Türkiye’de mevcut rejim bir diskur üzerine inşa edildi. Bu diskurun temeli, Gülen Cemaati’nin (GC) veya diğer ismiyle Hizmet Hareketi’nin rejim tarafından “Fethullahçı Terör Örgütü” (“FETÖ”) olarak nitelenmesine dayanıyor.
Yine rejimin iddiasına göre, GC devlet içinde oluşturmuş olduğu “paralel yapı” üzerinden 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarını başlatmak suretiyle bir sivil darbe kalkışmasında bulundu. Bu “sivil darbe kalkışması” olduğu iddia edilen yolsuzluk soruşturmaları, Aralık 2013 yılında yürütme organının yargı organını ele geçirmesiyle sonuçlandı. Diğer bir ifadeyle, 2013 sonu itibarıyla, Türkiye’de bir “ön sivil darbe” gerçekleşti ve Türkiye’nin rejim değişikliğinde ilk etap tamamlandı. Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), böylece kendilerine demokratik yollarla verilmiş olan yürütme görevinin sınırlarını aştı, bu yetki aşımı üzerinden yargı erkinin yetki alanına girdi, yürütülmekte olan yolsuzluk dosyalarını yargıyı kontrol etmek suretiyle kapattı.
Erdoğan ve AKP’nin bu yaptığı suçtu. Çünkü 1982 Anayasası’nın devlet mimarisini yıktılar. Güçler ayrılığı denen, yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı ilkesini ortadan kaldırdılar ve mutlak güce ulaşmada çok önemli bir adım attılar. Bu atılan adımın anayasaya aykırı olduğunda kuşku bulunmuyor. Başka bir ifadeyle, sivil darbe yapılıyor iddiası üzerinden kendileri sivil darbe yaptı. Bu yolla, yaptıkları yolsuzlukların üzerini örttüler. Ve yapılan yolsuzluklardan dolayı anayasal düzene göre kaçınılmaz hale gelen Yüce Divan’da yargılanma sürecini durdurdular.
ŞEYTANLAŞTIRMA SÜRECİ
Bu hamle, dediğim gibi rejim değişikliği yolundaki birinci adımdı. Bu adım atılırken, Erdoğan ve AKP’nin amacı elbette yargı yolunu kapayarak kendilerini kurtarmaktı. Bunu yapabilmeleri için bir takım politik aktörlerle anlaşmaları gerekmekteydi. Bu aktörlerin bir bölümü yasal ve meşru, bir diğer bölümü ise yasadışı ve gayrimeşruydu. Yasal ve meşru olanları, muhalefet partileri ile askeri ve sivil devlet bürokrasisiydi. Yasal ve meşru olmayanları ise, derin devlet ya da derin yapılardı. Herkesin bildiği üzere, yasal ve meşru aktörler – en başta ana muhalefet CHP ve diğer muhalefet partisi olan MHP – 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları başladığında, bu soruşturmaların derinliğini ve vahametini görerek, soruşturmaların takipçisi olmayı vaat etti. Bu konuda Google üzerinden küçük bir araştırma, o dönem verilen tüm CHP ve MHP demeçlerine ulaşmanızı sağlayacaktır.
Ne var ki kısa zaman sonra CHP ve MHP ağız değiştirdi, giderek AKP’nin diskurunu benimsemeye başladı. Diğer taraftan bu olurken, derin devlet içerisinde yer alan Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Askeri Casusluk gibi darbe davalarından ceza almış isimler, apar topar hapisten çıkartıldı. Çoğu asker olan bu isimlerden yaşı tutanlar aktive edilerek muvazzaf kadrolara getirildi ve kendilerine üst komuta yetkileri verildi. Bunun yanı sıra, Erdoğan ve AKP bazı önemli politika tercihi değişiklikleri yapmak durumunda kaldı. Bu politika değişikliklerinin en önemlisi, Kürtlerle Çözüm Süreci’nin sonlandırılmasıydı. Diğeri ise GC’nin şeytanlaştırılarak devletin “GC’nden temizlenmesi” oldu. Erdoğan ve AKP böylece planın ikinci safhasına geçti.
REJİM DEĞİŞİKLİĞİ
İkinci safha, birinci aşamanın devamıydı. Amaç, Türkiye rejimini istedikleri şekle büründürmek ve iktidarda daha uzun süre kalmayı sağlamaktı. Diğer bir amaç ise, bu iş için gerekli değişiklikleri hızlıca yapabilmelerini olanaklı kılacak siyasi karar alma mekanizmalarını inşa etmekti. Diğer bir ifadeyle, devletin mimarisini değiştirmek istiyorlar, bunu yetki aşımına dayalı yetki artımı ile sağlamak dışında yol göremiyorlardı. Bunu yapmak için stratejik ortaklara ihtiyaçları vardı. Yani düşmanlarının düşmanı olmak üzerinden işbirlikleri aramak zorundaydılar. Avrupa Birliği (AB) yönelimini destekleyen liberalleri, Kürtleri, GC’ni ve azınlıkları artık kaybetmişlerdi. Onların yerine CHP, MHP, derin yapılar, kemik Kemalo-bürokratik yapı gibi yeni dostlar bulmuşlardı. Artık tanrılar daha somut kurban istemekteydi. Bunu sağlamak için “paralel devlet” olarak nitelenen GC’nin terörist ilan edilmesi lazımdı. BU sayede bir politik karadelik yaratacaklar, bunun içinde çıkarlarına ters olan tüm grup ve bireyleri yok edeceklerdi. Plan buydu.
