Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Günlük hayatta sıkça duyduğumuz “ayar vermek” tabiri, genellikle birine had bildirmek anlamında kullanılsa da, aslında temel anlamı düzeltmek ve güncellemektir. Tıpkı bir saat gibi, zamanın ilerleyişine ayak uydurabilmek için her şeyin bir ayara ihtiyacı vardır. Saate ayar vermek, onu doğru çalıştırmak ve zamana uygun hale getirmek anlamını taşır.
Bu durum sadece bireyler için değil, toplumlar, kurumlar ve inanç sistemleri için de geçerlidir. Hayat, durağan değil, aksine sürekli bir gelişim içerisindedir. Kâinatın her zerresi mükemmelleşmeye yönelirken, sosyal yapılar da değişir, dönüşür.
Din, üç temel unsurdan oluşur: İtikat, amel ve ahlak.
• İtikat (inanç) sabittir. Allah’ın birliği, peygamberler, ahiret gibi esaslar değişmez.
• Ahlak da sabittir. Doğruluk, adalet, merhamet gibi ahlaki değerler zaman ve mekâna göre değişmez.
• Amel ise zamana ve şartlara göre farklılık gösterir. Farklı dönemlerde gönderilen peygamberler, aynı inanç sistemini taşımakla birlikte, farklı şeriatlarla insanlara rehberlik etmişler.
Peygamberler tarihine baktığımızda, dinin özünün sabit kaldığını ancak uygulamaların dönemin şartlarına göre şekillendiğini görürüz. İlahi vahiy, toplumsal gerçeklikleri dikkate alarak şekillenmiştir. Bu, dinin sahibi olan Allah’ın rahmeti gereği sosyolojik koşulları dikkate aldığını gösterir.
Hanefi fıkhı, bu anlayışın güzel bir örneğidir. Ebu Hanife’nin aklı ön plana çıkaran yaklaşımı, onu eleştirilerin odağına oturtmuş, hatta bazı çevreler tarafından sapkınlıkla suçlanmasına neden olmuştur. Ancak onun yaptığı şey, aklı nakle üstün kılmak değil, aklı ikna eden bir sistem kurmaktı. Allah, insanı akıl sahibi olarak yaratmış ve onu muhatap almıştır. Eğer ilahi hükümler zaman içinde sosyal şartlara uygun olarak şekillenmişse, bu durumdan alacağımız önemli dersler olmalıdır.
Kur’an’ın Mekke ve Medine dönemlerinde nazil olan ayetlerini incelediğimizde, içerik ve üslup açısından farklılıklar görüyoruz. Yeni sosyal, siyasi ve ekonomik şartlara göre ayetlerin dili ve muhtevası değişmiştir. Bu, bizlere dini ve sosyal konuları değerlendirirken içinde bulunduğumuz şartları göz ardı etmememiz gerektiğini gösterir.
Benzer şekilde, Hulefa-i Raşidin dönemi de değişime ayak uydurma konusunda önemli bir örnektir. Hz. Ebu Bekir, başlangıçta Kur’an’ı mushaf haline getirmeye karşı çıkmış ancak şartlar değişince Hz. Ömer’in önerisini kabul etmiştir. Çünkü din, hayattan kopuk bir sistem değil, aksine hayatın içinde yaşayan ve şartlara uyum sağlayan bir yapıdır.
Osmanlı’nın yıkılış sürecini incelediğimizde, değişime ayak uyduramamanın ne kadar büyük bir bedel doğurduğunu görüyoruz. Avrupa, sanayi devrimini gerçekleştirirken Osmanlı hâlâ tarım toplumunun şartlarıyla hareket ediyordu. Yeniliklere kapalı bir anlayışla hareket eden toplumlar, sonunda geride kalmaya mahkûmdur.
İmam Şafii’nin Şam öncesi ve sonrası fetvalarında değişiklikler yapması, Said Nursi’nin Eski Said ve Yeni Said olarak iki farklı dönem yaşaması da değişimin kaçınılmaz olduğunu gösteren örnekler. Değişim, ahlaki bir zaafiyet değil, aklın gereğidir.
Eğer toplumsal yapılar değişime direnir, şartları göz ardı ederse, zamanın gerisinde kalırlar. Erzurumlu teyzenin doktor karşısında şifa bulmak için her türlü tıbbi tedaviyi reddedip dolaylı olarak “muska yazın” talebinde bulunması gibi, eğer biz de geçmişin doğrularında inat eder ve yeni şartları görmezden gelirsek, çaresiz kalırız.
Erzurumlu teyze hastaneye gider, muayene olur ve doktorla muhabbet başlar;
➖ Tohtor oğlim;
Heb yazma midem bulanir.
Şurup da yazma içemirem.
İğne de yazma gorhirem.
Serum da verme istemirem tohtor.
➖ Doktor şöyle cevap verir;
Eze ne diyirsen, gurbanın olim, musgamı yazim sene?..
Eğer biz de geçmişin koşullarında ısrarcı olursak, yeni sorunlara eski çözümlerle yaklaşmaya çalışırsak, en sonunda bize de ancak “muska yazacak bir doktor” gerekebilir.