Analiz / Doç. Dr. Osman TEK
Tabir yerindeyse Yaratan bize, kusursuz bir dünyayı “anahtar teslimi” sundu. Oksijeni ayarlı, yerçekimi ölçülü, iklimi dengeli bir gezegen… Hayat için gerekli tüm koşullar, sanki titizlikle düşünülmüş bir mimarın planından çıkmış gibi kusursuzdu. Ne güneş için fatura kesildi, ne toprak için sözleşme istendi.
“Şu kâinat öyle bir saraydır ki, her bir şeyi mükemmeldir. Her şeyi yerli yerindedir. Her şeyi hikmetlidir. Her şeyi san’atlıdır. Her şeyi mânidardır. Her şeyi vazifelidir.”
(Sözler, 10. Söz, 8. Hakikat) Fakat bu İlahî armağanın gizli bir zarfı vardı: “Sorumluluk.”
İnsanoğlu bu armağana bir karşı-armağan vermek yerine, sorumsuzluğunu bahaneleştirmeyi seçti. Yani kurucu olmak yerine suçlayıcı oldu. Hatalar büyüdü, zulümler çoğaldı, vicdanlar sustu. Ve sonra biri çıkıp göğe bağırdı:
“Tanrı neden izin veriyor bunlara?”
Bu, ilk bakışta metafizik bir sorgu gibi durur. Ama biraz kazırsanız, altından çoğu zaman bir kaçış, bir öğrenilmiş acizlik çıkar. İnsan, yapmadıklarını yapmış gibi göstermek ve yapamadıklarını başkasına yıkmaya meyillidir. Yaratıcı burada, sadece bir günah keçisidir.
Kimi zaman Yaratan, sistemin mühendisi olmaktan çıkarılır ve adeta bir belediye zabıtası gibi görülür: Her taşkınlığa anında müdahale etmesi beklenir. Her yanlışın önünü kesmesi… Her kötülüğü engellemesi… Oysa özgür irade denilen şey, sadece seçim hakkı değil, seçimin sonuçlarına katlanma sorumluluğudur.
Jean-Paul Sartre, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur” derken tam da bunu anlatır. Seçmek zorundayız. Ve seçtikten sonra, hiçbir kuvvet bizim yerimize sonucu göğüsleyemez. Aksi hâlde özgürlük bir yanılsamaya, insan ise bir kuklaya dönüşür.
Yaratıcı’ya “Neden engellemedin?” demek, aslında “Neden beni robot gibi yönetmedin?” demekten farksızdır. Bu istek, özgürlükten duyulan korkunun, bireysel zaafların ve ahlâkî ertelemenin bir ifadesidir. Kimi insan, iyilik yapamadığında bahaneler üretir; kötülük yaptığında ise sorumluluğu dağıtır. Ve gün gelir, bu iki eğilim birleşir: Sadece susan değil, suçlayan bir kalabalık oluşur.
Albert Camus bir yerde şöyle yazar:
“İnsanın ilk onuru isyandır.”
Ama bu isyan, başkasını suçlamaya değil, önce kendi eylemsizliğine yönelmelidir. Çünkü insan, çoğu zaman vicdanını susturmak için Tanrı’yı bağırarak suçlar.
Peki ya gerçekten ne eksikti bizde?
Aklımız vardı; iyiyi kötüden ayır diye.
Vicdanımız vardı; kötülüğe tahammül etmeyesin diye.
İrademiz vardı; karanlığa karşı bir mum yaksın diye.
Ve hatta isyan duygumuz vardı; susmayasın, razı olmayasın diye.
Bu dörtlü enstrüman, insanın “ahlâk üreten” bir varlık olabilmesi için yeterliydi. Ama insanın tercihi çoğu kez seyretmek, beklemek ve en sonunda da yargılamaktan ibaret kaldı.
Victor Hugo’nun o bilgece cümlesi burada yankı bulur:
“Zalimler kadar, onlara boyun eğenler de suçludur.”
İnsanın Tanrı’yı suçlaması, çoğu zaman evrensel bir ahlâkî sınavdan kaçma biçimidir.
Kendimize şu soruyu sormalıyız:
Eğer kötülüğü biliyor, onun yanlışlığını hissediyor ama değiştirmek için adım atmıyorsak—biz kim oluyoruz?
Kurban mı? Seyirci mi? Sessiz ortak mı?
Günümüz insanı, artık kötülüğün mimarı değilse bile, dekorcusudur. Onu süsler, normalleştirir, üzerine battaniye örter.
Tagore şöyle der:
“Kötülük bazen gürültüyle gelir, ama iyilik sustuğunda yankısı daha derin olur.”
İnsanın kendine karşı en büyük ihaneti, vicdanın sesini duymaya devam edip onu eyleme dönüştürememesidir. Aklı olan ama eyleme geçmeyen insan, çırılçıplak bir şahit gibidir: Gördüğü her şeye tanık, ama hiçbir şeye müdahil değil.
Ve sonra suçluyu gökte arar.
Bu nedenle kötülükle mücadele, yalnızca bir hak değil, bir yükümlülüktür.
Efendimiz ﷺ şöyle buyurmuştur:
“Sizden kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle… Bu ise imanın en zayıf derecesidir.”
(Müslim)
Yani kötülüğe karşı suskunluk, inançla bağını yitirmeye başlamış bir kalbin işaretidir. Fakat çağımızın trajedisi, kötülüğün her yerde olması değil, iyilerin hiçbir yerde görünmemesidir.
Martin Luther King’in uyarısı,
“Dünyada en büyük trajedi, kötülerin zulmü değil, iyilerin sessizliğidir.”
İnsanın ahlaki devrimi, işte tam bu noktada başlar: Sessizliğin konforunu terk edip, sorumluluğun riskini üstlenmekle.
Bu noktada özgürlükle birlikte gelen “ağırlığı” hatırlamak gerekir.
Nietzsche’nin “insan kendi tanrısını önce insanlaştırmalı” sözünü anımsayalım. Tanrı’yı bize benzeyen, kusurlu bir varlığa dönüştürdüğümüzde, aslında kendi kusurlarımıza kılıf bulmuş oluruz.
Ama gerçek olan şudur:
Tanrı bize bu hayatı kurmamız için anahtar teslimi verdi.
Ev evse, içini biz döşedik.
Düzen bozuksa, musluk sızdırıyorsa, duvarlar rutubetliyse;
mimar değil, biz sorumluyuz.
Şimdi o anahtar hâlâ elimizde.
Kapıyı mı açacağız? Yoksa göğe bakıp, elimizdekini yere mi atacağız?
Bu tercih, Yaratan’a değil—yaratılmışa ait.
Ve her yaratılmışa sorulacak soru hâlâ aynı:
اَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ”
“İnsanlar, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?”
(Ankebût 29/