“Türkiye’nin en etkin gazete ve TV’leri Hürriyet, Posta, CNNTürk ve Kanal D’yi geçen yıl bir kamu bankası olan Ziraat’ten aldığı 675 milyon dolarlık ‘avantajlı’ bir krediyle satın alan Demirören, 18 ay geçmeden havlu attı.”
Türkiye’ye özgü bir nepotizm sarmalı: Hali vakti yerinde ama hırslı bir işadamının önce kamu kaynaklarının desteğiyle bir kısa mesafe koşucusunun hızıyla daha da zenginleştirilmesi. Ardından hesapsız yatırımların getirdiği çöküş ve söz konusu işadamının elindeki her şeyi kaybetme riskiyle doğrudan iktidardaki partiye, daha doğrusu Erdoğan’ın kontrolündeki Saray yönetimine bağlanması…
Türkiye’de devletin kontrolünü en küçük ayrıntısına kadar elegeçiren Erdoğan yönetimi, yukarıda anlattığımız taktikle Cumhuriyet boyunca oluşmuş özel sektörü de hızla kontrolü altına alıyor. Sayılabilecek pek çok örnek var.
Devlet imkanlarıyla boylarından büyük işlere girip kısa sürede varlıklarını artırdıktan sonra finansman sıkıntısıyla doğrudan Saray’ın kucağına düşen dev müteahhitlik şirketleri Cengiz, Kolin, Limak, Ağaoğlu vb.; belki kurtulurum umuduyla Ziraat Bankası’na sarılıp ülkenin en büyük GSM operatörü Turkcell’in kontrolünü tamamen yitiren Çukurova; Türk Telekom’a açtıkları 5 milyar dolarlık krediyi tahsil edemeyip, Saray’dan gelen her telefonu diken üstünde beklemek zorunda kalan Akbank, Garanti ve İş Bankası; pek çok sektördeki yatırımlarını satıp garantili kar umuduyla enerji sektörüne park ederek, bir anda varlıkla yokluk arasındaki ince çizgiye sürüklenen Sabancı Grubu…
Örnekler daha da artırılabilir. Ancak hepsinin hikayesi aynı şekilde başlayıp birbirine çok benzeyen şekilde bitti. Kazanan Türk özel sektörü üzerinde daha önce hiçbir iktidara nasip olmayan derecede kontrol sağlayan Erdoğan yönetimi oldu. Bugün Türkiye’de yaşananlara karşı sadece ülke içinde değil, Batı’da da sorulan ‘İş dünyası neden bu olanlara karşı tepkisiz?’ sorusunun temeldeki yanıtı ise oluşan bu düzen.
Türk medya ve iş dünyasında son bir haftada yaşananlara baktığımızda, ülkedeki en büyük medya organizasyonunun sahibi olan Demirören Grubu’ndaki gelişmeler de anlattıklarımıza uyan yeni bir örnekten başkası değil.
Türkiye’nin en etkin gazete ve TV’leri Hürriyet, Posta, CNNTürk ve Kanal D’yi geçen yıl bir kamu bankası olan Ziraat’ten aldığı 675 milyon dolarlık ‘avantajlı’ bir krediyle satın alan Demirören, 18 ay geçmeden havlu attı. Finansal durumun getirdiği tasarruf ihtiyacını gerekçe göstererek ülkedeki en bilinen gazete markasında çalışan onlarca gazeteciyi ani bir kararla kapının önüne koydu. Yaşananlara tepki olarak gazetenin yayın yönetmeni de dahil kamuoyunda tanınmış birçok ismi de istifa etti.
Bayi satışı birbuçuk yıl içinde neredeyse onda birine düşen gazetenin şimdi Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın abisinin yönetimindeki bir diğer medya topluluğu olan Sabah-atv’ye devri konuşuluyor. Dışarıdan bakınca şaşırtıcı görülen bu durum geri plandaki ilişkiler göz önüne alınınca son derece normal. Çünkü kısa süre önce Hürriyet’in Sahibi olan Yıldırım Demirören’in kızı ile Sabah-atv’nin kağıt üzerinde sahibi konumunda bulunan Ömer Faruk Kalyoncu’nun oğlu dünya evine girdiler.
