanüstü hal kuralları çerçevesinde sürdürüldü. Süreç boyunca temel özgürlüklerin askıya alınmasına karşı yapılan muhalefet, bir yandan medya üzerindeki sıkı denetim, bir yandan da sivil topluma yönelik baskı ve korkutma yoluyla zayıflatılması nedeniyle asgari düzeyde kaldı.
“GÜVEN ARTIRICI EKONOMİK ÖNLEMLER GEREKİYOR”
Sürdürülemez ekonomi politikalarından kaynaklanan her finansal krizde olduğu gibi, bu krizin atlatılması, hem kısa hem de orta vadeli eylem planlarını gerekli kılıyor. Kısa vadede finansal piyasalara istikrar kazandırmak için güven artırıcı ekonomik önlemler gerekiyor.
“IMF’YE GİDİLMESİ GEREKEBİLİR”
Erdoğan istemese de Türkiye Merkez Bankası’nın faiz oranlarını artırmak zorunda kaldı. Bu oranların daha da yükseltilmesi gerekebilir. Diğer taraftan özel sektör borçlarının yeniden yapılandırılmasını ve mali disiplinin sıkılaştırılmasını içeren somut ve güvenilir bir programa ihtiyaç var. Reformların işleyebilmesini sağlayacak geçici finansal kaynak içinse Uluslararası Para Fonu’na başvurulabilir.
“TEK ADAM REJİMİNDEN KAYNAKLI KIRILGANLIK”
Ne var ki, bu gibi kısa vadeli bir önlem paketi, Türk ekonomisinin tek-adam rejiminden kaynaklanan uzun vadeli kırılganlığına çözüm getirmeyecektir.
Türk tarihinde kusursuz bir demokrasi örneği bulunmuyor. Erdoğan’ın iktidara geldiği 2003 yılından önce, Türk demokrasisi dört kez askeri müdahalelerle askıya alınmıştı. Ancak hiçbir lidere sınırsız yetkiler tanınmamıştı. Orduyu bile sınırlandıran denge ve denetleme mekanizmaları işlemekteydi.
2. DÜNYA SAVAŞI SONRASI TÜRK DEMOKRASİ TARİHİ
Giderek adilleşen ve özgürleşen seçimler yoluyla ülkenin politik yönetimi defalarca el değiştirmişti. II. Dünya Savaşı’nın sonra 1946 yılında çok partili demokrasi kurulduğunda oldukça zayıf olan sivil toplum zamanla güçlenmişti. Hükümetler; iş çevreleri, sendikalar, üniversiteler ve basın dahil olmak üzere çeşitli özel kuruluşlara kulak vermeye alışmıştı.
İktidarının ilk yıllarında, ordudan ve laik aydınlardan çekindiği için Erdoğan demokrasiye ve insan haklarına saygı duyduğu izlenimi yaratmaya özen gösterdi. Onyıllardır baskı altında tutulan Kürt azınlığa daha geniş özgürlükler vermek istediğini hissettirdi. Gerek yerli liberaller, gerekse Batılı gözlemciler, Erdoğan’ın geliştirdiği “demokratik ve özgürlükçü İslamcı” imajını büyük bir iştahla benimsediler.
BATI ONU ÖVERKEN, ERDOĞAN MEDYAYI ZORLA KENDİNE BAĞLADI
Batı kendisini öve dursun, Erdoğan ülkenin bağımsız medyasını muazzam vergi cezaları yoluyla kendine bağlamaya başlamıştı. Diğer taraftan ordunun komuta kademesine ve önde gelen laik güçlere adli kumpaslar düzenleyerek hukuk sistemini politik bir araca dönüştürdü.
“GÜLEN’LE YOLUNU AYIRDI, OTORİTERLİĞİ İVME KAZANDI”
Erdoğan’ın otoriterliğe yönelişi, yıllarca ittifak yaptığı Fethullah Gülen Cemaati’yle 2013’te yollarını ayırmasıyla ivme kazandı. 2016’daki darbe girişiminden sonra da, ülkenin demokratik kurumları işlevlerini bütünüyle yitirdiler.
“Haziran seçimleri,” diyor Erdoğan, “Eski Türkiye’yi sonlandırarak Yeni Türkiye’nin kuruluşunu ilan etti.” Bu yeni düzende, ona karşı gelmek vatan hainliği sayılabiliyor. Hiçbir kurum ya da şahıs, yasa dışı yollardan kendisiyle yakın çevresini zenginleştirmesine karşı çıkamıyor.
