Ahmet Taşgetiren, kendisine yönelik eleştirilere ve Ethem Sancak’a yapılan “kov” çağrılarına isyan etti.
Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, gazeteci Cemil Barlas ve Türkiye yazarı Fuat Uğur’un adını anmadan “Kendisini kelepçeyle meclis kürsüsüne bağlayan CHP’li kadın milletvekili üzerinden hiç anlamadığımız, hiçbir zaman da anlayamayacağımız şekilde ‘seks içerikli, derili merili’ espriler yapmayı ‘uygun’ bulan adamla aynı kafada, aynı safta, aynı mahallede sanılmaktan çok bunaldık be reis” demişti.
Yeni Şafak yazarı ve AKP Ankara Milletvekili Aydın Ünal da İsmail Kılıçarslan söz konusu yazısını sosyal medya hesabında paylaşarak Barlas ve Uğur’u hamam böceğine benzetmişti. Ünal, daha sonra kaleme aldığı yazısında AKP reklam kampanyalarının mimarı Erol Olçok’un “mahalleye dadanan haşerat tarafından ‘ihanet’le itham edildiğini” öne sürmüştü.
Ahmet Taşgetiren’in “Balkon dilini öne taşımak” başlığıyla yayımlanan (14 Şubat 2017) yazısı şöyle:
Ak Parti’nin kendi tabanını tahkim (konsolide) etmek için kamplaştırıcı dil kullanmasını öteden beri eleştirdim. Gerekçem: Ak Parti’nin ruh dokusunun, aldığı oydan çok daha geniş toplum kesimlerini kapsayıcı nitelikte olduğu, ya da olması gerektiği kanaatiyle alakalı. Ben öteden (taaa Erbakan Hoca’dan) beri “Biz 78 milyon -bugün 80 milyon- insanın partisiyiz” söylemini önemsedim ve bu söylemin içinin davranışlarla doldurulması gerektiğini düşündüm.
“Din dili”nin “Kalb dili” olması gerektiğini düşündüm hep.
Danışmanlığını yaptığım Erkam Radyo’nun tanımlayıcı sözcüğü“Kalbin Sesi” ifadesini de ben teklif ettim.
“Bizim siyasetimiz”in bir boyutunun “İslam Daveti” ile alakalı olduğuna da inandım. Biz öyle görmesek de dışardan bakanların bizim “Müslüman kimliğimiz”le “Siyasetimiz” arasında ilişki kurabileceğini, artılarımızın insanların yüreklerine artı, eksilerimizin eksi olarak yansıyabileceğini düşündüm.
Bu yaklaşım, “Naif” diye nitelenebilir, ama ben insanın siyasetinin de değerleriyle iç içe olduğunu düşünüyorum.
O sebeple de toplumu kategorize ederek, hatta başkaları zaten kategorize ediyor gerekçesiyle- kategorize ederek, kendi alanımızı tahkim adına bir kesimi dışlamayı pozitif söylem çerçevesinde görmüyorum. Açık yazayım: Evet ve Hayır’ları “ihanet” bağlamında görmenin her şekline karşıyım.
Bunun için “Balkon dilini öne çekmek” gibi bir başlık koydum yazıma. “Öne çekmek” yani, referandum sonrasında “Balkona çıkılacaksa” orada söylenecek olanların iç dokusunu bugünlerde seslendirmek…
Herkes biliyor, Ak Parti seçim zaferlerinden sonra balkona çıktı ve halka “Seçim sürecinde ne söylendi ise söylendi, şimdi tüm Türkiye olarak kalplerimizin ortak çarpması zamanı” çerçevesinde konuşmalar yaptı. Ak Parti bu söylemi sevdi. Aslında bu söylem, ilk defa icra edildiğinde, Ak Parti’ye oy vermeyen toplum kesimleri tarafından da sevildi. “İşte böyle” dendi. Kucaklayıcı tavır selamlandı. Daha sonra gerginlikler arttıkça, “Balkonda şöyle konuşulmuştu” gibi hatırlatmalar yapıldı. Sonra da sanki “Balkonda konuşuluyor, orada kalınıyor” gibi ifadelerle serzenişler dile getirildi.
O dönemler, seçim söz konusuydu, parti yarışlarında “sertlikler – kendi kampını tahkim etme refleksleri” tolere ediliyordu. Bugün sistem değişimi çerçevesinde bir halk oylaması söz konusu. İşin lokomotifi olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti herhalde çok yüksek bir “Evet” yüzdesi çıkmasını ister. Taşın altına elini koyan ve riske katılan MHP – Bahçeli de, düşük yüzdelerden rahatsızlık duyacaktır.
