Yapılanların 6-7 Eylül olaylarından farkı yok..
İşte Yavuz Baydar’ın yazısı:
Büyük Mülkiyet Talanı: Gülenciler; Keldaniler, Cumhuriyet
Medyamızın Türkiye’yi er geç yırtacak gibi görünen ahlak ve vicdan çürümesinin asli parçası olduğu belli. Ama, vicdan başka ülkelerdeki gazetecilerde canlı; yaşıyor.
Türkiye’de 15 Temmuz sonrası yaşananlar, on yıllardır bir türlü demokrasi ve adalet mefhumu ile buluşamayan ve her zaman ‘siyasi kisveli organize suç’ ile iç içe görüntü arzeden rejimin, bir ‘sürdürülebilir varoluş’ nedeni olarak yeniden nasıl aslına rücu etmekte olduğunu da gösterdi.
Peş peşe yaşanan trajik gelişmeler de, yayınlanan haberler de hep bu istikameti gösteriyor.
Gelişmeler derken, bunlar belli, saklanması mümkün olmayan süreçler.
Ama haberler, işte onlar, yaşanan ağır otosansür ve siyasi baskılar nedeniyle, ve hatta bizzat medya sahiplerinin en son iftar yemeğindeki iştahlı iktidar yandaşlıklarının iyice fotoğraflara yansıması sayesinde, sadece ve sadece dış basından okunabiliyor.
7 Haziran’da eski ‘iç devlet’in tam geri dönüş yapması ve 15 Temmuz sonrasında OHAL’in kanunsuzluğu kanun düzeni haline getiren gücü ardından, yaşanan en dramatik gelişmelerin bir yönü, hiç hız kesmeyeceği anlaşılan mülkiyet yağmalarıyla ilgili.
Süryani cemaatinin malları konusundaki gelişmeler az çok biliniyor. Buradaki el koymadan bir geri dönüş yok. Sadece süreç muhtemelen bir süreliğine ‘uyutuldu’.
Bu arada Keldanilerin ve Gülen Cemaati’nin malları, haberlerden anlaşılıyor ki, ‘Yağma Hasan’ın Böreği’ durumunda.
Önce, çalışkan meslektaşımız Mahmut Bozarslan’ın Amerika’nın Sesi (VOA) sitesinde çıkan, ve tabii bütün Türkiye hengamesinde güme giden haberine özetle bakalım:
”Türkiye’deki en küçük dini azınlıklardan olan Keldanilere ait Diyarbakır’daki 1700 yıllık kilise ve kilise vakfına ait malların Sur’daki çatışmalardan sonra kamulaştırıldığı ortaya çıktı. Yetkililer kilisenin restore edilerek geri verileceğini söyledi.
Tarihi Sur içinde PKK’nin gençlik örgütü YPS ile Güvenlik güçleri arasında 2015 yılında yaşanan çatışmalarda, Keldanilere ait 1700 yıllık Mor Petyun Kilisesi ve çevresindeki yapılar da ağır hasar gördü.
Hasar gören sadece kilise değil, kiliseye gelir getirmesi amacıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaptırılan ve kiraya verilen 12 dükkan ile 2 ev de vardı.
Çatışmalardan sonra Bakanlar Kurulu tarafından alınan acil kamulaştırma kararı ile bölgedeki yüzlerce yapı kamulaştırıldı. Kamulaştırılanlar arasında Keldanilere ait mallar da vardı. Mor Petyun Kilisesi ve kilise vakfına ait dükkan ve evler kamulaştırılmıştı.
Kararı öğrenen Keldaniler, hemen itiraz etti. Yazılı başvuru yapan Keldani Vakfına, şifahi olarak kilisenin restore edilerek geri iade edileceği söylendi. Ancak şimdiye kadar ne restorasyon yapıldı, ne de iade edildi.”
Kim bu Keldaniler? Onu da anlayalım:
Ortadoğu’nun en eski halklarından olan Keldaniler, çoğunlukla Türkiye, Irak ve Suriye’de yaşıyorlardı. Ancak 1990’lı yıllardan sonra bölgede yaşanan olaylar nedeniyle yoğun göç başladı.Irak ve Suriye’deki Keldani sayısı tam olarak bilinmese de, Türkiye’de 500 kişi civarında kaldığı tahmin ediliyor. Halen İstanbul, Diyarbakır ve Mardin de üç Keldani Kilisesi Vakfı bulunuyor. Bir zamanlar Güneydoğu’yu tamamen terk eden Keldanilerden bazıları, bölgede gerilim düşmesi üzerine 2000’lerin başından geri döndü.
Bu tür gelişmelerin nereye nasıl gideceği üç aşağı beş yukarı biliniyor. Müslüman olmayan toplulukların hakları AKP parti olmaktan çıkıp da Erdoğan’ın şahsi kontrolüne tamamen geçinceye kadar – aşağı yukarı 2011 ortalarına kadar – geri verilmekte ve rahatlama sağlanmaktaydı. Ancak belli bir bir makro karar ile bu haklar birer birer geri alınacak.
Devletin yağma kültürüne geri dönmesinin daha da büyük bir boyutu, 15 Temmuz sonrasında henüz ortada kayda değer somutlukta kanıtlar kamu ile paylaşılmamış olmasa da, bir numaralı devlet düşmanı ilan edilen Fethullah Gülen Cemaati’nin mallarına OHAL vesilesiyle el konması ile ilgili.