Fakat bu ikinci merhale o kadar kolay değildi. Halkı karşılarına alma riskini göze alamıyorlardı. Bu nedenle milliyetçilik ve İslamcılık değerlerine dayalı bir “milli gerekçe” gerekiyordu. Bu sayede yapılacak olanlar halkça kabul görecek, meşru addedilecekti. Tıpkı 12 Eylül 1980 darbeci generallerinin yaptığı gibi, bir gerekçenin “nadasa bırakılması” lazımdı. 12 Eylül’cü generaller de artan terörizme (o zamanlar anarşi terimi kullanılıyordu) engel olmayarak, darbenin koşullarının olgunlaşmasını beklemeye karar vermişlerdi. Şimdi, sistemi değiştirmek için buna benzer bir şey yapılması lazımdı. Öyle de oldu. Tek farkla: Erdoğan ile ortakları, çok daha kısa sürede efektif sonuç almak zorundaydılar. Bu nedenle, adeta gayet somut bir “Allah’ın lütfu” gerekmekteydi. Bu lütuf için 15 Temmuz 2016’yı beklediler.
Bu arada önce GC’nin anayasal düzen içinde kesebilecekleri tüm ana arterlerini kestiler. Özellikle grubun medya ağının dağıtılmasıyla, rejimin dilini yerleştirecek devlet kontrolünde yeknesak medya zeminini oluşturdular. “Sivil darbeci Paralel Devlet’çi” GC, böylece bir üst tehlike kategorisine yükseltilebilecekti. Ancak dediğim gibi, bunu yapabilmeleri, yaratacakları meşruiyetle doğru orantılıydı. Bu meşruiyetin sağlanması başarısız olursa, silah geri tepebilir ve bu girişimleri elde patlayabilirdi. GC’ni cadı avına uğratabilmek için, toplumda GC ile ilişkili imajın ve GC intibaının tümüyle yerle bir edilmesi lazımdı. Bu kolay değildi. Çünkü GC tüm tarihi boyunca şiddete hiç bulaşmamıştı. Dahası şiddeti sadece uygulamada değil, kuramsal olarak da reddetmişti. Peki, nasıl olacaktı da, GC’ni tümüyle “devletten temizleyeceklerdi”?
BAŞARISIZLIĞA PROGRAMLI DARBE GİRİŞİMİ
15 Temmuz 2016 akşamı, gereken ortamı sağladı. Kurgusal imajı veren bir askeri darbe girişimi gerçekleşti. Darbe girişimi olduğu iddia edilen olaylar silsilesi, mesela Boğaziçi Köprüsü’nün tek şeridinin akşam sularında birkaç tankla trafiğe kapatılması, Ankara semalarından F-16’lar uçurulması, İstanbul’un bazı yerlerinde askerlerin devriye gezdirilmesi, TRT’nin bir grup askerce “ele geçirilmesi” gibi olaylarla, darbe olduğuna dair bir algı oluşturuldu. Daha en başında, kimin ne olduğu bilinmeden, darbenin komuta kademesi ve siyasi amaçları muallâktayken, Erdoğan ve diğer siyasiler bu kalkışmanın “Fethullahçı” subaylarca organize edilmiş bir darbe girişimi olduğu bilgisini yaydılar.
Bu “darbe girişimi” gerçekten o kadar garipti ki, darbeye karışan askerler adeta darbenin başarısız olması için ellerinden geleni yapmışlardı. 15 Temmuz’da hiçbir operasyonel ve stratejik planı olmadığı sırıtan, birbirinden kopuk, yerel, eylemler arası bir koordinasyon olmayan, katılımı inanılmaz derecede düşük, yaptıkları eylemlerde temel mantıksal eksiklikler bulunan bir keşmekeş yaşandı. Derken, her türlü stratejik acizliklerine karşın, sivillerin üzerine ateş açmak gibi darbe mantığı ile uyuşmayan, sonuçları itibariyle halkı tamamen karşılarına alacakları aşikâr olan kararlar aldılar. Sabah sularında “darbe” tümüyle kontrol altına alınmış, TSK’daki tüm amiral ve general kadrosunun yarısı tutuklanmış, binlerce kurmay ve düz subay enterne edilmiş, her şeyden önemlisi de bu darbenin “FETÖ” denen terör örgütünün işi olduğu tüm televizyonlara, gazetelerde ve sosyal medyada yayınlanmıştı. Artık daha önce paralel devlet yapılanması denen GC, “FETÖ” ilan edilmişti. 15 Temmuz gecesi hayatını kaybeden tüm insanların katili, artık “devleti sızmış”, “TSK’yı kontrol etmeyi başarmış”, “yargıyı ele geçirmiş” bu yeni terör örgütüydü.