Bu aynı zamanda Türk medya dünyasında görünürde rakip olan iki grubun geri planda organik olarak birleşmesi anlamını taşıyordu. Şimdi ise resmi bir birleşmenin önünde bir engel kalmamış gözüküyor.
Çalışmalarına başlanan operasyon tamamlandığında Türk medyasının tamamına yakınını oluşturan bu iki medya topluluğu, Erdoğan’ın damadı aracılığıyla kontrolünde tuttuğu bir yayın imparatorluğuna dönüşecek. Demirören Grubu böylece henüz daha borcunu bile ödemediği medya organlarının kontrolünü tamamen iktidara bırakmış olacak.
Elbette durum bununla da sınırlı değil. Çünkü AKP iktidarıyla nepotizme dayanan kaotik bir ilişki kurmadan önce yıllar boyu Türkiye’nin en büyük ikinci LPG dağıtım şirketi de dahil olmak üzere pek çok alanda yatırımı olan Demirören Grubu medya dışında da küçülmek zorunda kalıyor. Bunun ilk işareti ise Erdoğan Hükümeti ile yakınlaşmasının öncül meyvelerinden biri olarak aldığı Total Petrol ve Moil’in satışı.
Demirören Ailesi Fransız petrol devi Total’in Türkiye bölümünü kamu desteğiyle 2015 yılında, Moil’i ise 2017 yılında satın almıştı. Dün Bloomberg’de yayınlanan bir habere göre Total ve Moil hisselerinin ülkenin en köklü holdinglerinden biri olan OYAK’a satışı için görüşmeler başladı. Şirketlerin satış fiyatı henüz bilinmiyor ancak Türk piyasasının mevcut şartları, satıcılar açısından pek uygun değil.
Konuya OYAK açısından bakıldığında, bu grubun uluslararası literatürde en düşük fiyattan şirket satın alma işlemini tarif eden ‘Bottom fishing’ yönteminin bir uzmanı olduğu aşikar. Ki bir askeri bir yardım sandığı olarak kurulan ve bugün Türk sanayinin en büyük ikinci topluluğu haline gelen OYAK, ulaştığı bu serveti büyük ölçüde kriz dönemlerinde ucuzdan aldığı şirketlere borçlu. Bunlar arasında 2001 krizinde satın alınan Oyakbank ve ülkenin en büyük çelik üreticileri Erdemir ve İsdemir de bulunuyor.
Medyadan büyük bir mali dayak yediği ve elindeki şirketleri satmak zorunda kaldığı anlaşılan Demirören’in iktidara yakın olmasıyla sağladığı varlıklar sadece bununla sınırlı değil tabii. Örneğin bu yıl yapılan iki ihalede hem İddia hem de Milli Piyango’nun işletme hakkı bu gruba verildi.
Bunlar ilk bakışta Demirören’in, Erdoğan’a yaptığı biadın nimetleri olarak görülebilir. Ancak işim mali altyapısı incelendiğinde bu alanlarda da büyük pürüzler var. Her şeyden önce Demirören Grubu söz konusu şans oyunları şirketlerinin işletme hakkını alırken mevcudun iki katına ulaşan bir ciroyu uzun yıllar boyu sürdürme ve devlete buna bağlı pay ödemeyi taahhüt etti. Ancak ortada böyle bir büyüme yok. Şirketler rakamları açıklamıyor ancak devlet bütçesine giren şans oyunları vergisi Eylül ayında yıllık bazda sadece yüzde 10 artmış durumda. Yani Demirören’in şansı bu yatırında da beklendiği gibi gitmiyor.
Gelişmeler ve rakamlar öyle gösteriyor ki, Erdoğan iktidarına yakınlaşıp kısa yoldan daha da zenginleşmeyi amaçlayan bir işadamının daha şansı yaver gitmiyor. Tıpkı öncekilerde olduğu gibi bu oyunda da yine kasa kazanıyor.
Kaynak: Ahval