Toplumun seküler, AKP’ci, Milli Görüş etkisindeki dindar kesimi ile MHP’li, solcu, militarist, ulusalcı kesimleri tarafından nefret objesi olarak görülen Gülenciler’in mallarına el konması, akla gelen her türü uluslararası hukuk normuna aykırı olmasına ve demokrasilerin en temel payandası olan mülkiyet hakkını yerle bir etmesine rağmen, en sağduyulu görünen hukukçular da dahil, hemen hiç kimse bu talana ses çıkarmıyor, başka tarafa bakıyor.
Öyle büyük bir zihniyet çürümesi söz konusu ki bu, sadece ve sadece akıllara Ermeni Soykırımı döneminde Osmanlı tebaası Ermenilerin mallarına çökülmesi sırasında sadece Ahmet Rıza Bey ve birkaç onurlu Osmanlı aydının karşı çıktığı dönemi veya Varlık Vergisi yıllarında yaşanan utanç verici sessizliği veya 6-7 Eylül döneminde Rum mülklerinin yağmalanmasının adeta alkışlanması sürecini akıllara getiriyor.
Artık iyice zorba bir iktidarın yanaşması olmuş, Cumhuriyet gibi bir gazetenin yargılanmasını haber bile yapamayan medyanın aylardır bu konuya bakmaması gayet anlaşılır bir şey. Medyamızın Türkiye’yi er geç yırtacak gibi görünen ahlak ve vicdan çürümesinin asli parçası olduğu belli. Ama, vicdan başka ülkelerdeki gazetecilerde canlı; yaşıyor.
Bu hukuk kepazeliğini New York Times (NYT), tam sayfa haber yapınca bu yüzden şaşmamak gerek. Çünkü gerçek saklanamıyor ve basın ilerdeki tarih yazımında elzem. New York Times haberinin önemli bir parçası, Erdoğan’ın ‘şu şu şu gazetecileri atacaksınız’ demesi üzerine, ‘dur bakalım orada’ diyebilen bir medya işvereninin nasıl cezalandırıldığına dair bölüm.
İşte NYT’ın kapsamlı haberinin özeti ve ana başlıkları:
”Türkiye’nin en zengin işadamlarından Akın İpek, sahibi olduğu televizyon binasına baskın yapıldığı zaman Londra’da Park Tower Oteli’nde kalıyordu. İpek, yaşananlar tüm televizyon kanallarında yayınlandığı için, milyar dolarlık malvarlığına yönelik yaşanan sinir bozucu manzarayı bilgisayarından canlı izledi.
Yaşananlar garip bir sinemasal gösteri gibiydi. Bağrışmalar ve ikna çabaları eşliğinde televizyonun müdürü gelen yetkilileri geri döndürmeye ikna etti ve kendini bir ekiple birlikte bodrum katındaki kontrol odasına kilitledi. Ardından yedi buçuk saat boyunca, polisler tekrar gelinceye kadar, telefonuna gelen aramalar eşliğinde kameraya konuştu.
Arayanlardan birisi de Akın İpek’ti. İpek, hükümetin yaptığının kanunsuz olduğunu söyledi.
Ama hükümet hiç gitmedi. Yaşananlar olaylar onun için şahsi felaketlerin başlangıcı gibiydi. Televizyon kanalı Bugün TV’nin yayını, 28 Ekim 2015’te yaptığı konuşmadan birkaç saat sonra kesildi. Sahibi olduğu 22 şirketlik holding şu anda devlete ait ve devlet işletiyor.
İpek’in yaşadıkları, geçen yıl 15 Temmuz’da Erdoğan hükümetini devirmek için yapılan başarısız darbe girişiminden sonra yaşanacak el koymaların provası gibiydi.
O günden beri, hükümetin darbenin beyni olmakla suçladığı din adamı Fethullah Gülen ile ilişkisi olduğu iddiasıyla, değeri 11 milyar doları aşan 950’den fazla şirkete, tarihte bugüne kadar örneği görülmemiş sistematik bir yöntemle hükümet tarafından el konuldu.
Kovulan binlerce yöneticiden bazıları soluğu Helsinki ve Nashville gibi ücra şehirlerde aldı. Şanssız olanlar, toplu kıyım kampanyasıyla kovulan askeri personel, yargı mensubu, polis ve gazeteciler gibi hapse atıldı.
Mahpusların sayısı 50 bin arttı.
Baskından kısa süre sonra İpek hakkında tutuklama kararı çıkartıldı, mal varlığına el konuldu, Haziran ayında da, Türkiye’ye dönme planı olmasa da, 77 yıl hapis cezası istendi.
Halen Londra’da yaşayan İpek, Gülen’in maddi destekçisi olduğu ve onun destekçilerinin kayırıldığı iddialarını reddediyor. Milyarlarca dolar ile kaçtığı iddialarını da yalanlayan İpek, şimdiki malvarlığının 10 milyon dolardan az olduğunun altını çiziyor.
Saatler süren röportaj sırasında, hayatında trafik cezası dahil en ufak bir suça bile karışmadığını vurguluyor.
Zenginleşmesinde Gülen’in değil, babasının rolü olduğunu kaydeden İpek, ondan aldığı kartpostal şirketini yeni alanlara taşımış. Önce gümüş, ardından da altın şirketi satın almış.