MUHALEFETİN KALİBRASYONU
“FETÖ” söylemi, bu noktadan itibaren artık bir şifre halini aldı. Erdoğan ve AKP ile güç paydaşları bu şifre üzerinden bertaraf etmek istedikleri herkesi bertaraf etti. Devlet mimarisinde değiştirmek istedikleri her şeyi değiştirdi, ülkenin ana dış politika rotasını, güvenlik tercihlerini, AB ilişkilerini, Kürt siyasetini, akademik yapılanmasını, milli eğitim politikalarını, askeriyesini, emniyet teşkilatını, istihbarat örgütünü, dışişlerini ve tüm devlet kılcallarını istediği şekle soktu.
Dahası, Erdoğan ve AKP ile diğer güç mihrakı müttefikleri, muhalefeti de bu “FETÖ” diskuru üzerinden kalibre ettiler. Oluşturulan bir “15 Temmuz destanı” üzerinden cumhuriyet tarihine kendi bölümlerini eklemeyi başardılar. Bir diğer ifadeyle, kendi “kutsal iktidarlarını” ve Erdoğan’ın kült liderliğini, cumhuriyet resmi tarihine eklemlediler. Bu yolla görünebilir gelecek için iktidarlarını berkitmeyi ve konsolide etmeyi planlamışlardı. Bu doğrultuda TSK’da, emniyette, yargıda ve diğer devlet birimlerinde boşaltılan kadroları muhtelif siyasi fraksiyonlara siyasi rüşvet olarak dağıtmaya başladılar. Bu yolla Avrasyacı derinler TSK’da iyi konum elde ederken, MHP kendi aksiyoner ülkücü tabanına devlette yer açtı ve ağırlığı ile asimetrik siyasi güce kavuşmuş oldu. CHP ise daha azına razı olacaktı. Başlarda “kontrollü darbe” diyerek bu darbenin Erdoğan ve ekibi tarafından tezgâhlandığını ima etse de, GC’ni “FETÖ” ilan ederek tümüyle sosyal soykırıma tabi tutmak, CHP’deki Kemalofaşist yapıya çok cazip gelmişti. Elbette tüm bu güç paydaşlarının diğer bir ortak hedefi, Kürt siyasetiydi. Böylece Türk-İslam sentezci, İslamo-Kemalofaşist bir devlet diskuru oluşturuldu, yıkılan eski Türkiye’nin üzerine işte bu ucubeyi inşa ettiler. Tüm bunlar, rejimin oluşturmayı başardığı yeni diskura dayanıyordu. O diskurun merkezi ise “FETÖ” konseptiydi.
SEVİN YA DA SEVMEYİN…
İşte CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun son Twitter paylaşımında kullandığı “FETÖ” teriminin perde arkasında bu özet var. Ve evet, bu diskur aynı zamanda Türkiye siyasetinin ana taşıyıcı kolonu olmuş vaziyettedir. Bu kolon olmadan rejim ayakta kalamaz. Ne var ki rejimin güç paydaşları bu kolonu yıkmayı göze alamaz. Çünkü altında kendileri de kalacaklar. Bunu bildiklerinden, aralarındaki tüm ideolojik farklılıklara ve küçük menfaat rekabetlerine rağmen “FETÖ” söyleminde ısrar ediyorlar. Biliyorlar ki, “FETÖ” diye bir şey yok dendiği anda, yarattıkları rejim de yok olacak.
GC’ni sevmek veya sevmemek, bu tartıştığım konu ile alakalı değil. Herhangi bir sosyal grubu, kolektif olarak, salt ona karşı hissettiğiniz sempati veya antipati üzerinden kahraman veya terörist ilan edemezsiniz. En azından bunun mantığını aklı başında olan, nesnel olma kaygısı taşıyan birine kabul ettiremezsiniz. “FETÖ” konsepti üzerine oturtulmuş rejim diskuru kullanıldığı sürece, rejim ortadan kalkmaz. Türkiye de insan haklarına dayalı bir hukuk devletine dönüşemez. Cadı avı esnasında “ben cadı değilim” demek hiç kimseyi kurtarmadı. Kurtulmak için “cadı diye bir şey yok!” demek gerekli. “FETÖ” diye bir şey yok!
Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman / TR724