Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Hz. Muhammed’e (as) inzal olan ilk vahiy, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (Alak Suresi, 96:1) ayeti, hem İslam’ın temel öğretisini hem de insanın varlıkla kurması gereken ilişkiyi ortaya koyan derin bir hakikati barındırır. Peygamberimizin okur-yazar olmadığı bilinen bir gerçektir ve bu durum ayetin “oku” hitabını sadece harfleri ve kelimeleri seslendirme anlamıyla sınırlandırmadığını açıkça gösterir. Eğer burada kasıt, yalnızca okuma yazma olsaydı, Hz. Peygamber bu emre binaen bir okuma-yazma seferberliği başlatır ve bunu ümmetine bir ibadet olarak telkin ederdi. Ancak onun hayatına baktığımızda böyle bir girişim görmüyoruz. Bunun yerine, bu ayet daha derin ve kapsamlı bir mesaj vermektedir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku” , yani varlığa anlam yükle, onu Yaratan Rabbin perspektifinden yorumla.
Okuma ve Anlam Yükleme: Varlık Alemine Yönelik İlahi Bir Bakış
“Okuma” emri, yalnızca yazılı metinlere değil, evrendeki her bir varlığa, olaylara ve hayata yönelik bir tefekkür çağrısıdır. Burada, “okuma”nın anlamı yorumlama, anlam yükleme ve bir bağlam içinde düşünme olarak anlaşılmalıdır. Bu yorumlama ise keyfi ya da yalnızca akıl temelli bir işlem değildir; ayette belirtilen “Yaratan Rabbin adıyla” ifadesi, yorumlamanın temel çerçevesini verir: Varlık âlemi, Yaratan’ın iradesine ve hakikatine göre okunmalıdır.
Eğer bu yorumun temeli Yaratan’a dayanmazsa, evren bir kaos, birbirine yabancı ve düşman unsurlardan oluşan anlamsız bir bütünlükten ibaret kalır. Modern seküler düşünce, varlık âlemini yalnızca maddeyle sınırlı bir perspektiften okur ve ona bir anlam atfetmez. Bunun sonucunda, varlık ile insan arasında derin bir yabancılaşma ortaya çıkar. Anlamı olmayan bir varlık, insan için yalnızca tüketilecek, sömürülecek ya da korkulacak bir alan haline gelir. Bu, çağımızda doğa ve teknoloji ilişkisinde gözlemlenen ekolojik kriz ve insanın manevi yalnızlığı gibi sonuçların temelinde yatan düşünce biçimidir.
Yorumun İnançtan Önce Geldiği Gerçeği
Bu ayet, yorumun ve anlamın, inançtan önce geldiğini de gösterir. Çünkü bir şeye inanmak için o şeyin ne olduğuna dair bir yorum yapmak, bir anlam oluşturmak gerekir. İnanç, bu anlamlandırma sürecine dayanır. Nitekim Kur’an, sık sık varlığa bakmaya, üzerinde düşünmeye ve ibret almaya çağırır: “Onlar, deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmıştır? Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiştir? Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikilmiştir? Yere bakmazlar mı, nasıl serilmiştir?” (Gaşiye, 88:17-20). Bu ayetler, insanı varlık âlemi üzerinde düşünmeye, onun ardındaki hikmeti ve anlamı görmeye davet eder. Yorumlamadan ve varlığı anlamlandırmadan sahih bir inanç mümkün değildir.
Ancak burada önemli bir nokta devreye girer: Bu anlamlandırma sürecinin çıkış noktası, Yaratan Rabbi temel almazsa, elde edilen inanç eksik ve patolojik olur. Pratikte varlıkla sağlıklı bir ilişki kuramayan, varlık âlemini Yaratan’a dayandırmadan yorumlayan inançlar, sonuçta kaosa, sömürüye ve yozlaşmaya yol açar. Materyalist bilim ve onun ürettiği teknoloji bunun somut bir örneğidir. Tanrı’yı dışlayan bu yaklaşım, varlık âlemini yalnızca fayda ve kazanç perspektifinden ele almakta ve onu bir sömürü alanına dönüştürmektedir. Oysa Kur’an, varlığın Allah’a ait olduğunu hatırlatır: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır” (Bakara, 2:284). Bu hakikati göz ardı eden bir insanın varlıkla doğru bir ilişki kurması beklenemez.