Peki nasıl yükselir oylar?
Tabanlar, kategorize edilmiş söylemlerle konsolide edilerek mi?
Üstelik trol takımının hiçbir ahlaki hassasiyet göstermeden önüne gelene çamur attığı bir ortamın, bu kategorizasyonda rol alması hatta “ön yüz” haline gelmesi ile mi?
“Balkon konuşması”demek, parti ayrımını aşıp, “Ak Parti’ye oy vermiş vermemiş herkese hizmet için buradayız” demektir.
İşte bu dilin, bugün referandum için devreye sokulmasını kastediyorum “Balkon konuşmasını öne çekmek”le.
Ortamı -toplumsal algıların nasıl seyrettiğini- doğru görmek lazım.
Olağanüstü halin yeni gelecek sisteme bir yükleme yaptığını, “Böyle bir sistem mi oluşacak?” sorusunun zihinlerde iz bıraktığını görmek lazım.
Diyelim “Bana savaş açmış bir çevre” neresinde duruyor bu “Evet” kampanyasının? Beni boğunca, beni yazdırmayınca kaç puan gelecek Evet’e? Benim gibi onlarca insan var, hepsi bir çamur odağının boy hedefi… Kim nereye yerleştiriliyor, bir kampanya planlanırken?
Ben derim ki, Tayyip Erdoğan’ın hizmetleri anlatılsın, memleket sevdası anlatılsın, 80 milyona yönelik kuşatıcılığı öne çıkarılsın, “Evet diyen de Hayır diyen de bizimdir” söylemi öne çıksın. Bence düşmanlaştırmaktan çok daha etkili olacaktır. Yine diyorum, evet demokratik sonuç olacaktır ama, yüzde 40’larda “İhanet”le tanımlanan bir “Hayır” Türkiye için sağlık göstergesi olmayacaktır.
Son not: Tayyip Bey’le birlikte Abdullah Gül’ü ve Ahmet Davutoğlu’nu sevmek günah değildir.
Ahmet Taşgetiren, kendisine yönelik eleştirilere ve Ethem Sancak’a yapılan “kov” çağrılarına isyan etti.
Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, gazeteci Cemil Barlas ve Türkiye yazarı Fuat Uğur’un adını anmadan “Kendisini kelepçeyle meclis kürsüsüne bağlayan CHP’li kadın milletvekili üzerinden hiç anlamadığımız, hiçbir zaman da anlayamayacağımız şekilde ‘seks içerikli, derili merili’ espriler yapmayı ‘uygun’ bulan adamla aynı kafada, aynı safta, aynı mahallede sanılmaktan çok bunaldık be reis” demişti.
Yeni Şafak yazarı ve AKP Ankara Milletvekili Aydın Ünal da İsmail Kılıçarslan söz konusu yazısını sosyal medya hesabında paylaşarak Barlas ve Uğur’u hamam böceğine benzetmişti. Ünal, daha sonra kaleme aldığı yazısında AKP reklam kampanyalarının mimarı Erol Olçok’un “mahalleye dadanan haşerat tarafından ‘ihanet’le itham edildiğini” öne sürmüştü.
Ahmet Taşgetiren’in “Balkon dilini öne taşımak” başlığıyla yayımlanan (14 Şubat 2017) yazısı şöyle:
Ak Parti’nin kendi tabanını tahkim (konsolide) etmek için kamplaştırıcı dil kullanmasını öteden beri eleştirdim. Gerekçem: Ak Parti’nin ruh dokusunun, aldığı oydan çok daha geniş toplum kesimlerini kapsayıcı nitelikte olduğu, ya da olması gerektiği kanaatiyle alakalı. Ben öteden (taaa Erbakan Hoca’dan) beri “Biz 78 milyon -bugün 80 milyon- insanın partisiyiz” söylemini önemsedim ve bu söylemin içinin davranışlarla doldurulması gerektiğini düşündüm.
“Din dili”nin “Kalb dili” olması gerektiğini düşündüm hep.
Danışmanlığını yaptığım Erkam Radyo’nun tanımlayıcı sözcüğü“Kalbin Sesi” ifadesini de ben teklif ettim.