Bu beklenmedik sıçrama için İpek, ‘Altından kalkabileceğim bir girişimdi. Türkiye’de çok sayıda küçük maden var. Bana 1 milyon dolara maloldu’ diyor. Ardından 2005’te Bugün gazetesini alarak medya dünyasına girmiş. Bunun doğal bir adım olduğunu vurgulayan İpek, çevrecilerin madenlerine karşı bazı itirazları olduğunu, onun da hikayenin kendi yönünden anlatacak mecraya ihtiyacı bulunduğunu söylüyor: ‘Madencilik işinde ne yaptığınızı anlatmak ve şeffaf olmak zorundasınız. Reklam ve tanıtıma para harcayacağıma ben de gazete aldım.’
İpek, 2008’de de Kanalturk’ü alarak ilk televizyon kanalının sahibi oldu. Yükselen bir medya patronu olarak zaman zaman Erdoğan ile de ilişki kurdu. Erdoğan, iki kez İpek’ten, başka gazeteler de almasını istedi ama olmadı.
Erdoğan’ın buna kızmadığını kaydeden İpek, ‘Onu çok severdim, çok mantıklı bir insan olarak görürdüm. Ülkenin faydasına olacak işler yapıyordu. Avrupa Birliği’ne girmek için çabalıyordu, insan haklarından konuşuyordu’ diyor.
Habere göre İpek, 15 yıldan kısa bir süre içinde, davetiye toptancılığından ülkenin en kuvvetli adamının desteklediği bir milyardere dönüştü. İpek, baş döndürücü yükselişi için ‘yüzde yüz kendi kendine olmuş’ bir adam değerlendirmesi yapıyor.
İpek’in kendi hakkında anlattıkların bir de karşı tarafça anlatılan versiyonu var. Onlar da, İpek’in yükselişinin 2003’te işbaşına gelen Erdoğan ile başladığını savunuyor. Erdoğan’ın o güne kadar devleti kontrol eden laik elit yöneticilerin yerine geçmesi için kadrolara ihtiyacı vardı. Bu nedenle Gülen ile işbirliği yaptı.
Yüksek eğitim seviyesine sahip Gülen taraftarları önemli kadrolara gelmeye başladı. Bu zamanda Erdoğan-Gülen ittifakına yakın işadamlarının yükselme devri başladı. Bu dönemin en büyük kazananlarından birisi de, 2005’te Ovacık altın madenini alan İpek oldu.
Maden, çevrecilerin nadir başarılı girişimleriyle 2004’te mahkeme tarafından kapatılmıştı. İpek’in satın almasından sonra bölge sakinlerinin ve çevrecilerin itirazlarına karşılık maden yeniden açıldı. İpek kısa sürede, jet hızıyla, bir düzine bakanlıktan gerekli imzaları toplamayı başardı.
Birkaç hafta sonra yerel halk ve çevreciler, Koza İpek madencileri tarafından darpedildi. Bir görüntüde İpek’in de saldırı anında orada olduğu görülüyor. Eski Koza çalışanları İpek’in şiddet olaylarını yönlendirdiğini iddia ediyor. İpek iddiayı reddediyor. Şirket aleyhine açılan davalar da bir yere ulaşmadı. Şikayetçiler adına konuşan avukat Arif Cangı, savcıların dava açmak için 4.5 yıl beklediğini ve hala bir karar verilemediğini söyledi.
Bazılarına göre, hukuki düzenlemeler konusunda devletten destek almadan bu işlerin başarılması zor.
15 milyar dolarlık servete ulaşan birinin, Gülen ile yakın ilişkisi olması lazım.
Erdoğan, 2009’da Gülen’den şüphelenmeye başladı ve ülkeye dönmesi çağrısı yaptı. Buna en kuvvetli delil olarak Gülen’in devlet kademelerine girilmesini istediği bir gizli vaazı gösterildi. İddiayı destekleyen Zaman eski yayın yönetmeni Hüseyin Gülerce, Gülen’in dünyayı yönetme saplantısı olduğu ileri sürdü.
İki grup arasındaki gerilimin 2013’te Erdoğan’ın oğlu hakkındaki yolsuzluk iddialarının gündeme gelmesinden sonra arttığı ve ondan sonra çarpışmanın alenen yapıldığı vurgulandı.
Akın İpek, Gülen’in takipçisi olsa bile, şirketlerine yetersiz gerekçelerle el konması, dünyanın birçok ülkesindeki hukuki gerekleri çiğneme anlamına gelir.
Ülke içinde ve dışında birçok kişi, Erdoğan’ın başarısız darbe girişimini kendi çıkarları ve gücünü artırmak, Gülen ile ilişkili bir bankada hesabı olduğu için binlerce insanı işten kovmak ya da hapse atmak için gerekçe olarak kullandığını düşünüyor. Geçen bir yıl içinde 130 binden fazla insan işinden oldu, düzinelerce hastane, 1200 okul ve 15 üniversite kapatıldı.
İpek, Erdoğan’ın gazabını herkesten önce çekenlerden biri.
2012’de yüzyüze yaptıkları son görüşmede Erdoğan, Bugün gazetesinde çıkan bir yazıyı yüksek sesle okuyarak sakıncalı bulduğunu söylemiş.
İpek ise, ‘Köşe yazarlarıma daha kibar olmalarını söylerim ama biz insanların düşüncelerini serbestçe yazmalarını istiyoruz. Biz onlara özgürlük sözü verdik’ dediğini söylüyor.
İpek ve hükümet arasındaki gerginlik yüzünden kardeşi Tekin İpek, yaklaşık 2 yıldır hapiste. Akın İpek, ‘Türkiye’ye döneyim, onu çıkarın beni hapse atın’ teklifinde bulunmuş; hükümetten ‘Gel, bakarız’ cevabı gelmiş. İpek, teklifi reddetmiş, çünkü kardeşiyle beraber kendisinin de hapse atılacağını düşünüyor.
