Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Hafta sonu, şehrin sokakları karla kaplanmış; beyazın huzur veren sessizliği adeta rahmetin bir yüzü gibi tebessüm ediyor. Karla birlikte gelen soğuk, insanları evlere hapsetmiş. Kimisi kitap okuyarak, kimisi televizyon izleyerek, kimisi ise yarım kalan işlerini tamamlayarak bu huzurlu tecritin tadını çıkarıyor. Ben ise Suriye’deki son gelişmeler bağlamında, Arap Baharı’nın başladığı günlerdi ve Tunus’un devrik diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali’yi düşünüyorum.
Arap Baharı’nı başlatan olay, yürek burkan bir sahneyle başlıyor: Bir belediye zabıtası, yoksul bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’yi tokatlayıp tezgâhını elinden alıyor. Bu tokat, Buazizi’nin üzerine adeta Tunus’un dağlarını yıkıyor. Şikâyet için çaldığı her kapı yüzüne kapanınca, adam çaresizlik içinde kendini yakmaya karar veriyor. Bir bidon eter, bir kibrit… Ve ateş.
Dini açıdan böyle bir eylemin caiz olmadığını belirtmek gerek. Ancak problemi arkaplana atıp, konuyu yalnızca buradan tartışmak, yangını söndürmek yerine alevleri beslemek olur. Vicdanı uyarıcı bir söz hatırlatıyorum: “Bir yerde yangın varken, biri seni ibadete çağırıyorsa, bil ki o hainin ta kendisidir.” Ateşi kendi bedenine yurt edinen Buazizi, kısa süre sonra hayata gözlerini yumuyor; ancak yaktığı ateş tüm Tunus’a, ardından Arap dünyasına yayılıyor. Bu yangın, vicdanları tutuşturmakla kalmıyor, diktatörlerin saraylarını da başlarına yakıyor.
Bu olay bana Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözlerini hatırlattı: “Karşımda büyük bir yangın var, içinde milletimin iman ve ahlakı yanıyor. Ben o yangını söndürmeye giderken sağa sola çarpmışım, ne önemi var?”
Bediüzzaman da bir yangının içinde olduğunu hissediyordu. Ancak onun yöntemi başka: Büyük bir alim olması hasebiyle O, ateşi söndürmenin yolunu cehaleti aydınlatmakta bulmuştu.
Ancak Buazizi’nin çaresizliği, ona Bediüzzaman gibi ilmî bir çıkış yolu sunmuyordu. Çözümsüzlük içinde öfkesini kendi bedenine yönlendirdi. Olay Tunus’ta bir devrimin kıvılcımını çakarken, bize vicdanların ne kadar hassas bir terazide dengede olduğunu hatırlattı.
Betonlaşmış vicdanlar
Bu noktada dönüp kendi ülkeme bakıyorum. On yıllardır “şamar oğlanına” dönmüş, haksızlıklara alıştırılmış bir toplum görüyorum. Bombalar patlıyor, haklar gasp ediliyor, işkenceler yaşanıyor ama tepki yok. Peki neden? Vicdanlar mefluç.
Bu tepkisizliğin kökeninde, dini değerleri istismar eden bir anlayışın rolü büyük. Dindar bir toplumu kandırmanın en etkili yolu, bu işi din adına yapmaktır. Ne yazık ki ekonomik krizlerden adaletsizliğe, her türlü sorunu kadere bağlayan “sarıklılar korosu”, halkın vicdanını köreltmiş durumda. Kasten ilahi adaletin göğe çıkarıldığı, yeryüzünde adaletin esamesinin okunmadığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu tabloyu en güzel açıklayan, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.”
Kalplerin karardığı, vicdanların taşlaştığı bir toplumda adalet, merhamet ve hakikatin hükmü kalmaz. Ancak İslam’da ye’se teslim olmak da caiz değil. Hz. Yunus’un (as) öyküsünde olduğu gibi “vahidiyet içinde ahadiyet tecellilerine vasıl olmak için” fiili ve kavli duaya sarılmak gerekli. Kavli olanı malum, fiili olanı ise demokrasiyi güçlendirecek adımları atmaktır.
Tıpkı karın sessizliği gibi, vicdanın da bir gün sessizlikten çıkıp harekete geçmesi mümkün. Tek yapmamız gereken, bu beyaz örtünün altında vicdanın yanan korunu bulmak ve o ateşi hak ve adalet için bir ışığa dönüştürmek.
Karın beyaz örtüsüne bakarken, vicdanlarımızdaki kiri düşünmeye ne dersiniz? Bu hafta sonu yazısını bir Hadis-i Şerifle noktalayalım: “Kıyamet günü Allah katında insanların en sevimlisi ve O’na en yakın olanı, adil olanlardır.” (Tirmizi, Ahkam, 4)