“Bizim siyasetimiz”in bir boyutunun “İslam Daveti” ile alakalı olduğuna da inandım. Biz öyle görmesek de dışardan bakanların bizim “Müslüman kimliğimiz”le “Siyasetimiz” arasında ilişki kurabileceğini, artılarımızın insanların yüreklerine artı, eksilerimizin eksi olarak yansıyabileceğini düşündüm.
Bu yaklaşım, “Naif” diye nitelenebilir, ama ben insanın siyasetinin de değerleriyle iç içe olduğunu düşünüyorum.
O sebeple de toplumu kategorize ederek, hatta başkaları zaten kategorize ediyor gerekçesiyle- kategorize ederek, kendi alanımızı tahkim adına bir kesimi dışlamayı pozitif söylem çerçevesinde görmüyorum. Açık yazayım: Evet ve Hayır’ları “ihanet” bağlamında görmenin her şekline karşıyım.
Bunun için “Balkon dilini öne çekmek” gibi bir başlık koydum yazıma. “Öne çekmek” yani, referandum sonrasında “Balkona çıkılacaksa” orada söylenecek olanların iç dokusunu bugünlerde seslendirmek…
Herkes biliyor, Ak Parti seçim zaferlerinden sonra balkona çıktı ve halka “Seçim sürecinde ne söylendi ise söylendi, şimdi tüm Türkiye olarak kalplerimizin ortak çarpması zamanı” çerçevesinde konuşmalar yaptı. Ak Parti bu söylemi sevdi. Aslında bu söylem, ilk defa icra edildiğinde, Ak Parti’ye oy vermeyen toplum kesimleri tarafından da sevildi. “İşte böyle” dendi. Kucaklayıcı tavır selamlandı. Daha sonra gerginlikler arttıkça, “Balkonda şöyle konuşulmuştu” gibi hatırlatmalar yapıldı. Sonra da sanki “Balkonda konuşuluyor, orada kalınıyor” gibi ifadelerle serzenişler dile getirildi.
O dönemler, seçim söz konusuydu, parti yarışlarında “sertlikler – kendi kampını tahkim etme refleksleri” tolere ediliyordu. Bugün sistem değişimi çerçevesinde bir halk oylaması söz konusu. İşin lokomotifi olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti herhalde çok yüksek bir “Evet” yüzdesi çıkmasını ister. Taşın altına elini koyan ve riske katılan MHP – Bahçeli de, düşük yüzdelerden rahatsızlık duyacaktır.
Peki nasıl yükselir oylar?
Tabanlar, kategorize edilmiş söylemlerle konsolide edilerek mi?
Üstelik trol takımının hiçbir ahlaki hassasiyet göstermeden önüne gelene çamur attığı bir ortamın, bu kategorizasyonda rol alması hatta “ön yüz” haline gelmesi ile mi?
“Balkon konuşması”demek, parti ayrımını aşıp, “Ak Parti’ye oy vermiş vermemiş herkese hizmet için buradayız” demektir.
İşte bu dilin, bugün referandum için devreye sokulmasını kastediyorum “Balkon konuşmasını öne çekmek”le.
Ortamı -toplumsal algıların nasıl seyrettiğini- doğru görmek lazım.
Olağanüstü halin yeni gelecek sisteme bir yükleme yaptığını, “Böyle bir sistem mi oluşacak?” sorusunun zihinlerde iz bıraktığını görmek lazım.
Diyelim “Bana savaş açmış bir çevre” neresinde duruyor bu “Evet” kampanyasının? Beni boğunca, beni yazdırmayınca kaç puan gelecek Evet’e? Benim gibi onlarca insan var, hepsi bir çamur odağının boy hedefi… Kim nereye yerleştiriliyor, bir kampanya planlanırken?
Ben derim ki, Tayyip Erdoğan’ın hizmetleri anlatılsın, memleket sevdası anlatılsın, 80 milyona yönelik kuşatıcılığı öne çıkarılsın, “Evet diyen de Hayır diyen de bizimdir” söylemi öne çıksın. Bence düşmanlaştırmaktan çok daha etkili olacaktır. Yine diyorum, evet demokratik sonuç olacaktır ama, yüzde 40’larda “İhanet”le tanımlanan bir “Hayır” Türkiye için sağlık göstergesi olmayacaktır.
Son not: Tayyip Bey’le birlikte Abdullah Gül’ü ve Ahmet Davutoğlu’nu sevmek günah değildir.