İş dünyasındaki el koymalarla ilgili görüşecek bir resmi yetkili bulmak ise kolay olmamış. Pek çok telefon görüşmesinden sonra Erdoğan’ın danışmanlarından birisi, adı gizli kalmak şartıyla konuşmayı kabul etmiş. Gazeteci ile görüşmeyi kabul eden üst düzey yetkili röportaj şartı olarak, yapılan açıklamaların hiçbir kimseye atfedilmemesini öne sürmüş. Muhabir teklifi reddedince başka bir fikirle gelmiş, kaynak olarak adını vereceği başka isimleri kullanmasını önermiş.
Onun da olmayacağı söylenince, Türkiye hakkında olumsuz ifadelerin kullanılacağı bir haberde yer almak istemediğini söylemiş. İsim konusunda tüm öneriler reddedilince, adını vermeden ‘üst düzey bir yetkili’ sıfatıyla konuşmayı kabul etmiş.
Görüşme, Erdoğan’ın ‘Ankara’daki, Osmanlı temalı Las Vegas kumarhanesi karışımı Cumhurbaşkanlığı binasında’ yapılmış.
Muhabir, çalışanların bulunduğu bölüme ulaşmak için önce iki metal dedektöründen ardından bir yeraltı tünelinden daha sonra bir metal dedektöründen daha geçmiş. ‘Sanki dünyanın en büyük yeraltı sığınağını ziyaret ediyor gibi.’
Yazıda muhabir, röportaj öncesinde yaşanan bu olayların hükümetteki yöneticilerin kafa yapısını ortaya koyduğunun altını çiziyor: ‘Üst düzey yetkili, bağımsız gazetecilik konusunda bir fikri olmadığını ortaya koydu. Sadece kurallar koymakla kalmadığı gibi, esnek bir yapı istiyor. Bunları da korkusuzca yapıyordu.’
Röportaj sırasında resmi yetkili, birkaç kez ‘Beni sıkıntıya sokma’ diye zoraki gülümsemeyle uyarma ihtiyacı hissetmiş. Muhabir bu hareketi ‘Türkiye’de bugün güçlülerin bile hatalı bir adımda kariyerini kaybedebileceği’ şeklinde değerlendiriyor.
Üst düzey isim şirketlere el konulmasını, ‘Piyasayı düzenlemek için’ yapıldığını savunarak, ‘Ekonomiyi suça karışmış şirketlerden temizledik’ diyor. Ona göre, uluslararası yatırımcılar, ‘Türkiye yatırım için güvenli mi?’ diye sormuyor, sadece gazeteciler soruyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının not düşürme gerekçeleri de nesnel değil, Türkiye markasına karşı haksız davranıyorlar; buna rağmen Citigroup ve Boeing gibi şirketler büyük yatırımlara imza atıyor.
Daha önce satışlarını televizyondan yayınlanan açık artırmalarla şeffaf bir şekilde yapan TMSF ise darbeden sonra sessizliğe gömülmüş. Konuyla ilgili görüşme taleplerine karşılık vermemiş.
TMSF’nin el koyduğu U.S. Polo Assn. markasının ABD’deki sahibi, şirketin müdürü David Cummings, başlangıçta endişe ettiklerini ancak Aydınlı’nın işleyişinde bir değişiklik olmadığını söylüyor.
Bazı şirketlerin ise, Erdoğan’ın yakınlarına satıldığı ve yetkin olmayan sadık partililerce yönetildiği iddia ediliyor.”
NYT haberinin özeti böyle.
Kapatılan 950 şirket ve el konan 11 milyar dolar, başka kaynakların anlatımlarına bakarsanız, buzdağının su yüzündeki kısmı. Bu rakamın medyaya yansımayan ve sessiz sedasız devredilen başka şirketlerle beraber en az 50 milyar doları bulduğu öne sürülüyor.
Mesele dini cemaatlerin şeffaflık sorunları veya Gülen Cemaati’ne mensup kişilerin bazı organize suç iddialarına hedef olması meselesi değil. Çünkü ortada suç varsa, suçun şahsiliği hukuka göre esastır. Bir futbol takımının bazı yöneticileri mafyatik işlere karıştı ise, o takıma mali manevi insani destek veren herkesi cadı avına tabi tutarsanız, hukukla alakanız kalmamış demektir.
Mesele, 2017 Türkiye’sinde, 1915 veya 1934 veya 1955 veya 1974 (Kıbrıs) veya 1978 (Süryaniler) gibi yıllarda netleşen yağma kültürünün geri dönüş yapmış olup olmadığı ile ilgili.
Farkında mısınız bilmiyorum, Gülen cemaati mallarına el konmasını doğru dürüst haber yapamayan Cumhuriyet gazetesi bile aynen bu sürecin hedefi: İddianame ve savunmalarda, gazeteyi yöneten vakfın nasıl iktidar tarafından ele geçirilmeye çalışıldığına, yani bu köklü kurumun da aynı zihniyet sahipleri tarafından talan edilmek istendiğine dair bol bol veri var.
Daha fazla anlatmaya gerek var mı?
”O Mahiler ki’ demişti şair, ‘Derya İçredirler, Deryayı Bilmezler…”
Çürüme içtimai dokunun hücrelerine bir kere yerleşmeye görsün.
