Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Tarih sahnesinde herkes bir rol oynar, ama bu roller eşit değildir. Kimileri tarihin akışına yön verirken, kimileri de bu akışın içinde sürüklenir gider. Hegel, akıl ve tarih üzerine düşüncelerini dile getirirken, aklın tarihe anlam kazandırdığını ve tarihin de aklı harekete geçirdiğini söyler. Peki, tarihe yön veren akıl ile tarihin içinde sürüklenen akıl arasındaki fark nedir? İşte bu sorunun cevabı, insanın özne mi yoksa nesne mi olduğunda saklıdır.
Tarih, içi boş ve soyut bir kavram değildir. O, toplumların inançları, kültürleri, mücadeleleri ve dönüşümleriyle şekillenen canlı bir süreçtir. Bu süreci oluşturan da ona anlam yükleyen de insandır. Ancak her insan tarihte aktif bir rol oynamaz. Tarihi yazanlar ile tarihin satır aralarında kaybolanlar arasında derin bir uçurum vardır. Özne olan akıl, olayları kavrar, analiz eder ve değiştirir. Nesne olan akıl ise edilgendir; olup biteni sorgulamadan kabul eder ve tarih sahnesinde yalnızca bir figüran olarak yer alır.
Hegel’in diyalektik düşüncesi, tek bir filozofun ortaya attığı bir fikir değil, Antik Yunan’dan itibaren şekillenen uzun bir düşünsel mirasın ürünüdür. Herakleitos’un değişim fikri, Anaksagoras’ın akıl kavramı ve ardından gelen pek çok düşünürün katkısıyla yoğrulmuştur. Bu fikirlerin tarihi dönüştürme gücü ise onları benimseyen zihinlerde vücut bulmuştur.
Tarihin öznesi olmanın ne anlama geldiğini en iyi gösteren örneklerden biri, Hz. Peygamber’in (as) mücadelesidir. Mekke’de nübüvvet meşalesini yaktığında, sadece bir inanç sistemi getirmiyor, aynı zamanda insanları köleleştiren; inanç üzerinden ruhları sömüren yerleşik düzeni de sarsıyordu. Kâbe’deki 360 putun gölgesinde hüküm süren güç sahipleri, dönüştürücü bu yeni akıl karşısında korkuya kapıldılar. Çünkü onlar, zulmü ve eşitsizliği sürdüren düzenin bir parçası ve dönüşen akıl olarak kalmak istiyorlardı. Oysa Hz. Muhammed as, adaleti ve hürriyeti temel alan insanları tarihin öznesi yapacak bir dönüşümü başlatmıştı.
İlk Müslümanlar, bu dönüşüm uğruna ağır bedeller ödemekten hiç kaçınmadılar. Tabir yerinde ise uzanan kılıçlara korkusuzca boyunlarını uzattılar. Kâbe’nin gölgesinde ibadet etmelerine izin verilmeyince ıssız vadilere çekildiler, işkenceye maruz kaldılar, yurtlarından sürüldüler. Ancak dönüştürücü özne akıl, dirençlidir. Onlar, tarihin edilgen figürleri olmayı reddedip kendi kaderlerini yazmaya kararlıydılar. Ve yirmi üç yıl süren mücadelenin sonunda, Kâbe’ye tevhid bayrağını dikenler onlar oldu.
Tarih boyunca toplumlar, dönüştüren akıl ile dönüşen akıl arasında gidip gelmiştir. Müslümanlar, tarihin ve haritaların öznesi oldukları sürece güçlüydüler. Ancak ne zaman ki dönüştüren akıl olmaktan çıkıp, dönüşen; edilgen akla razı oldular, işte o zaman gerileme başladılar.
Edilgen akıl, güçlü bile olsa tarihe yön veremez. Tarih, onu anlamlandıranların ve ona yön verenlerin ellerinde şekillenir.
Bugün de aynı soru karşımızda duruyor: Tarihi yazanlar arasında mı olacağız, yoksa tarihin satır aralarında mı kaybolacağız?