’15 Temmuz 2016’da ne oldu, aydınlatılmalı. Bu kontrollü darbe girişimi ve sonrasında yaşanan sivil darbe deşifre edilmeli. Normalleşme başka türlü başlamayacak.’
15 Temmuz
15 Temmuz 2016. Akşam saatleri. Her zamanki gibi Türkiye’de neler olup bittiğini merak edip, üniversitedeki odamda haberlere göz gezdiriyorum. Kanada’ya geleli tam bir sene olmuş. Barış Akademisyenleri bildirisini imzaladığımdan beri üniversitem (Türk-Alman Üniversitesi) hakkımda zaten soruşturma başlatmış. Rektör şahsen telefon edip imzamı geri çekmemi istemiş. Terslenince, benden sonra gelen dekana (Kanada’ya gelmeden dekan vekili bendim) benim ipimin çekilmesini emretmiş. Hukukçu rektör! Neyse o ayrı konu.
Ben “kanlarımızda duş alınması” tehditlerinin yapıldığı, hak-hukuk falan tanınmadan, en tepedekilerin emriyle üzerlerine gidilen bin küsur akademisyenden biriyim. Listeler hazır. Adım o listelerde. Akıllarına ne gelirse hepsi yazılmış suçlamalar, rektörlükte ve YÖK’te kol geziyor. Ve bu ortamda sıcak bir Temmuz günü, endişelerime bir yenisi ekleniyor. İstanbul’da Boğaziçi köprüsünün bir yönünü araç trafiğine kapatan birkaç tank, Boğaz kıyısında devriye gezen kamuflajlı askerler, Ankara’da görgü tanıklarının sosyal medyadan duyurduğu, alçaktan uçan jetler! Sosyal medyada darbe oluyor söylentileri.
Kendimi bildim bileli tüm darbelere karşı çıktım. Sol bir aileden gelen bir gençken 1960 darbesinin “devrim” olarak görüldüğü bir ortamda 12 Eylül’ü 27 Mayıs’tan farklı görmemeye başlamam için 19 yaşında Almanya’ya gidip siyaset bilimi okumaya başlamam gerekecekti. Çok geçmeden üçüncü dünya devletlerinde ve az gelişmiş ülkelerde asker-sivil ilişkilerini deli gibi okumaya başlayacaktım. Türkiye’nin dünyanın merkezinde olduğu bir ülke olmadığını öğrenmeye başladığımda, “bizde” neden darbelerin olduğunu daha farklı açılardan anlamaya başlayacaktım. Her şeyden az biraz, ortaya karışık bir Ortadoğu coğrafyasında, gelişme azminde olan ama birbirine güvenmeyen insanlardan oluşan bir “toplumun”, etrafında buluşamadığı ortak değerler ve tasavvurların olmamasından dolayı nasıl oradan oraya savrulduğunu görecektim. Nasıl çok partili hayata İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni kurulmakta olan dünya düzeni sayesinde geçildiğini, Soğuk Savaş jeopolitiği sayesinde nasıl Türkiye’nin Avrupa entegrasyonuna (son vagonda da olsa!) dâhil edildiğini ve NATO’ya girdiğini, nasıl kör topal da olsa insan hakları ve demokrasi mücadelesi içinde olan bir ülke olduğunu anlayacaktım. Darbelere karşı çıkıp demokrasinin ve hukuk devletinin yanında olmak, 2000’lerin başında gayet popüler bir şeydi Türkiye’de. Dolayısıyla kendimi bir anda farklı kesimlerden birçok müttefikin arasında bulacaktım. 2006’da Türkiye’ye fırından yeni çıkmış taze doktoralı genç bir akademisyen olarak döndüğümde, AB üyesi olmaya çalışan bir ülkede, herkes darbelere olduğu kadar otoriter rejimlere de karşıydı. O zamanlar bunun konjonktürel ve yapay bir şey olduğunu anlayamayacaktım.
İşte 15 Temmuz 2016 akşamında, bunları düşünerek – ve kendime çok ama çok kızarak – sabahı zor ettim. Darbenin başarılı olmamasını umarak, demokrasinin ve hukukun devam ettiği bir mücadelenin iktidar değişikliği için tek yol olduğunu düşünerek uyandığım 16 Temmuz sabahı, darbe girişiminin bastırıldığını öğrendim.