Yapılanların 6-7 Eylül olaylarından farkı yok..
İşte Yavuz Baydar’ın yazısı:
Büyük Mülkiyet Talanı: Gülenciler; Keldaniler, Cumhuriyet
Medyamızın Türkiye’yi er geç yırtacak gibi görünen ahlak ve vicdan çürümesinin asli parçası olduğu belli. Ama, vicdan başka ülkelerdeki gazetecilerde canlı; yaşıyor.
Türkiye’de 15 Temmuz sonrası yaşananlar, on yıllardır bir türlü demokrasi ve adalet mefhumu ile buluşamayan ve her zaman ‘siyasi kisveli organize suç’ ile iç içe görüntü arzeden rejimin, bir ‘sürdürülebilir varoluş’ nedeni olarak yeniden nasıl aslına rücu etmekte olduğunu da gösterdi.
Peş peşe yaşanan trajik gelişmeler de, yayınlanan haberler de hep bu istikameti gösteriyor.
Gelişmeler derken, bunlar belli, saklanması mümkün olmayan süreçler.
Ama haberler, işte onlar, yaşanan ağır otosansür ve siyasi baskılar nedeniyle, ve hatta bizzat medya sahiplerinin en son iftar yemeğindeki iştahlı iktidar yandaşlıklarının iyice fotoğraflara yansıması sayesinde, sadece ve sadece dış basından okunabiliyor.
7 Haziran’da eski ‘iç devlet’in tam geri dönüş yapması ve 15 Temmuz sonrasında OHAL’in kanunsuzluğu kanun düzeni haline getiren gücü ardından, yaşanan en dramatik gelişmelerin bir yönü, hiç hız kesmeyeceği anlaşılan mülkiyet yağmalarıyla ilgili.
Süryani cemaatinin malları konusundaki gelişmeler az çok biliniyor. Buradaki el koymadan bir geri dönüş yok. Sadece süreç muhtemelen bir süreliğine ‘uyutuldu’.
Bu arada Keldanilerin ve Gülen Cemaati’nin malları, haberlerden anlaşılıyor ki, ‘Yağma Hasan’ın Böreği’ durumunda.
Önce, çalışkan meslektaşımız Mahmut Bozarslan’ın Amerika’nın Sesi (VOA) sitesinde çıkan, ve tabii bütün Türkiye hengamesinde güme giden haberine özetle bakalım:
”Türkiye’deki en küçük dini azınlıklardan olan Keldanilere ait Diyarbakır’daki 1700 yıllık kilise ve kilise vakfına ait malların Sur’daki çatışmalardan sonra kamulaştırıldığı ortaya çıktı. Yetkililer kilisenin restore edilerek geri verileceğini söyledi.
Tarihi Sur içinde PKK’nin gençlik örgütü YPS ile Güvenlik güçleri arasında 2015 yılında yaşanan çatışmalarda, Keldanilere ait 1700 yıllık Mor Petyun Kilisesi ve çevresindeki yapılar da ağır hasar gördü.
Hasar gören sadece kilise değil, kiliseye gelir getirmesi amacıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaptırılan ve kiraya verilen 12 dükkan ile 2 ev de vardı.
Çatışmalardan sonra Bakanlar Kurulu tarafından alınan acil kamulaştırma kararı ile bölgedeki yüzlerce yapı kamulaştırıldı. Kamulaştırılanlar arasında Keldanilere ait mallar da vardı. Mor Petyun Kilisesi ve kilise vakfına ait dükkan ve evler kamulaştırılmıştı.
Kararı öğrenen Keldaniler, hemen itiraz etti. Yazılı başvuru yapan Keldani Vakfına, şifahi olarak kilisenin restore edilerek geri iade edileceği söylendi. Ancak şimdiye kadar ne restorasyon yapıldı, ne de iade edildi.”
Kim bu Keldaniler? Onu da anlayalım:
Ortadoğu’nun en eski halklarından olan Keldaniler, çoğunlukla Türkiye, Irak ve Suriye’de yaşıyorlardı. Ancak 1990’lı yıllardan sonra bölgede yaşanan olaylar nedeniyle yoğun göç başladı.Irak ve Suriye’deki Keldani sayısı tam olarak bilinmese de, Türkiye’de 500 kişi civarında kaldığı tahmin ediliyor. Halen İstanbul, Diyarbakır ve Mardin de üç Keldani Kilisesi Vakfı bulunuyor. Bir zamanlar Güneydoğu’yu tamamen terk eden Keldanilerden bazıları, bölgede gerilim düşmesi üzerine 2000’lerin başından geri döndü.
Bu tür gelişmelerin nereye nasıl gideceği üç aşağı beş yukarı biliniyor. Müslüman olmayan toplulukların hakları AKP parti olmaktan çıkıp da Erdoğan’ın şahsi kontrolüne tamamen geçinceye kadar – aşağı yukarı 2011 ortalarına kadar – geri verilmekte ve rahatlama sağlanmaktaydı. Ancak belli bir bir makro karar ile bu haklar birer birer geri alınacak.
Devletin yağma kültürüne geri dönmesinin daha da büyük bir boyutu, 15 Temmuz sonrasında henüz ortada kayda değer somutlukta kanıtlar kamu ile paylaşılmamış olmasa da, bir numaralı devlet düşmanı ilan edilen Fethullah Gülen Cemaati’nin mallarına OHAL vesilesiyle el konması ile ilgili.
