Analiz / Doç. Dr. Osman TEK
Türkiye, tarihinin kırılma anlarından birini yaşıyor. Her geçen gün derinleşen otoriterleşme eğilimleri, hukuk sisteminin siyasallaşması ve seçilmiş isimlere dönük sistematik baskılar artık sıradanlaşmış durumda. Gözaltılar, tutuklamalar, sürgünler… Kimileri için bu sürecin miladı Ekrem İmamoğlu’na verilen ceza olabilir. Oysa fotoğraf çok daha geniş ve çok daha eski.
Muhalif bir gazeteci yakın zamanda bu süreci Erdoğan’ın “Saddamlaşma”sı olarak tanımladı. Tespit isabetli olabilir, ama başlangıç noktası olarak İmamoğlu örneğini almak tarihsel hafızayı ve vebali arşa uzanan adaletsizlikleri görmezlikten gelmek olmaz mı? Çünkü zulüm, bir anda başlamaz; kök salar, gelişir, görünür olur.
1989’a dönelim. O yıllarda Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na aday olan genç bir siyasetçiydi. Refah Partisi’nin oyu yüzde 4’lerdeyken sandıklar açıldığında yüzde 21 oy almıştı. Seçimi kaybetti ama “Oylarım çalındı” diyerek İlçe Seçim Kurulu’na itiraz etti. Hakimle tartıştı, hakaretten yargılandı ve cezaevine girdi. Mağduriyet hikâyeleri o dönemde inşa edilmeye başlandı. Ama asıl dikkat çekici olan, gücü elde ettikten sonraki refleksler.
1991’de milletvekili ilan edilen Erdoğan’nın mazbatası, tercihli sistemde kendisinden daha fazla oy olan Mustafa Baş’a iade edildi. İddialara göre Erdoğan, Baş’ı istifaya zorladı ve Baş, aylarca yurt dışında yaşamak zorunda kaldı. Bu tür hikâyeler, sistemli olarak tekrarlandığında bir yönetim tarzına, bir karakter inşasına dönüşür.
İnsanlığın ortak özü değişmez. Ancak karakter dediğimiz şey, kişinin kendi özündeki çekirdeklerini neyle beslediği ile ilgilidir. (Rum Suresi, 41) Ve her insan, kendi ürettiği karakterinin esiri olur. Arı su içer bal yapar, yılan su içer zehir.
Otoriter liderler de oluşturdukları bu karaktere uygun bir iktidar inşa ederler. Onlar için hukuk, ancak iktidarın önünü açtığı sürece muteberdir. Kanun, yönetenin iki dudağı arasına sıkışırsa; adalet olmaktan çıkar kamunun değil kendisinin ve bir avuç yalakanın koruma kalkanına dönüşür.
Bu yüzden, İmamoğlu’na verilen ceza insafsızca olmakla birlikte bir başlangıç değildir. Sadece herkesin gözü önünde gerçekleştiği için ses getirmiştir. Oysa daha önce, medyada sesini duyuramayan sayısız mağdur ve mazlum KHK’lı bu çarkın içinde öğütülmüştür. Gökhan Açıkkolu gibi. Gündem bile olamamış bir ölümdür onunki.
Zulüm, her çağda aynı refleksle ortaya çıkar. İslam tarihinde iktidara karşı muhalefetin; sermaye sahiplerine karşı garip gurebanın sesi olan Ebu Zer el-Gıfari’nin (ra) yaşadığı sürgün ve yalnızlık, bugünün siyasi sürgünlerinden farksızdır. Ebu Zer’in cenazesine katılan İbn Mesud’un (ra) dövülüp kaburga kemiklerinin kırılması, bugünkü ifade özgürlüğüne karşı açılan davaların, uygulanan şiddetin tarihsel izdüşümüdür. Muhalife destek olmak, onu haklı görmek, iki satır destek mesajı yazmak hatta cenazesine katılmak bile suç sayılabiliyor.
Tarih, zulmün karşısında mutlaka bir direnişin doğduğunu, özgür vicdanların ayağa kalktığının yazar. Kanunu keyfiyete dönüştüren her iktidar, zulmün kirli elbisesini giyer. O elbisede Sokrat’dan Hz. Hüseyin’e ondan Gökhan Açıkkolu’na kadar tarih boyunca zulme uğramış tüm mazlumların ah’ı vardır. Bu ahları gafil insanlar unutsa da tarihin hafızası ve kaderin mahşerde açılacak olan defteri asla unutmaz.
Zulmün ömrünü uzatan toplumsal vicdanın körlüğüdür. Zulüm tümüyle görünür olunca, sarayları tutuşturan kıvılcıma dönüşür. Ama önce bu devranın devamını sağlayan körlükten kurtulmak gerekir. Herkes olaylara sadece kendi mahallesinin penceresinden bakmaya devam ettikçe, zulüm hep “karşı mahallenin problemi” olarak kalacaktır.