Ancak birçok gariplik vardı, izah edemediğim. Her şeyden önce daha önceki darbe ve muhtıraları gayet derinlemesine okumuş biri olarak, bu darbe girişiminde hayatın olağan akışına aykırı görünen birçok garipliğin olduğu gözümden kaçmayacaktı. Askerler neden tüm güçlerini kullanmadılar? Neden salt bir adet Boğaz köprüsünün yine sadece tek bir istikametini araç trafiğine kapadılar? Neden F-16 uçakları iddia edildiği üzere Meclis ve Saray’ı bombaladıkları halde hedef tutturamamışlardı? İyi ki tutturamamışlardı, o başka mesele de, nasıl oluyor da o güdümlü havadan karaya atış yapabilen modern jetler ve onların eğitimli pilotları bu kadar karavana atış yapabilmişlerdi? Neden darbeye karışmadıkları belli oldukları halde TSK’daki tüm general ve amiral kadrosunun yarısı, darbecilikle suçlanarak apar topar tasfiye edilmişti? Neden darbe gecesi kullanılan silahların balistik incelemeleri düzgünce yapılmamış, neden ölenlerin kimin silahlarından çıkan kurşunlarla yaşamlarını yitirdiklerini kamuoyu öğrenememişti? Neden Erdoğan bu darbe girişimi için ağzından “Allah’ın bir lütfu!” cümlesini kaçırmış, neden o gece sözde hayatları tehlike altındayken, Erdoğan konuştuğu esnada, onun yanında oturan damat sansar gibi yandan çarklı bir gülüş patlatmıştı?
Neden aradan aylar geçtikten sonra, Başbakan Binali Yıldırım, gazetecilerin “en hoşunuza gitmeyen proje neydi?” sorusuna gülerek “15 Temmuz projesi” demişti?
15 Temmuz sonrasında hemen ertesi günden tezi yok, nasıl oldu da tüm “darbeye karışanlar” anında gözaltına alınmaya başlandı? Nasıl oldu da onların bulunduğu uzun, upuzun listeler hazır ve nazır vaziyetteydiler? Onları kim hazırlamış, daha da önemlisi bu kadar çabuk kimin darbeye karıştığını, kimin karışmadığını kim saptamıştı? Uzun, upuzun KHK listelerini kim yapmıştı? Erdoğan neden “15 Temmuz olmasa bu kadar insanı devletten temizleyemezdik” türü bir açıklama yapmıştı? Darbe gecesi, nasıl oldu da Erdoğan’ın etrafında bulunan tüm askerler, yaveri de dâhil, “FETÖ’cü” çıktı, ama nasıl olduysa Erdoğan’a hiçbir şey yapmadılar? Erdoğan nasıl oldu da darbenin saatini bir türlü hatırlayamadı? Neden birbiriyle çelişen ifadelerinde hep değişik darbeyi öğrenme saati beyan etti? Neden darbeyi “eniştesinden öğrendiğini” iddia etti? Eniştesi darbeyi kimden öğrendi diye hiç sorulmadı? Darbeye katılan askerler neden üslerinden emir aldıklarını söylemelerine karşın, darbenin komuta yapısı halen ortaya konamadı? Neden Adil Öksüz serbest bırakıldı? Neden tutuklanan “darbeci askerlerin” tümünün ortak özelliği, Suriye savaşına karşı olmak, NATO ittifakı içinde bir Türkiye’yi savunmak? Neden darbe girişiminden sonra her yere, birçok TSK komuta kademesi başta olmak üzere, Ergenekon’cu Avrasyacılar getirildi? Neden Erdoğan darbe girişiminden hemen sonra Perinçek ve ekibi üst düzey emekli subay, darbe ile NATO’nun TSK’dan tasfiye edildiğini gayet açıklıkla telaffuz etmeye başladılar? Neden Erdoğan’ın “milli diktatörlüğün” başında olmasını kraldan da kralcı bir motivasyonla savunur oldular? Neden MHP Erdoğan’a ve AKP’ye bu kadar yaklaştı, adeta onlarla organik bir bütünleşmeye girdi? Neden CHP içindeki ulusalcılar partide sosyal demokratları ustaca pusturdu ve partiyi Yenikapı Ruhu ile rejimin muhalefet sütunu haline getirdi? Neden yeni kurulan İYİP de aynı CHP gibi rejim partisi oldu? Neden HDP bile “F.TÖ” diskurunu aynı AKP gibi benimsedi? Niçin Kılıçdaroğlu başlangıçta “kontrollü darbe girişimi” diyerek darbenin Erdoğan kontrolünde olduğunu ima ederken ve bu uğurda Ankara’ya yürürken, bir anda bu unutturuldu ve CHP tatlı su muhalefetine geri döndü? Neden Meclis’teki patlamaların blast etkisi, dışarıdan içeriye doğru değil de, içeriden dışarıya doğruydu? Erdoğan’ın uçağının yanı başında uçan askeri jetler neden uçağı düşürmedi? Erdoğan 15 Temmuz öncesi son Cuma’ya neden girmedi? Nasıl ortalıktan toz oldu? Neden bu hiç araştırılmadı? Bunun gibi binlerce soru var.
