Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Uzun zamandan beri, din bilginleri arasında yaygınlaşan ve toplumun büyük bir kısmının ilgisini çeken tartışmalara tanık oluyoruz. Ekranlar, konferans salonları ve sosyal medya platformları, fıkıh meselelerinden ahlak öğretilerine kadar dini konuların derinlemesine irdelendiği bir arena haline gelmiş durumda. “Doğru ibadet nasıl olmalı?”, “Hangi ahlaki tutum daha makbul?”, “İnancın özüne ulaşmanın yolları nedir?” gibi sorular etrafında dönen bu tartışmalar, elbette kendi bağlamında önemlidir. Ancak burada dikkat çekici bir boşluk var: Tüm bu dini söylemler, modern düzenin ve onun yarattığı adaletsizliklerin eleştirisine dair neredeyse hiçbir şey söylemiyor.
Bir soruyla başlayalım: Bu din tartışmalarının asıl gayesi nedir? Dinin temel doğrularına ulaşmak mı, yoksa bu tartışmalar aracılığıyla düzenin çelişkilerini ve adaletsizliklerini görünmez kılmak mı?
Tarihe baktığımızda din, yalnızca bireysel ibadetleri düzenleyen bir sistem değil, aynı zamanda toplumsal adaletin inşasında belirleyici bir rol oynamıştır. Hz. Muhammed’in Mekke’nin elitlerine karşı verdiği mücadele ya da Hz. İsa’nın Kudüs’teki tefecilerle olan mücadelesi, dinin toplumsal düzeni eleştiren ve adaleti savunan köklü geleneğini ortaya koyar. Ancak bugün din bilginlerinin söylemleri, bu tarihsel rolü görmezden geliyor gibi görünüyor. Güncel düzenin çarpıklıklarını, gelir adaletsizliğini, yoksulluğu, güçlünün güçsüzü ezmesini eleştiren bir dini söylem neredeyse yok.
Bunun yerine, din bilginleri bireyi hedef alıyor: “Kendini düzelt, ahlakını geliştir, ibadetlerini tam yap.” Peki ya toplumsal düzeydeki büyük haksızlıklar? Onlara kim ses çıkaracak? Bireyin ahlakını yüceltirken, toplumsal düzenin ahlakını sorgulamaktan neden bu kadar kaçınılıyor? Cevap açık: Dine çeki düzen vermek kolaydır, ancak düzeni eleştirmek risklidir.
Düzenin Uyumlu Sessizliği
Bu din bilginlerinin söylemleri, üç maymun oyununu anımsatıyor: Görmedim, duymadım, bilmiyorum. Bu oyunun bir sonucu olarak, düzenin adaletsizlikleri görünmez hale geliyor. Yoksulluk, zenginleşen azınlığın lüks yaşamı, işçi sınıfının sömürüsü gibi devasa toplumsal meseleler, bireyin ibadetinin ya da kişisel ahlakının gölgesinde kalıyor. Dinin bu bireysel düzeye indirgenmesi, düzeni rahatsız etmekten özenle kaçınan bir sessizlik üretiyor.
Klasik sağın ideolojik zemininde yatan “düzene uyum” anlayışı, bugün dini söylemlere de sızmış durumda. Bu anlayışa göre, düzeni eleştirmek yalnızca bir tehdit değil, aynı zamanda bir “fitne”dir. Oysa din, tarih boyunca bu tür düzenlere meydan okuyarak kendi ahlaki misyonunu gerçekleştirmiştir. Bugünse bu meydan okuma ruhu körelmiş, yerini sessiz bir kabullenmişliğe bırakmıştır.
Bir yanda bir avuç insan zenginliğin doruklarında yaşarken, diğer yanda milyonlarca insan yoksulluk içinde kıvranıyor. Din bilginleri bu adaletsizliğe dair ne söylüyor? Kendi toplumsal adalet nosyonu olan bir dinin, böylesine devasa bir çarpıklık karşısında neden sessiz kaldığını sorgulamak gerek. Adaletin özüne dokunmayan, yalnızca bireysel düzeyde kalan bu tartışmalar, bir tür “ahlaki pasiflik” yaratıyor.
Dine çeki düzen vermek adına yapılan bu tartışmalar, aslında düzenin adaletsizliklerinin üstünü örtmenin bir aracı mı? Bu soruyu sormak artık bir zorunluluktur. Çünkü düzeni rahatsız etmeyen bir din anlayışı, toplumsal vicdanı körelten bir araç haline gelir. Onlar Nazım’ın dediği gibi “esir düşmeyi” kabul eder, ancak “teslim olmamayı” ahlaki bir ilke olarak göremezler.
Din bilginleri arasında neden “Ben sizi rahatsız etmeye geldim.” diyen bir Sokrates yok? Neden “esir olsan da teslim olma” diyen bir Nazım ruhu bulunmuyor? Çünkü bu düzenin yetiştirdiği anlayış, baş kaldırmayı değil, itaati yüceltir. Dine çeki düzen verirken, düzenin ahlakını sorgulayanları darağacına gönderen bir tarih, bugün de sessizlikle hükmünü sürdürmektedir. Bugün, dini tartışmaların bu rahatsız edici sorulara yönelmesi, toplumsal vicdanın uyanışı için bir zorunluluktur.