Analiz / Doç. Dr. Osman TEK
Amsterdam’da Waterlooplein mahallesinde yürüyorum.
Bir sokağın taşları arasında gözüm yere ilişiyor. Kaldırım taşlarının arasına gömülmüş üç küçük pirinç plaka. Her biri bir ismi taşıyor. Her biri bir hayatı.
Margretje Levu,
Serina Vitale,
Abraham Leons…
Bu insanlar burada yaşıyordu. Bu evin önünde.
Ta ki o kara gün gelene kadar…
Naziler tarafından alındılar. Auschwitz’e gönderildiler. Bir daha geri dönmediler.
Avrupa’nın göbeğinde sırf Yahudi oldukları için yok edilen milyonlarca insandan sadece üçü.
Şimdi isimleri, yaşadıkları evin önünde paslı bir sessizlik içinde duruyor.
Bir zamanlar nefes alıp veren insanların son izleri…
Ama ben sana bugün sadece geçmişi anlatmak istemiyorum.
Çünkü asıl acı olan şey şu:
Geçmişin kurbanları, bugün zalimlerin saflarında yer alıyor.
O yüzden şimdi hayalimde, Auschwitz’te ölen bir annenin sesini getiriyorum sana.
Yüzü karanlığa gömülmüş, ama sesi taşları titretecek kadar net:
“Ben bir Yahudi annesiyim. Çocuklarımı kollarımdan alıp fırınlara attılar. Aç bıraktılar. Bize suyu bile çok gördüler. İnsanlığımızı inkâr ettiler.
Ben o kampta öldüm.
Ama şimdi görüyorum ki, benim torunlarım Gazze’deki annelerin kollarından alıyor çocukları.
Filistinli bebekler açlıktan ölüyor.
Sular kesik. Hastaneler yıkık.
Ve sizler, benim çocuklarımın çocukları, bunu yapıyorsunuz!
Ben buna razı değilim!
Benim acımı kullanarak başkasına zulüm eden herkesi kınıyorum.
Ben ölü bir Yahudi anneyim, ama sizin vicdanınızdan daha canlıyım.
Holokost’tan ders almayanlar, başka bir Holokost’un mimarı olur.”
Yerdeki o üç isim hâlâ orada.
Ama bu yazıyı okuyan herkesin kalbinde bir yankı bıraksın istiyorum.
Çünkü mazlumluk, zalim olmanın mazereti olamaz.
Acının dini, dili, ırkı yoktur.