Toplumun seküler, AKP’ci, Milli Görüş etkisindeki dindar kesimi ile MHP’li, solcu, militarist, ulusalcı kesimleri tarafından nefret objesi olarak görülen Gülenciler’in mallarına el konması, akla gelen her türü uluslararası hukuk normuna aykırı olmasına ve demokrasilerin en temel payandası olan mülkiyet hakkını yerle bir etmesine rağmen, en sağduyulu görünen hukukçular da dahil, hemen hiç kimse bu talana ses çıkarmıyor, başka tarafa bakıyor.
Öyle büyük bir zihniyet çürümesi söz konusu ki bu, sadece ve sadece akıllara Ermeni Soykırımı döneminde Osmanlı tebaası Ermenilerin mallarına çökülmesi sırasında sadece Ahmet Rıza Bey ve birkaç onurlu Osmanlı aydının karşı çıktığı dönemi veya Varlık Vergisi yıllarında yaşanan utanç verici sessizliği veya 6-7 Eylül döneminde Rum mülklerinin yağmalanmasının adeta alkışlanması sürecini akıllara getiriyor.
Artık iyice zorba bir iktidarın yanaşması olmuş, Cumhuriyet gibi bir gazetenin yargılanmasını haber bile yapamayan medyanın aylardır bu konuya bakmaması gayet anlaşılır bir şey. Medyamızın Türkiye’yi er geç yırtacak gibi görünen ahlak ve vicdan çürümesinin asli parçası olduğu belli. Ama, vicdan başka ülkelerdeki gazetecilerde canlı; yaşıyor.
Bu hukuk kepazeliğini New York Times (NYT), tam sayfa haber yapınca bu yüzden şaşmamak gerek. Çünkü gerçek saklanamıyor ve basın ilerdeki tarih yazımında elzem. New York Times haberinin önemli bir parçası, Erdoğan’ın ‘şu şu şu gazetecileri atacaksınız’ demesi üzerine, ‘dur bakalım orada’ diyebilen bir medya işvereninin nasıl cezalandırıldığına dair bölüm.
İşte NYT’ın kapsamlı haberinin özeti ve ana başlıkları:
”Türkiye’nin en zengin işadamlarından Akın İpek, sahibi olduğu televizyon binasına baskın yapıldığı zaman Londra’da Park Tower Oteli’nde kalıyordu. İpek, yaşananlar tüm televizyon kanallarında yayınlandığı için, milyar dolarlık malvarlığına yönelik yaşanan sinir bozucu manzarayı bilgisayarından canlı izledi.
Yaşananlar garip bir sinemasal gösteri gibiydi. Bağrışmalar ve ikna çabaları eşliğinde televizyonun müdürü gelen yetkilileri geri döndürmeye ikna etti ve kendini bir ekiple birlikte bodrum katındaki kontrol odasına kilitledi. Ardından yedi buçuk saat boyunca, polisler tekrar gelinceye kadar, telefonuna gelen aramalar eşliğinde kameraya konuştu.
Arayanlardan birisi de Akın İpek’ti. İpek, hükümetin yaptığının kanunsuz olduğunu söyledi.
Ama hükümet hiç gitmedi. Yaşananlar olaylar onun için şahsi felaketlerin başlangıcı gibiydi. Televizyon kanalı Bugün TV’nin yayını, 28 Ekim 2015’te yaptığı konuşmadan birkaç saat sonra kesildi. Sahibi olduğu 22 şirketlik holding şu anda devlete ait ve devlet işletiyor.
İpek’in yaşadıkları, geçen yıl 15 Temmuz’da Erdoğan hükümetini devirmek için yapılan başarısız darbe girişiminden sonra yaşanacak el koymaların provası gibiydi.
O günden beri, hükümetin darbenin beyni olmakla suçladığı din adamı Fethullah Gülen ile ilişkisi olduğu iddiasıyla, değeri 11 milyar doları aşan 950’den fazla şirkete, tarihte bugüne kadar örneği görülmemiş sistematik bir yöntemle hükümet tarafından el konuldu.
Kovulan binlerce yöneticiden bazıları soluğu Helsinki ve Nashville gibi ücra şehirlerde aldı. Şanssız olanlar, toplu kıyım kampanyasıyla kovulan askeri personel, yargı mensubu, polis ve gazeteciler gibi hapse atıldı.
Mahpusların sayısı 50 bin arttı.
Baskından kısa süre sonra İpek hakkında tutuklama kararı çıkartıldı, mal varlığına el konuldu, Haziran ayında da, Türkiye’ye dönme planı olmasa da, 77 yıl hapis cezası istendi.
Halen Londra’da yaşayan İpek, Gülen’in maddi destekçisi olduğu ve onun destekçilerinin kayırıldığı iddialarını reddediyor. Milyarlarca dolar ile kaçtığı iddialarını da yalanlayan İpek, şimdiki malvarlığının 10 milyon dolardan az olduğunun altını çiziyor.
Saatler süren röportaj sırasında, hayatında trafik cezası dahil en ufak bir suça bile karışmadığını vurguluyor.
Zenginleşmesinde Gülen’in değil, babasının rolü olduğunu kaydeden İpek, ondan aldığı kartpostal şirketini yeni alanlara taşımış. Önce gümüş, ardından da altın şirketi satın almış.