Darbe bastırılmıştı. Ama bu nasıl bir darbe girişimiydi ki, tüm generaller ve amirallerin yarısı darbeyi desteklediği ve komuta ettiği halde (!) darbeye karışan asker oranı bu komuta kademesi oranının çok ama çok altında, komik bir orandı? Neden bunca amiral ve general, onların altındaki binlerce tutuklu subay, darbeyi başarılı kılmak için girişimde bulunmamışlardı? Bu nasıl işti ki, hayatlarını böyle ucuza bir kumar masasında çip olarak kullandırmışlardı? Neden NATO karargâhından, bu tutuklanan subaylar için “beyin takımı” düzgün subaylar anlamına gelecek yorumlar yapılmıştı? Nasıl oldu da, darbe girişiminden hemen sonra Rusya ile barışıldı, dahası Moskova’nın kucağında bir uydu devlet görünümlü bir rota izlenmeye başlandı?
15 TEMMUZ’UN YILDÖNÜMÜ GELDİ ÇATTI
Beşinci yıla giriliyor, hala bu soruların düzgün bir cevabı meydanda yok.
Hapishanede yüz binlerce insan bu soruların yanıtının olmamasından dolayı çürüyorlar! KHK’lı yüz binler – bu satırların yazarı da dâhil – bu soruların bırakın yanıtlanmamasını, sorulmaya bile korkulmasından dolayı, büyük mağduriyetler yaşadı, yaşıyorlar. Ahmet Altan gibi, Mümtazer Türköne gibi, Mehmet Baransu gibi, Sedat Laçiner gibi yüzlerce gazeteci, yazar ve akademisyen, hapishanede. Selahattin Demirtaş ve onlarca Kürt vekil, yüzlerce Kürt yerel yönetici, fabrikasyon gerekçelerle, tıpkı diğer mahpus masumlar gibi çile çekiyor. Türkiye her geçen gün medeni dünyadan hızla uzaklaşırken, “milli diktatörlük” sağlam ve kararlı adımlarla her gün biraz daha şekilleniyor. Kişi başı gayrı safi milli hâsılası 12.000 dolardan 9.000 dolara gerileyen ve korkunç bir işsizlik ve küçülme yaşayan Türkiye, hızla içe kapanıyor. Şeffaflık giderek terini puslu ve sisli bir tür Susurluk ortamına terk etti. Ne bombalanan Kürt mahalleleri ve köyleri, ne içerideki bebekler, ne Meriç’te ve Ege’de boğularak can veren aileler, Türkiye halkının umurunda. Korkunç bir dejenerasyon ve lümpenleşme yaşanırken, yeni nesiller bu inşa ve konsolide edilen rejimi benimsedikçe benimsiyor! Yeni normal, herkesçe kabul görüyor. Rusya-Çin-İran liginde bir aktör olan ve hesap verilebilen, gücü sınırlandırılmış iktidar ve hukuk devletinin tümüyle yok olduğu bir ülke bugün Türkiye. Bu şartlar her geçen gün daha da kanıksanıyor. İşin kötüsü, tünelin ucunda ışık görünmüyor.
15 Temmuz 2016’da ne oldu, aydınlatılmalı. Bu kontrollü darbe girişimi ve sonrasında yaşanan sivil darbe deşifre edilmeli. Normalleşme başka türlü başlamayacak. Anayasa, anayasal düzen, insan hakları, azınlık hakları, seküler devlet, hukuk devleti, hesap verebilen ve gücü sınırlandırılmış iktidar, birey hak ve özgürlükleri, ifade, din, vicdan, eleştiri özgürlüklerinin yerleştiği bir ülke talep etmeye devam etmeliyiz. Yol uzun. Fakat unutmayın ki iyi her zaman galip gelir. Işık her zaman karanlığı boğar.
Kaynak: Tr724