“BAŞARILAR KENDİNE, BAŞARISIZLIKLAR BAŞKASINA AİT”
Erdoğan kurduğu yeni rejimin her başarısını sahiplenirken başarısızlıklarını ise karanlık güçlere, genellikle de kimliği belirsiz dış mihraklara mâl ediyor. Onun yüceltilmesi, yanılmazlık görüntüsünün desteklenmesi ve politik kalıcılığı Türkiye’nin ana hedefleri konumunda. Üretim artışı, eğitimin geliştirilmesi, dış ilişkilerde toparlanma ve sosyal yaraların sarılması gibi sorunlarsa Erdoğan’ın gücünü konsolide etme amacının yanında önemsiz birer detay sayılıyor.
YENİ POLİTİK SİSTEM VE OSMANLI
Türkiye’nin bu yeni politik sistemi köklerini, Osmanlı’nın imparatorluk nüfusunu vergi ödeyen çoğunluk ve vergiden bağışık elitler biçiminde ayıran Dâire-i Adalet sisteminden alıyor. Bu sistemde mutlak yönetim, pratikte kapsamını kendisinin belirlediği “Şeriat”a bağlı bir padişahın elindeydi. Dâire-i Adalet 1839 yılında, devletin yeniden yapılanma sürecini başlatan Gülhane Hatt-ı Hümayunu’yla kaldırıldı. Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’yi, reformcu nesillerin iki asırdır geride bırakmaya çalıştığı bir noktaya geri getirmiş bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.
“TUTUKLANMA KORKUSUYLA İŞ BİLEN AKP’LİLER DAHİ KONUŞAMIYOR”
Yeni sistem, ekonominin dümeninde yetenekli politikacılara ve bürokratlara yer bırakmıyor. Ekonomiden anlayan AKP kurmayları Erdoğan’ın kişisel görüşlerine ters düştükleri için çoktan yönetimden uzaklaştırıldılar. Tutuklanma korkusundan sorunlar dürüstçe tartışılamıyor.
Alanlarında uzmanlaşmış iş insanları, akademisyenler ve gazeteciler sessiz kalmayı yeğliyorlar. Böylece cumhurbaşkanının çevresi, yalnızca onun kudret, bilgiçlik ve muhteşemlik duygularını tatmin etmeye odaklanan dalkavuklara kalmış bulunuyor.
“YETKİLERİ KÖRELTİLMİŞ BİR MECLİS”
Yetkileri köreltilmiş Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki muhalefet liderleri bile, cumhurbaşkanını kayıtsız şartsız desteklememenin vatana ihanet sayılacağı ima edilen bağlamlarda taraftarını coşturmaya çalışan tribün liderlerine dönüşüveriyorlar.
“AYRICALIKLI MUHALİFLER BİLE GÜVENCESİZ”
Rusya ve Venezuela’da olduğu gibi, Yeni Türkiye’de de fikir özgürlüğünün sürdüğü görüntüsünü verebilmek için birkaç muhalifin yazıp çizmesine izin veriliyor. Fakat bu ayrıcalıklı muhalifler bile güvencesiz bir hayat sürüyorlar. Rejimin, günün birinde ibreti-i alem için kendilerini tutuklayacağı korkusuyla yaşıyorlar.
“KEYFİLİĞİN BEDELİNİ ÜLKE EKONOMİSİ ÖDEYECEK”
Er ya da geç ekonomik baskılar Türkiye’yi finansal piyasaların beklediği istikrar önlemlerini almaya zorlayacaktır. Fakat bu önlemler uzun dönem yatırımları canlandırmayacak, ülkeyi terk etmekte olan yüz binlerce yetenekli vatandaşı geri getirmeyecek ve yaratıcılığı besleyecek bir özgürlük iklimini yaratmaya yetmeyecektir. Çin örneğinde olduğu gibi, sağduyulu ekonomi politikalarına öncelik veren otokrasilerin süratle gelişmesi mümkün. Ancak ekonomi politikalarının Cumhurbaşkanı’nın kişisel gücünü artırma aracına dönüştüğü bir ülkede, bu keyfiliğin bedelini kaçınılmaz olarak ülke ekonomisi ödeyecektir.”