Bu beklenmedik sıçrama için İpek, ‘Altından kalkabileceğim bir girişimdi. Türkiye’de çok sayıda küçük maden var. Bana 1 milyon dolara maloldu’ diyor. Ardından 2005’te Bugün gazetesini alarak medya dünyasına girmiş. Bunun doğal bir adım olduğunu vurgulayan İpek, çevrecilerin madenlerine karşı bazı itirazları olduğunu, onun da hikayenin kendi yönünden anlatacak mecraya ihtiyacı bulunduğunu söylüyor: ‘Madencilik işinde ne yaptığınızı anlatmak ve şeffaf olmak zorundasınız. Reklam ve tanıtıma para harcayacağıma ben de gazete aldım.’
İpek, 2008’de de Kanalturk’ü alarak ilk televizyon kanalının sahibi oldu. Yükselen bir medya patronu olarak zaman zaman Erdoğan ile de ilişki kurdu. Erdoğan, iki kez İpek’ten, başka gazeteler de almasını istedi ama olmadı.
Erdoğan’ın buna kızmadığını kaydeden İpek, ‘Onu çok severdim, çok mantıklı bir insan olarak görürdüm. Ülkenin faydasına olacak işler yapıyordu. Avrupa Birliği’ne girmek için çabalıyordu, insan haklarından konuşuyordu’ diyor.
Habere göre İpek, 15 yıldan kısa bir süre içinde, davetiye toptancılığından ülkenin en kuvvetli adamının desteklediği bir milyardere dönüştü. İpek, baş döndürücü yükselişi için ‘yüzde yüz kendi kendine olmuş’ bir adam değerlendirmesi yapıyor.
İpek’in kendi hakkında anlattıkların bir de karşı tarafça anlatılan versiyonu var. Onlar da, İpek’in yükselişinin 2003’te işbaşına gelen Erdoğan ile başladığını savunuyor. Erdoğan’ın o güne kadar devleti kontrol eden laik elit yöneticilerin yerine geçmesi için kadrolara ihtiyacı vardı. Bu nedenle Gülen ile işbirliği yaptı.
Yüksek eğitim seviyesine sahip Gülen taraftarları önemli kadrolara gelmeye başladı. Bu zamanda Erdoğan-Gülen ittifakına yakın işadamlarının yükselme devri başladı. Bu dönemin en büyük kazananlarından birisi de, 2005’te Ovacık altın madenini alan İpek oldu.
Maden, çevrecilerin nadir başarılı girişimleriyle 2004’te mahkeme tarafından kapatılmıştı. İpek’in satın almasından sonra bölge sakinlerinin ve çevrecilerin itirazlarına karşılık maden yeniden açıldı. İpek kısa sürede, jet hızıyla, bir düzine bakanlıktan gerekli imzaları toplamayı başardı.
Birkaç hafta sonra yerel halk ve çevreciler, Koza İpek madencileri tarafından darpedildi. Bir görüntüde İpek’in de saldırı anında orada olduğu görülüyor. Eski Koza çalışanları İpek’in şiddet olaylarını yönlendirdiğini iddia ediyor. İpek iddiayı reddediyor. Şirket aleyhine açılan davalar da bir yere ulaşmadı. Şikayetçiler adına konuşan avukat Arif Cangı, savcıların dava açmak için 4.5 yıl beklediğini ve hala bir karar verilemediğini söyledi.
Bazılarına göre, hukuki düzenlemeler konusunda devletten destek almadan bu işlerin başarılması zor.
15 milyar dolarlık servete ulaşan birinin, Gülen ile yakın ilişkisi olması lazım.
Erdoğan, 2009’da Gülen’den şüphelenmeye başladı ve ülkeye dönmesi çağrısı yaptı. Buna en kuvvetli delil olarak Gülen’in devlet kademelerine girilmesini istediği bir gizli vaazı gösterildi. İddiayı destekleyen Zaman eski yayın yönetmeni Hüseyin Gülerce, Gülen’in dünyayı yönetme saplantısı olduğu ileri sürdü.
İki grup arasındaki gerilimin 2013’te Erdoğan’ın oğlu hakkındaki yolsuzluk iddialarının gündeme gelmesinden sonra arttığı ve ondan sonra çarpışmanın alenen yapıldığı vurgulandı.
Akın İpek, Gülen’in takipçisi olsa bile, şirketlerine yetersiz gerekçelerle el konması, dünyanın birçok ülkesindeki hukuki gerekleri çiğneme anlamına gelir.
Ülke içinde ve dışında birçok kişi, Erdoğan’ın başarısız darbe girişimini kendi çıkarları ve gücünü artırmak, Gülen ile ilişkili bir bankada hesabı olduğu için binlerce insanı işten kovmak ya da hapse atmak için gerekçe olarak kullandığını düşünüyor. Geçen bir yıl içinde 130 binden fazla insan işinden oldu, düzinelerce hastane, 1200 okul ve 15 üniversite kapatıldı.
İpek, Erdoğan’ın gazabını herkesten önce çekenlerden biri.
2012’de yüzyüze yaptıkları son görüşmede Erdoğan, Bugün gazetesinde çıkan bir yazıyı yüksek sesle okuyarak sakıncalı bulduğunu söylemiş.
İpek ise, ‘Köşe yazarlarıma daha kibar olmalarını söylerim ama biz insanların düşüncelerini serbestçe yazmalarını istiyoruz. Biz onlara özgürlük sözü verdik’ dediğini söylüyor.
İpek ve hükümet arasındaki gerginlik yüzünden kardeşi Tekin İpek, yaklaşık 2 yıldır hapiste. Akın İpek, ‘Türkiye’ye döneyim, onu çıkarın beni hapse atın’ teklifinde bulunmuş; hükümetten ‘Gel, bakarız’ cevabı gelmiş. İpek, teklifi reddetmiş, çünkü kardeşiyle beraber kendisinin de hapse atılacağını düşünüyor.