Modern İnsan ve Patolojik Dindarlık
Modern insanın en büyük sorunlarından biri, inancı ile varlığa dair yorumu arasındaki bütünlüğü kaybetmiş olmasıdır. İnsanlar Allah’a inandıklarını, her şeyin O’na ait olduğunu söylemekte, fakat pratik hayatta tam aksini yaşamaktadırlar. Örneğin, “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır” ayetine iman ettiğini ifade eden bir kişi, mülkle ilişkisini kapitalist bir anlayışla sürdürüyorsa, burada bir çelişki doğar. Bu çelişki, kişinin dindarlığını sahih bir zeminden uzaklaştırır ve patolojik bir dindarlığa dönüştürür.
Patolojik dindarlık, inanç ile pratik hayat arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanır. İnsan, bir yandan Allah’a iman ettiğini söylerken, diğer yandan varlığa Tanrı’yı dışlayan seküler bir perspektiften yaklaşırsa, bu durum inancın yaşama dönüşmesini engeller. Oysa inanç, yaşamın her alanını kuşatan bir bütünlük arz etmelidir. Varlık ile ilgili yorum, inanç ile pratik arasında köprü görevi görür. Bu köprü yıkıldığında, inanç ne toplumu ne de bireyi sağlıklı bir şekilde dönüştürebilir.
Sahih Varlık Yorumu ve İnancın Bütünlüğü
Bu noktada, inancın yaşama dönüşebilmesi için önce sahih bir varlık yorumu yapılması gerektiği açıktır. Bu yorum, Yaratan Rabbi temel alarak varlık âlemini anlamlandırmalı ve insana bir bakış açısı sunmalıdır. Varlığı Yaratan Rabbi temel alarak yorumlamak, insanın dünya ile ilişkisini doğru bir zemine oturtur. Bu, hem bireysel hem de toplumsal saadet için vazgeçilmezdir. Çünkü Yaratan’a dayanmayan bir yorum, varlığı bir bütün olarak anlamlandıramaz ve insan ile varlık arasında uyumsuzluklara yol açar.
Sahih bir inanç, yalnızca bir kalp ve zihin eylemi değildir; aynı zamanda pratik hayatta varlıkla kurulan ilişkinin de bir yansımasıdır. İnsan, “Allah’a inanıyorum” dediği anda, varlık âlemine bakışını da bu inanca göre düzenlemelidir. Kur’an, “Onlar ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler” (Âl-i İmran, 3:191) ayetiyle, inancın sürekli bir tefekkürle desteklenmesi gerektiğini belirtir. Bu, varlığa sürekli olarak Allah merkezli bir bakış açısıyla yaklaşmayı ve bu yaklaşımı hayata taşımayı gerektirir.
Materyalist Bilimin Çıkmazı ve Ekolojik Kriz
Modern dünyada materyalist bilimin, varlığı Yaratan’dan bağımsız bir şekilde yorumlama çabası, insanlığı derin bir krizle karşı karşıya bırakmıştır. Doğa, yalnızca bir kaynak olarak görülmüş; sonuçta hem insanın hem de diğer canlıların yaşamını tehdit eden çevresel felaketler ortaya çıkmıştır. Teknoloji, insanlığa konfor ve kolaylık sunarken, aynı zamanda doğayı ve insanı sömüren bir mekanizmaya dönüşmüştür. Bu, Allah merkezli bir varlık yorumunun eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
İslam, varlık âlemini yalnızca Yaratan’a dayandırarak bir düzen ve denge içinde ele alır. İnsan, yeryüzünün bir halifesi olarak, varlığı yalnızca kullanmakla değil, korumak ve adaletle yönetmekle yükümlüdür. Bu bilinç, sahih bir inancın pratiğe yansımasıdır.
Sonuç: İnanç ve Yorumun Bütünlüğü
“Yaratan Rabbinin adıyla oku” ayeti, inanç ile anlamlandırma arasındaki derin ilişkiyi vurgular. İnsan, önce sahih bir “varlık” yorumu yapmalı, yani varlığın edilgen olarak ilim, kudret ve irade sahibi bir yaratıcıya ait olduğunu kavramalı ardından bu yorumu inanca dönüştürmelidir. Sahih bir inanç ise, yalnızca bir düşünce düzeyinde kalmamalı, yaşamın her alanında tezahür etmelidir.
Yorum ile inanç arasında olması gerekli sahih yorumun ortadan kalkması ile oluşan bu patolojik durum, yalnızca seküler dünyaya özgü değildir. Dindar olduğunu ifade eden bireyler ve toplumlar da bu çelişkiden muaf değildir. Bir yandan Allah’a inanıp varlığın O’na ait olduğunu dile getirirken, diğer yandan varlığa ve mülke yaklaşımında dünyevi çıkar ve bireysel hırslar temel alınmaktadır. Dindar olduğunu iddia eden toplumlarda ahlakın ve adaletin yerlerde sürünmesinin temel nedeni anlam, inanç ve pratik arasındaki çelişkidir.