İş dünyasındaki el koymalarla ilgili görüşecek bir resmi yetkili bulmak ise kolay olmamış. Pek çok telefon görüşmesinden sonra Erdoğan’ın danışmanlarından birisi, adı gizli kalmak şartıyla konuşmayı kabul etmiş. Gazeteci ile görüşmeyi kabul eden üst düzey yetkili röportaj şartı olarak, yapılan açıklamaların hiçbir kimseye atfedilmemesini öne sürmüş. Muhabir teklifi reddedince başka bir fikirle gelmiş, kaynak olarak adını vereceği başka isimleri kullanmasını önermiş.
Onun da olmayacağı söylenince, Türkiye hakkında olumsuz ifadelerin kullanılacağı bir haberde yer almak istemediğini söylemiş. İsim konusunda tüm öneriler reddedilince, adını vermeden ‘üst düzey bir yetkili’ sıfatıyla konuşmayı kabul etmiş.
Görüşme, Erdoğan’ın ‘Ankara’daki, Osmanlı temalı Las Vegas kumarhanesi karışımı Cumhurbaşkanlığı binasında’ yapılmış.
Muhabir, çalışanların bulunduğu bölüme ulaşmak için önce iki metal dedektöründen ardından bir yeraltı tünelinden daha sonra bir metal dedektöründen daha geçmiş. ‘Sanki dünyanın en büyük yeraltı sığınağını ziyaret ediyor gibi.’
Yazıda muhabir, röportaj öncesinde yaşanan bu olayların hükümetteki yöneticilerin kafa yapısını ortaya koyduğunun altını çiziyor: ‘Üst düzey yetkili, bağımsız gazetecilik konusunda bir fikri olmadığını ortaya koydu. Sadece kurallar koymakla kalmadığı gibi, esnek bir yapı istiyor. Bunları da korkusuzca yapıyordu.’
Röportaj sırasında resmi yetkili, birkaç kez ‘Beni sıkıntıya sokma’ diye zoraki gülümsemeyle uyarma ihtiyacı hissetmiş. Muhabir bu hareketi ‘Türkiye’de bugün güçlülerin bile hatalı bir adımda kariyerini kaybedebileceği’ şeklinde değerlendiriyor.
Üst düzey isim şirketlere el konulmasını, ‘Piyasayı düzenlemek için’ yapıldığını savunarak, ‘Ekonomiyi suça karışmış şirketlerden temizledik’ diyor. Ona göre, uluslararası yatırımcılar, ‘Türkiye yatırım için güvenli mi?’ diye sormuyor, sadece gazeteciler soruyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının not düşürme gerekçeleri de nesnel değil, Türkiye markasına karşı haksız davranıyorlar; buna rağmen Citigroup ve Boeing gibi şirketler büyük yatırımlara imza atıyor.
Daha önce satışlarını televizyondan yayınlanan açık artırmalarla şeffaf bir şekilde yapan TMSF ise darbeden sonra sessizliğe gömülmüş. Konuyla ilgili görüşme taleplerine karşılık vermemiş.
TMSF’nin el koyduğu U.S. Polo Assn. markasının ABD’deki sahibi, şirketin müdürü David Cummings, başlangıçta endişe ettiklerini ancak Aydınlı’nın işleyişinde bir değişiklik olmadığını söylüyor.
Bazı şirketlerin ise, Erdoğan’ın yakınlarına satıldığı ve yetkin olmayan sadık partililerce yönetildiği iddia ediliyor.”
NYT haberinin özeti böyle.
Kapatılan 950 şirket ve el konan 11 milyar dolar, başka kaynakların anlatımlarına bakarsanız, buzdağının su yüzündeki kısmı. Bu rakamın medyaya yansımayan ve sessiz sedasız devredilen başka şirketlerle beraber en az 50 milyar doları bulduğu öne sürülüyor.
Mesele dini cemaatlerin şeffaflık sorunları veya Gülen Cemaati’ne mensup kişilerin bazı organize suç iddialarına hedef olması meselesi değil. Çünkü ortada suç varsa, suçun şahsiliği hukuka göre esastır. Bir futbol takımının bazı yöneticileri mafyatik işlere karıştı ise, o takıma mali manevi insani destek veren herkesi cadı avına tabi tutarsanız, hukukla alakanız kalmamış demektir.
Mesele, 2017 Türkiye’sinde, 1915 veya 1934 veya 1955 veya 1974 (Kıbrıs) veya 1978 (Süryaniler) gibi yıllarda netleşen yağma kültürünün geri dönüş yapmış olup olmadığı ile ilgili.
Farkında mısınız bilmiyorum, Gülen cemaati mallarına el konmasını doğru dürüst haber yapamayan Cumhuriyet gazetesi bile aynen bu sürecin hedefi: İddianame ve savunmalarda, gazeteyi yöneten vakfın nasıl iktidar tarafından ele geçirilmeye çalışıldığına, yani bu köklü kurumun da aynı zihniyet sahipleri tarafından talan edilmek istendiğine dair bol bol veri var.
Daha fazla anlatmaya gerek var mı?
”O Mahiler ki’ demişti şair, ‘Derya İçredirler, Deryayı Bilmezler…”
Çürüme içtimai dokunun hücrelerine bir kere yerleşmeye görsün.